“Bugün sana hangi masalı anlatayım, dede?” diye sordu çocuk.
“Şu taç kapısı konuşan kervansaray var ya, onu anlatsana.”
“Olmaz onu daha yeni anlattım, vallahi bıktım anlatmaktan. Bence şöyle yapalım, hikâyeleri sayayım sana, sende aralarından birini seç,” dedesi başını salladı.
“Sayıyorum, ölü bir kızı kendine gelin almış yaşlı damat, bir gecede kaybolan bebekler ve kalbi kara kapkara bir kâtip.” Dedesi bir süre düşündü sonra cevap verdi.
“Bir gecede kaybolan bebekleri anlat, neymiş merak ettim.”
Çocuk heyecanla anlatmaya başladı.
Zaman zaman içinde, alemlerin birinde barış zamanında yaşayan şanslı insanlar vardı. Bu insanların yaşadığı tek bir krallık ve bu krallığın başında da bir asırdır sükunetle hükmeden bilge bir kral vardı. Bu kralın adı meziyetlerinden dolayı Şah Bilge idi.
Bir gün, kullarının da doğurganlık anlamında en bol döneminde, Şah Bilge uzun zamandır hasretini çektiği bir evlada, bir kız çocuğuna sahip oldu. Bunun üzerine daha önce insanlarına sözünü verdiği şenlikler düzenlettirdi ve alemin dört tarafından cambazlar, hayvanlar ve büyücüleri tüm yeni doğan bebekler için getirtti. Ayrıca veliaht için ihtişamlı saraylar yapacak mimarlar, veliahtın eğitimini en iyi şekilde verecek hocalar getirtti. Günün sonunda krallığın tüm insanları kumdan apartmanlarında, tüm o güzel komşuluklarıyla beraber huzurla uyuyorlardı. Ertesi gün uyandıklarındaysa hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı.
Gün daha yeni ağrırken koca şehirde, bu kumdan apartmanları sarsacak çığlıklar duyuluyordu. İnsanların yaşadıkları apartmanları neredeyse bir kum tanelerine dönüştürecek acıyla yükselen ağıtlar Şah Bilge’nin sarayına kadar ulaşıyordu. İnsanların bebekleri bir gecede ortadan yok olmuştu. Bir iki saat boyunca her yere baktılar sonra krala gitmeyi planladılar. Tüm bebekler sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Anneler ne yapacaklarını şaşırmış halde çığlıklar atmaya başlamıştı. Beş aylıktan küçük ne kadar bebek varsa gitmişti. Yaşlılar bunun kıyamet alameti olabileceğini söylüyor, gençler ise bunun bir bedel olduğunu, Şah Bilge’nin kendi evladı olması için büyü yaptığını ve karşılığında da kendi bebek kullarını verdiğini iddia ediyordu. Sonuncu söylem kalabalık için ağır bastı ve Şah Bilge’nin kulları ondan hesap sormak üzere hızla saraya doğru ilerlerken her adımlarında acıları sert bir öfkeye dönüşüyordu. Sarayın taç kapısına vardıklarında kalabalığın tek derdi intikamdı ve deliye dönmüş halde bebek veliahttı istiyorlardı.
Dışarda bunlar olurken Şah Bilge çoktan uyanmıştı. Elinde canından çok sevdiği karısının cansız bedeni onu kullarına göstermek için sarayın kapısına doğru giderken, iç avludaki eyvanda elinde cesedi çöküp kalmıştı. Tüm bebekler kaybolmuşken veliaht için bir istisna tabii ki söz konusu değildi. Üstelik bebekleri alan şey ne ise Şah Bilge’den karısını da almıştı. Şah Bilge muhafızlarının desteğiyle öfkeli kalabalığın karşısına çıkacak gücü kendinde buldu. Koca taç kapı açıldı ve insanlar krallarını ve kucağında cansız şekilde duran kraliçelerini görünce duraksadılar. Şah Bilge çok sevdiği eşinin cesedini, onu ve küçücük bebeğini öldürmeye gelen kalabalığın önüne yavaşça bıraktı ve konuşmaya başladı.
“Bu aptal kalabalık neyin nesi” diye sordu. Genç bir adam öne çıktı.
“Bebeklerimiz.” adam duraksadı ve başındaki delikle yerde yatan kraliçesine baktı.
“Yok oldular. Anlam veremedik. Hâlâ veremiyoruz. Şaşkınız ve üzgünüz. Biz, bi..” sesi titriyordu. “Biz sandık ki…”
Şah Bilge sözünü kesti. “Artık ne sandığınızın pek bir önemi yok. Sizin evlatlarınızı alan şey her ne ise benim evladımı da aldı. Üstelik bununla yetinmeyip, siz kullarımdan ve canımdan bile daha çok sevdiğim kraliçemi elimden aldı. Ama ben tüm bunların sebebi olan şeyi bir hizmetli sayesinde buldum. Siz hepiniz yataklarınızda uyurken o ayaktaydı.” Başıyla muhafızlarından birine işaret etti. Küçük çocuk ortaya çıktı ve konuşmaya başladı.
“Gece avluda bir sütuna yaslanmış, yıldızları izlerken ki her gün bunu yaparım bir kuş dikkatimi çekti. Ama bu kuş daha önce görmediğim ve kimsenin de gördüğünü sanmadığım bir türe aitti. Bunu da biliyorum çünkü bize sizin aksinize kuşları da öğretirler.” Şah Bilge çocuğa kısa kesmesini söyleyen bir el hareketi yaptı. Çocuk hevesi kırılmış bir şekilde konuşmaya devam etti.
“Bu kuş bir leylekti”
Kalabalık şaşırmıştı, kendi kendilerine meraklı fısıltılar yaratmaya başlamışlardı. Çocuk devam etti.
“Bana daha yakın uçmaya başladığında, o zaman net bir şekilde gördüm. Kanat genişliği bir insanın kol genişliği kadar büyüktü. Kanat çırpma sesi ise neredeyse yoktu. Hatta hiç yoktu diyebilirim. En son beni dehşete düşüren şeyi gördüm, uzun gagasının ucundan alt çenesine kadar, ordan da göğsüne kadar kan olduğunu tahmin ettiğim bir kırmızılık vardı ve gagasıyla uçarken onu biraz zorlayan bir şey taşıyordu. Beze sarılı o şey meğer veliahtmış. Sonra hemen muhafızlara haber verdim.”
Tüm bunlar olurken kimse bir şey fark etmemişti. Leylek kralın ve kraliçenin yatak odasına girdiğinde Şah Bilge saray silahtarının yanında kızına hediye edeceği küçük bir savaş baltasının yapımıyla ilgileniyordu. Leylek sessizce girip bebeği beşiğinde, kundağına sardıktan sonra tam alıp götürecekken kraliçe uyanmış ve ne olduğunu anlayamadan bebeğine doğru hamle yapmıştı. Leylek ise sakince bir kanat hareketiyle beşikten biraz havalandı ve kadını altına aldıktan sonra gagasının ucuyla sert bir şekilde kraliçenin başına vurdu. Zavallı kadın çığlık bile atamadan başında küçük bir delik açılmış, kanları ise çoktan saçlarını kırmızıya boyamıştı. Leylek bununla yetinmeyip, kadının öldüğünden emin olmak için olsa gerek başındaki deliği gagasının ucuyla biraz daha derinleştirdi. Ardından çocuğu aldı ve tıpkı sürüsündeki diğer leylekler gibi batıya yani Devlerin Diyarına doğru kanat çırptı.
Şah Bilge’nin kullarının karşısına çıkmasından sonraki bir ay boyunca sadece temsilen var olan ordu hızla eğitimlerden geçip savaşa hazır bir hale getirilmeye çalışılıyordu. Şah Bilge o gün insanlarına tüm bunların hesabını devlerden soracağına -çünkü leyleklerin kukla olduğunu düşünüyordu, haklıydı da- ve kundaklarından çalınan bebeklerin hepsini- tabii ölmedilerse- geri getirmeye yemin etmişti. İntikam ve bebeklerini geri alma fikri insanları Şah Bilge’ye daha da derinden bağlarla bağlamıştı. İnsanlar umut doluydu. Devler hakkında hiçbir şey bilmemelerine rağmen-sadece batıda yaşayan zararsız canlılardı- onların mahvına sebep olacaklarına emindiler.
Şah Bilge şimdi her şeyiydi ülkenin. Hiç kimseden akıl almıyor, kimseyle görüşmüyordu sadece ne yaptığından emin bir biçimde emirler yağdırıyordu. Şimdi Şah Bilge’nin aklında sadece intikam vardı. Sonunda beş bin kişilik ordu ve devler için kullanılacak özel mancınıklar hazırdı. Ordusunun başına geçti, sırtında kızı için yaptığı savaş baltası arkasında heybetli ordu törenler, dualar ve uğurlamalarla batıya doğru yol almaya başladılar.
Dağlar, bayırlar, vadiler aştılar ve bir sene sonunda batı dedikleri topraklara vardılar. Şah Bilge askerlerinin yarısını yolda hastalık ya da açlık yüzünden kaybetmişti. Ama hiç telaşa kapılmıyordu çünkü bu beklediği ama kimseye söylemediği bir durumdu. Bu kadar adam ona yeterdi ve bu durumun iyi taraflarından biri daha az besleyecek adam olmasıydı. Kalan askerler daha zorlu mücadeleler için hazırlanmıştı ona göre. Ama durum gerçekte pek öyle olmayabilir. Ordu tüm zorluklara rağmen yürüyordu, askerleri disiplinlerinden koparmayan tek şey artık atlarını kesip yemeye başlamalarıydı. Ordu git gide eriyordu ve her şeyden önemlisi hiç bilmedikleri bu topraklarda körlerdi. Şah Bilge’nin en son önden gönderdiği keşif birliğinden haber alınamayalı üç ay oluyordu. Askerler düşmanla karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Üzerleri kapalı artık onlara ağır bir yük olan mancınıklara ve en çokta kralları Şah Bilge’ ye güveniyorlardı. O her şeyi bilirdi, emindiler devlerle karşılaştıklarında kimsenin bilmediği bir hileye başvurur ve savaştan zaferle ayrılırdı.
Normalde havanın yavaş yavaş kararması gerektiği vakitlerde, şimdi bu yabancı diyarda hava yavaş yavaş kızıla çalıyordu. Şah Bilge askerlerine bu durumun zaferlerini müjdelediğini söyledi ve onların korkularını tersine çevirip onları cesaretlendirdi. Kral ordunun önünde at sürüyordu. Belinde kılıcı, sırtında kızına hediye etmek için yaptığı savaş baltası her şey ilk ona görünüyordu. Upuzun bomboş ve yemyeşil ovada at sürüyorlardı ve Şah Bilge uzakta neredeyse gökyüzüne ulaşan bir yekpare sütunun üstünden bir leyleğin havalandığını gördü. Heyecanla askerlerine artık muharebeye hazır olmalarını ve daha hızlı ilerlemelerini emretti. Ovanın bittiği yerde şimdi hava karanlık değil kıpkızıldı. Sanki Ay bu yabancı diyarda her yeri kızıla boyuyordu. Şimdi yolun bittiği yerde karşılarına kim bilir ne bilinmezliklerle dolu orman çıktı. Askerler tereddüt etti ama Şah Bilge bu bilinmez ormana girmeye niyetliydi. Şah Bilge atını mahmuzlamak üzereydi ki ormandan hiç bilmedikleri bir dilde garip nara sesleriyle beraber, boyları iki buçuk metreye yakın bir grup insan- ki bunlar aslında devler- üzerlerine doğru hücum ediyordu. Şah Bilge herhangi bir emir veremeden kendini muharebenin ortasında buldu. Miğferini başına geçirdi, kılıcını çekti ve kendini en yakın düşmanın üzerine attı.
Muharebe bitmişti, Şah Bilge yerde yatar vaziyette miğferinin aralığından ona gözüken alemi yavaş yavaş idrak ederken mağlup olduğunu anlamıştı. Yemyeşil ova şimdi kan ve bok içindeydi. Bunun kokusunu alıyordu. Yavaş yavaş doğrulurken boynunu kaldırdı. Askerlerini gördü, yerde yatan ölü askerlerini ve sırayla onların yüzlerine bakan devleri de gördü. Onu aradıklarını anladı. Bir kadın dev onu gördü ve diğerlerine anlamadığı bir dilde seslendi. Kadın deriden bir giysi giyiyordu ve sadece başında önü açık bir miğfer vardı. Bu miğfer boynunu tam kapatmıyordu. Şah Bilge’nin eli kılıcını aradı ama bulamadı fakat sırtında kızına hediye edeceği o savaş baltası öylece duruyordu. Kadın dev Şah Bilge’ ye sakince yaklaştı, kral onun diğer devlere göre daha genç bir dev olduğunu düşündü. Dev krala saygıyla onu yerden kaldırmak için dostça elini uzattı. Tam o anda sırtındaki baltayı hızla ona doğru eğilmiş devin boynuna indirdi. Dev çığlıklar içinde geri geri yere yığılıp, orda can verirken Şah Bilge elinde devin boynuna saplı balta ile bu kızın başında onun yüzüne bakakalmıştı. Yerde yatan onun boylarında bir dev çocuğuydu. Küçük bir kız çocuğu diye düşünürken Şah Bilge kimsenin neden ona müdahale etmediğini merak etti. Diğerlerine baktı ve devlerin hiçbir şey yapmadan şaşkınlıkla ve acımayla ona baktıklarını gördü. Aralarından biri ona doğru yaklaştı ve Şah Bilge’nin bayılmadan önce gördüğü son şey, başında taç ve sol omzunun üstünde bir leyleğin uçtuğu dev oldu ve en son duyduğu şey de güçlü bir sesle, “Sen kızını katlettin,” oldu.
Kral uyandı ve hâlâ aynı yerde olduğunu anladı. Muharebenin olduğu yer şimdi tertemizdi. Cesetler kaldırılmış ve ne kan ne bok kokusu kalmıştı. Şimdi karşısında o taçlı dev vardı yalnızca. Üzerinde uzun parlak bir mor yelek, altında da kahverengi bir pantolon ve başında sade ama ihtişamlı bir taçla tam bir kral gibi görünüyordu.
“Ölülerim, ölülerim nerde?” dev cevap vermedi.
“Tam burada bir muharebe oldu,” Şah Bilge aklını bir türlü toplayamıyordu. Zihninde her şey şimdi karmakarışıktı.
“HAH,” diye gürledi dev. “Sen buna muharebe diyebilirsin ama benim için bu yalnızca küçük bir avdı.”
Şah Bilge ne yapacağını ve hatta ne düşüneceğini bilmiyordu. Hareket etmeye çalıştı fakat parmağını bile kaldıramadı.
“Sana bir büyü yaptım. O yüzden hareket etmeye çalışma çünkü edemezsin. Bir şeyler düşünmeye çalışma çünkü şu an düşünemezsin. Ama sana söyleyeceklerimi asla unutmayacaksın ve kendine geldiğinde işte o zaman dediklerimi düşünebileceksin.” durdu ve “Anladın mı Şah Bilge?” diye sordu. Kral başını salladı.
“Aslında senle benim kral oluşumuz dışında bir ortak yönümüz daha var o da isimlerimiz. Benim adım Kutad anlamı dev lisanında bilge olan kişi demektir.” Kral Kutad diğer devlere göre daha cüsseliydi. Başındaki tacı yere bıraktı ve Şah Bilge’nin karşısına oturdu.
“En son canını aldığın o dev senin kızındı, bunu bilmeni istiyorum. Böyle bir kaderle lanetlenen bir kralın en azından başına gelen bu yazgıdan bihaber yaşamasını istemem.” Kral Kutad’ın gözlerinde acıma vardı. Şah Bilge ise oturmuş sadece dinliyordu. “Ve biz sizden bebekleri artık üreyemediğimiz için çalıyoruz. Neslimizin devamı buna bağlı. Sende hak verirsin ki bilge bir kral kullarının geleceği için her şeyi yapar. Daha yeni doğmuş insan yavrularını büyüyle bu diyarların iklimine bağlıyor ve bir sene içinde onları birer genç bir dev haline getiriyoruz.” Duraksadı ve Şah Bilge’nin gözlerinde büyüyün boz bulanıklaştığına dair bir etki aradı, bulamadı ve konuşmaya devam etti.
“İsmini Bilge koymuşlar fakat seni bu bilgeliği sınayacak bir imtihana tabii tutmamışlar. Şah Bilge imiş. HAH,” diye gürledi yine bu onun alay narasıydı.
“Bu kadar insanın ölümünden sen sorumlusun. Kaç kişiydi ordun beş bin mi? Yoksa bir beş bin daha yolda feda ettin mi?” Kral Kutad başından beri her şeyden haberdar, her şeye hâkim bir edayla konuşmaya devam etti.
“Aceleciliğin ve kibrinle hiç bilmediğin topraklara peşinde bu kadar asker sürükledin. Bu da yetmezmiş gibi bitmiş bir muharebede sana dostça uzanan bir düşman eline ihanet ettin ve bunun sonucunda kendi kızını kendi ellerinle katlettin. Her ne kadar kızın olduğunu bilmesen de sen benden de üstün bir güç tarafından çoktan lanetlenmişsin. Böyle bir yazgı seni mahkum edeceğim herhangi bir cezadan ve hatta ölümün kendisinden bile daha ağır bir cezadır.” Kral duraksadı. Yabancısı olduğu bu insan dilini oldukça akıcı bir şekilde konuşuyordu.
“Şimdi gerçek bir bilge gibi davranacağım ve seni kendi topraklarına süreceğim. Seni vicdan azaplarınla, pişmanlıklarınla, güçsüzlüğünle ve yenilginle beraber ülkene geri gönderiyorum ki geride büyük umutlarla ve hayallerle bıraktığın onca kuluna tek başına ordusu telef olmuş bir komutan, bir kral olarak geri dön. Onlarla yüzleş ve onların umutlarını öldür.”
“İşte bundan daha bilgece bir ceza, bir karar göremezsin. Ayrıca sana tüm bunlar için yani sen ve kullarının üzerine zorla dayattığımız bu gerçek için bu güç için intikam fırsatı da sunuyorum. Tabii bu feci halden kurtulabilir ve içindeki ve dışındaki tüm o karmaşık muhakemeleri aşarsan. İşte o zaman karşımıza yine yeni bir orduyla gelebilir ve bu defa gerçek ve soylu bir yenilgiyi tadabilirsin.” Kral Kutad tacını başına taktı, ayağa kalktı ve sırtından Şah Bilge’nin baltasını çıkartıp önüne attı. Onu orda daha büyüsü bozulmamış halde bıraktı ve gelecekte bu toy kralın akıbetinin ne olacağını merak eder halde ormana doğru yürüdü.
Merhaba Gündoğan,
Samimi ve yalın anlatımını sevdim. Hikayenin başlarında masal seçenekleri çıktığı vakit, içimden keşke bunu seçse demiştim, sende beni duymuş gibi devam ettirmişsin.
Sadece küçük birkaç imla hatası fark ettim, onlarda hepimizde olan şeyler zaten. Konu bütünlüğün ve kurgun gayet iyiydi. Bu hikayede şöyle birkaç okkalı betimleme daha ister miydim diye sorarsan kesinlikle evet derim. Fakat bu bir eksi değil, var olanın üzerine eklediğin bir artı olurdu.
Eline sağlık, görüşmek üzere.
Merhabalar.
Hikayenizin -masalınızın- bazı kısımları çok iyi bazı kısımları ise olmasa da olurmuş. Buna alttaki konuşma paragrafını örnek göstereceğim.
Akışın içinde böyle bir karakter ve konuşma gereksiz geldi bana.
Anlatım içerisinde eksik kalan/daha iyi anlatabileceğinize inandığım bölümler var. Buna örnek olarak da devlere saldırı hazırlıklarının ve saldırının anlatıldığı bölümleri verebilirim. Siz de biraz zaman geçince okursanız bu farkı anlarsınız zaten. Başlarda çok iyi olan anlatım oralarda biraz sekteye uğramış.
Genel itibari ile iyi ve okunur bir hikaye. Elinize sağlık.