Bin vardı, bir yoktu…
Çeşit çoktu.
Diyarın dört bir yanından gelen misafirlere hazırlanmış ziyafet sofrasında bir tek kuş sütü yoktu.
Düğün dillere destandı. Gelenlerin önü arkası yoktu. Saray ağzına kadar doldu.
Göreneklerde yoktu; ama yedi gece yedi gün sürdü.
Ne de olsa en güçlü iki krallık bir düğünle birleşiyordu. Herkes merakla bekler oldu.
Kahkahalar, sarayın seçkin müziği ile karıştı; koro oldu. İçkiler su, pastalar ekmek oldu. O kadar çok içildi ki; pireler deve, develer tellal oldu.
Ve nihayet çığırtkan bağırdı herkes sus pus oldu.
Nefesler tutuldu. Güzel prenses arz-ı endam oldu. Sarı saçlarıyla, mavi gözleriyle akılları aldı, pek çokları aptal oldu. İnce beline oturmuş beyaz gelinliği ile gelecek nesillere miras oldu. Görenler görmeyenlere anlatsa da bin yine bin oldu.
Masumiyetin insan suretiyle zuhur etmiş hali, velhasıl peri oldu.
Kıvrımlı vücudu, beline kadar saçları, süt beyaz cildini gören iyi kalpli prens altüst oldu. Nefesini tuttu, dilsiz oldu.
Prenste fenaydı. Kızıl saçlarına ahenk yeşil gözleri, yaman savaşçı edasıyla salonun diğer yarısına dert oldu. Birbirleri için yaratılmış bu iki genç, gelecek yüzyıllar için umut oldu.
Babalar mutlu, babalar gururlu, anneler mağrur, alımlı, iyiden iyiye salınır oldu. Krallık, kraliçelikten daha önemli tek şey olan anne-babalık omuzlarında yıldız oldu.
İki genç birbirlerine yaklaşınca herkes pür dikkat kesildi. Sanki orada soyunsalar kimse gözlerini kaçırmayacaktı. Bu ikisi herkese dert oldu. Ama dert dediğin nerededir bilinmez. Çıktımı ortalık tarumar olur.
* * *
Dillere destan düğünün üzerinden üç yıl geçer. Prens ve prenses mutludur. Mutlulukları bir de meyve vermiştir. Küçük prens çok güzel bir çocuktur. Kumral saçları, zeytin gibi gözleri ve annesinden aldığı beyaz teniyle sarayın neşesidir. Dedesinin ve büyükannesinin göz bebeğidir. Çok afacandır genç prens, yaramazdır. Ama o kadar sevimlidir ki, görmezden gelir herkes yaptıklarını. Pekte yeteneklidir. Daha küçük yaşta müziğe inanılmaz bir yetenek gösterir. Klavsenin başından kalkmak istemez. Duyduğunu hemen çalar. Babası, her baba gibi gururla seyreder oğlunu. Anneyi anlatmaya gerek yoktur. Masumiyet timsali güzel prensesin yüzünün içtenlikle güldüğü anlardır oğlunu seyrettiği anlar.
Saray çevreleri der ki; böyle bir çiftten başka ne olabilirdi ki?
Babası küçük oğluyla çok ilgilenir. Yoğun işleri arasında oğluyla geçirecek vakti bir şekilde muhakkak bulur. Beraber ata biner, ava gider, ok atar, kılıç tutarlar. Herkes hayran, herkes bilir baba-oğlun birbirlerine olan düşkünlüğünü. Güzel prenses uzaktan sessiz, seyreder hayatındaki en önemli iki erkeği; mağrur ve mesafeli gözlerle. Yılda dört-beş kez kendi topraklarına gider prenses. Anne babasını ziyaret etmeyi asla ihmal etmez. Prens ülkesinde kalır. Yoğundur işleri ve babası artık yaşlıdır, ülke işleri de ağır…
Yıllar geçer. Küçük prens büyür On iki yaşına gelir. Doğum günü için babası ona nefis bir tay hediye eder. Ülkesinin atları meşhurdur. Şampiyon bir atın, şampiyon olacak kısrağı; tam da prense layıktır. İki ülkeyi birleştiren bir semboldür adeta; tıpkı genç prens gibi.
Ama genç prens yıllar içerisinde değişmiştir. Eskisi kadar merakı yoktur atlara. Ava ve hayvanlara. Varsa yoksa müziktir onun derdi. Notaları okur, harika yorumlar. Kraliyet bestecisi şaşkındır. Böyle bir yetenek gelmemiştir henüz; ne saraya ne de o topraklara.
Günlerden bir gün haber gelir. Prenses endişeyle karşılar ülkesinden gelen ulağı.
“Majesteleri” der ulak, dizlerinin üzerinde. “Kalbim bu haberin ağırlığıyla eziliyor.”
Dışarıdaki hava gibi buz keser, prensesin kalbi
“Ne oldu?” der güzel prenses “Çabuk söyle.”
“Prensesim, anneniz… Kraliçemiz hastalandı. Yatağa düştü. Saray hekimleri uğraşır; ama kralımız sizi ister yanında!”
Prenses ağlar duyduklarına. Kalbi kederle dolar. Soğuk ve kar dinlemeden hemen koyulur yola. Prens eşlik edemez prensesine.
Karşılaması gereken önemli bir elçi vardır. Savaş davulları çalan bir ülkenin elçisi hafife alınmamalıdır.
O sabah prensin aklı güzel eşinde, endişeyle bekler elçiyi. Tam o anda oğlu gelir büyük bir heyecanla.
“Baba” der reveransla, “Çok güzel bir beste yaptım. Dinlemeni arzu ederim.”
Prens, derin bir nefes çeker ve yavaşça verir. Sinirlenir, zira oğlunun müziğe olan aşırı tutkusu canını sıkmaya başlamıştır. Oğlunu çok sevdiği için kırmak istemez.
“Sonra!” der soğuk bir tonla. “Daha önemli işlerim var.”
“Olsun baba” der prens, yaptığı yeni bestenin heyecanıyla. “İşlerin biraz bekleyemez mi?”
Prens “Sonra diyorum” der. Kontrollü; ama öfkeli.
Genç prens bir kez daha ısrar edince dayanamaz ve bağırır üstüne titrediği oğluna.
Prens şaşkın, babasına bakar. Etraftakiler gözlerini kaçırır. Prens kırgın, koşarak çıkar ihtişamlı taht odasından. Babasının hediye ettiği kısrağa atlar ve dörtnala uzaklaşır.
Baba üzgündür; ama olan olmuştur bir kere. İşleri biter bitmez yazdığı eseri dinleyerek oğlunun gönlünü almak için kendisine söz verir; ama o sözü asla tutamaz!
Zira bir süre sonra bir asker taht odasına girer telaşlı. Genç prens attan düşmüştür. Baygındır. Cevap vermez hiçbir çağrıya.
Prens, vicdan azabıyla yanan kalbini duymamaya çalışarak koşar hareketsiz yatan evladının yanına.
Genç çocuk sanki başka bir âlemde gibidir. Uyku desen uyku değil, rüya desen rüya değil.
Saray hekimi gelir. Genç prensi inceler. Babası endişeyle bekler. Bir çeşit büyüdür genç prense musallat olan. Nereden, nasıl, kimden bilinmez.
Önemli olan; eğer kaldırılmazsa prensin öleceği gerçeğidir. Duyduğu şeyler babanın yüreğini parçalar. Tüm ülke emrindedir; ama çaresiz, öylece oğlunun ölmesine tanıklık etmek fikri ağır gelir babaya.
“Ne gerekiyorsa yapın!” der, düğümlenmiş boğazından zorla çıkan sesle.
Hekim bilgedir.
“Bir karışım var prensim. Ancak muhteviyatını bulmak zor olacaktır.”
Prens, içinde beliren umutla emir verir. Ne gerekiyorsa yapılacaktır.
Peri tozu gerekir. Nadirdir küçük mucizeler; ama emir çıkmıştır bir kere. Tüm ormanlar aranır.
Kardelen de lazımdır. En yüksek dağın en tepesindeki gereklidir. Kaç asker donar, bilinmez.
Bin yıllık meşenin sararmamış yaprağı gerekir, soğuk kış gününde. Ormandaki bir cadıdan bulunur bir tutam.
Hekim eğer boynunu ve uzatır elindeki kâseyi.
“Son olarak babanın kanı gerekir prensim.”
Prens hiç düşünmeden çeker hançerini ve atar koluna çiziği. Muhteviyatın üzerine damlatır asil kanını.
Gece yarısını vurur saatler. Bir ömür kadar uzun geçen zaman, hala da geçmek bilmez.
Prens, telaşla bekler sevgili oğlunun başucunda. Siyah saçlarını sever şefkatle.
“Neden bir şey olmadı? Ne zaman etki eder bu karışım?”
Hekim düşünceli, sakalını ovalar. Açar kadim kitaba bakar. Etkisi hemen görülür bu iksirin. Hem büyüye, hem de ölüme çaredir. Ancak…
Dizinin üzerine çöker, kadim kitabın sarı sayfalarına tekrar tekrar baktıktan sonra. Boynundan ter süzülür.
“Prensim bu iksir kusursuzdur. Büyük büyük büyük babanızı sarı kurbağanın zehrinden kurtarmıştır.”
“Büyük büyük annenizi kara hummadan kurtarmıştır. Burada hepsinin kayıtları mevcuttur.”
Prens üzgün, yorgun; anlayamaz hekimin söylediklerini.
“Ne demek istiyorsun?”
Hekim yutkunur. Söylemek zorundadır.
“Karışımın içindeki her şey dozunda ve tamamdı. Eğer iksir işe yaramadıysa bunun tek sebebi var yüce efendim. Sizin kanınız!”
Prens yatağın ucundan kalkar. Ayağının altından yer, başının üzerinden gökler çekilmiştir. Boşluğa bakar bir süre. Sonra dönüp oğluna! Oğlu diyerek tüm sevgisini verdiği çocuğa bakar. Kalbi bin parçadır, kelimeler çıkmak istemez ağzından. Nefesi girmez ciğerlerine.
“Yani?” diyebilir sadece. Sonra dönüp sorar yaşlı hekime ”Emin misin?”
Hekim doğrulur. Bir baba edasıyla yaklaşır eline doğmuş geleceğin kralına.
“Keşke olmasam.”
Prens hışımla çıkar odadan. Herkesten, her şeyden nefret eder. En çokta güzel, masum prensesten. Aklına oğlu geldikçe geri iter düşünceleri elinin tersiyle.
Arkasından hekim seslenir: “Genç prensin zamanı çok yok majesteleri!”
Prens, gecenin karanlığında yola çıkar. Diz boyu kara rağmen gece gündüz yol gider. Bir an önce öğrenmelidir gerçeği.
Eşinin güzel gözlerine bakarak gerçekleri ondan duymaktır tek arzusu. Yanındakiler ona yetişmekte zorlanır. Rüzgâr olur, kar olur.
Sarayın kapısına vardığında atı çöker olduğu yere. Atına ve tüm bu hissettiklerine neden olduğu için hem prensesten hem de oğlundan nefret eder. Hayatı bir anda alt üst olmuştur.
Sarayın ağır kapıları hiç olmadığı kadar hızlı açılır prensin öfkesi karşısında. Kral karşılar merdivenlerin başında. Korkar prensin gözlerinde gördüğü öfkeden.
“Nerede o?” diye sorar prens. Nezaketi de atıyla birlikte sarayın kapısında kalmıştır.
Kral, kızının hayatı için endişelenir bir anda. Anlar sıkıntının büyük olduğunu.
“Bekle çağırtayım” der olabildiğince sakin.
Ama prensin bekleyecek ne sabrı ne de isteği vardır. Dalar prensesin odasına. Korkuyla doğrulur güzel kadın. Örülü saçları omzundan düşer.
“Doğru mu? DOĞRU MU?”
Prens kapının ağzında, arkasında kral ve muhafızlar hepsi bir cevap bekler masum prensesten.
İnandığı her şey üzerine diler ki; hayır desin prenses. Ama prensin dileği olmaz.
Prenses bir süre bakar hem kocasına, hem de arkasında her şeyi anlamaya çalışan babasına. Sonra kafasını önüne eğer.
“Demek doğru. Bunca yıldır tüm sevgimi, bana ait olmayan bir çocuğa vermemi hiç vicdanın sızlamadan seyrettin.”
Duydukları yetmiştir krala. Olduğu yere bir baba olarak çöker. Sözlerin fayda etmeyeceği bir andadır hepsi.
Prens öfkesini alamamıştır. Canını acıtmak ister bunca zaman inandığı kadının.
“Kaç kişinin koynuna girdin benden başka?”
Prenses bir anda kaldırır kafasını. Hakareti tüm kemiklerinde hisseder.
“Ben” der zorla. “Sadece bir adamı sevdim. Ama ikimizin kaderleri farklı çizilmişti.”
Sözlerinin altındaki manayı anlayacağını umar karşısında duran öfkeli adamın. Ama öfke; nehrin taşıdığı tortu gibi tüm benliği tıkamıştır bir kere.
“Kocanın haricinde biri, bini fark eder mi? Sana sevgimi ve tüm sadakatimi verdim.”
Söylenecek söz, duyulacak kelam kalmamıştır. Odayı terk eder. Kral yere, o krala bakar göz ucuyla. Karşısında yıkılmış bir adam vardır.
Nedense odadan çıkınca aşağı inmek yerine ayakları onu sarayın uzak köşesindeki kulenin yoluna götürür.
Prensesle tanışmaya ilk geldiğinde ülkeyi daha iyi görmek için o kuleye çıkıp uzunca bir süre etrafı seyretmiştir. O anda hissettiği dinginliği hatırlar.
Aklına, yukarı doğru kıvrılan dar kule merdivenlerinden çıkarken, yatarken bıraktığı oğlu gelir. Artık bir oğlu yoktur. Bir kez daha iter gelen tüm hissiyatı elinin tersiyle.
Tek kişinin sığabileceği merdivenler bittiğinde soğuk kış gecesinin havası kucaklar prensi. Sessiz bir gecede duyduğu tek ses hızlanan nefesi ve ayağının altında ezilen taze karın sesidir. Vücudu soğukla titrer ama ruhuna nafile.
Orada, öylece durup düşünür Tüm olanları ve olacakları. Birden aklına prensesle tanışmak üzere taht odasına girdiği an gelir. Prenses genç bir adamla kapıdan geçerken göz göze gelmiştir. Yanakları kızarmıştır. Ancak anın heyecanıyla üzerinde bile durmamıştır prens. Şimdi hatırlar esmer uzun boylu sırtında lavtasıyla huzurdan ayrılan genç saray müzisyenini. Öfkeyle vurur yumruğunu burca. Ne varsa sevdiği, birkaç damla kanla hayatından çıkıp gitmiştir.
“Majesteleri dikkat etmeli; yoksa elini sakatlayabilir.”
Prens, sesin geldiği yere döner. Karşında üstü başı kirli, sıska, yaşlı bir adam duruyordur.
“Sen kimsin?”
Sıska adam saygıyla eğilir soylu karşısında. “Ben” der “Sarayın mutfağında çalışan basit bir hizmetliyim.”
“Burada ne işin var?” Prens şaşkınlığını göstermek istemez. Zira adamın çıktığını duymamıştır. Öfke bu kadar mı ağır basmıştır benliğine?
“Mutfaktaki işim bitince buraya gelerek düşünmek istedim majesteleri.” Bir yandan da prensin yanına doğru yürür.
“Buranın sadece soylulara ait olduğunu sanıyordum.”
“Ah evet majesteleri. Kesinlikle biz basit insanlara yasak.”
Prens, sıska adamın söylediği karşısında bir anda utanır.
“Demek istediğim o değildi”
“Lütfen” diye söze girer sıska adam, sakin bir tavırla. Huzurlu bir hali vardır.
“Majestelerinin açıklama yapmasına gerek yok. İyi kalbinizi biliyoruz. Zorlu bir yolculuk sonrasında…” Cümlesini bitirmez.
Prens, adamın olgun tavrı karşısında biraz rahatlamıştır.
İkisi öylece durup bir süre gökyüzüne bakar.
“Umarım” der yaşlı adam bir süre sonra, elinde sardığı sigarayı yakmadan dudaklarına sıkıştırarak. “Atınız tekrar sizi taşır. Güçlü bir hayvan. Tekrar koşacaktır.”
Prens, buruşuk ellerini soğuktan ovuşturan adama bakar. Atını, tüm bu olan biten esnasında unutmuştur. Babasının hediye ettiği, büyüttüğü hayvanı unutmuştur.
Küçüklüğünün en masum anılarını beraber paylaştığı, en yakın dostunu.
“Masumiyet” der yaşlı adam. Sanki prensin düşüncelerini okuyordur. “Herkesin sahip olamadığı bir erdemdir. En kıymetlisi de bir evladın babasına duyduğu masum hayranlığı ve sevgisidir. Masumiyeti ihanetle tartmamak gerek.”
Sonra döner ve prense selam vererek kapıya yönelir. Prens öyle bir saplanmıştır ki duyduklarına, ağzını açıp bir şey söyleyemez. Kanı çekilir, nutku tutulur.
Yaşlı adam kulenin kapısında durur ve dönerek der ki: “Majesteleri! Bazen hangi müziğin çaldığı önemli değildir. Önemli olan kimin çaldığıdır.”
Prensin aklına bir anda ülkesinde, sarayda, ölüm döşeğinde olan genç çocuk gelir. Belki kendi kanından değildir; ancak çocuğa duyduğu sevgiyi hatırlar. Hissettiklerin geri çevirmez bu sefer. Belki ölümünü engelleyemez; ama son nefesini verirken onun yanında olmalıdır. Birden aklına sıska adamın son sözleri gelir.
“Müzik!” Aklına genç prensin yazdığı parçayı dinletmek için duyduğu heyecan gelir. Belki de…
“Yaşlı adamı bulmalıyım” der istemsiz.
“Prensim” diye cevap verir karşısında duran şaşkın bakan nöbetçi. Prens düşüncelerinde sürüklenirken varmıştır gece nöbetçisi.
“Yaşlı adam” diye tekrar eder prens. “Onu bulmam lazım. Mutfakta çalışıyormuş. Çelimsiz bir adam. Adını bilir misin? Kuleye çıkarken görmüş olmalısın.”
Nöbetçi gerçekten şaşkındır.
“Prensim, kulenin tek bir çıkışı var ve oradan geldim. Kimseyle karşılaşmadım. Açıkçası mutfaktakiler çoktan yatmışlardır. Günün ilk ışıklarıyla kalkıp ekmek pişirdikleri için erken yatarlar.”
Prens koşarak geldiği yoldan atının yanına varır. Atı iyi görünür ama daha fazla zorlamayacaktır. Başka bir at alarak ülkesine doğru yola çıkar. Yolda bir an için arkasına dönüp bakar ve prensesi odasının camında ona bakarken görür. Uzakta kalan güzel bir hatıra.
Prens, genç prensin odasına dalar. Son yazdığı parça hala piyanonun başındadır. Derin bir nefes verir.
Hiç kimsenin çalmasına izin vermez prens. Piyanonun başına geçer ve tuşlara basmaya başlar. Notalar, gecenin karanlığından birkaç mumla kurtulan odayı doldurur ve genç çocuk gözlerini aralar. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardır. Hekim yorgun, doğrulur olduğu yerde, gördüğüne inanamaz. Küçük bir gece müziği?) hayat kurtarmıştır.
Uzun bir aradan sonra tekrar hoş geldin @Skywalker yani Volkan,
Genel fikrim; öykünün çok temiz, yere sağlam basan bir kurgu olduğu. Gerçekçi ve masalsıyı çok güzel birleştirmiş. Bu bence en başat özelliği. Climax’e doğru giden yolda kurgunun parçaları çok güzel ve dengeli dağıtılmış. Böylece öykü toparlanıp final yaptığında olan biten her şey, çok sağlam bir temele dayanır olmuş.
Atın sembolizmini de çok başarılı buldum.
Gece masalı, gece müziği… Gece anlatılan masalların başat özellikleri…
Geniş zamanda geçen bir masal anlatımı ile dinamik bir öykü anlatımını da ayrıca başarıyla uygulamışsın. Kolay iş değil.
Karakterler net ve ayrılmış.
Her şeyin sonunda bence masal ve gerçeğin harmanlanması bu öykünün alamet-i farikası olmuş. Doku uyumu da öykünün başarı nişanı…
Ellerine sağlık.
Çok daha sık görüşmek dileğiyle…
Selamlar,
Yorumların için teşekkür ederim. Yazarken planladıklarımı okuyucuya yansıtabildiğimi için mutlu olduğumu belirtmek isterim. Masalların daima gerçeklikten aldıkları bir yanları vardır. Özellikle verdikleri mesaj yönünde… Senin masalına konuk olacağım birazdan. Tekrar teşekkürler
Merhaba @Skywalker
Öykünüzü okumaya başladığımda, “klasik bir masaldan nereye gideceğiz acaba” diye bekledim. İhanetle karşılaşınca pek hoşuma gitmese de sonu güzel bağlandı
@MuratBarisSari ya katılıyorum, gerçekle masalı harmanlayıp bize mesaj yüklü bir metin vermişsiniz. Kanla kurtarılması gereken bir cana, kimin çaldığı önemsenmeden, müziğin can katması güzel bir final olmuş.
Bir kaç -de/da hatasına rastladım. Gözünüzden kaçmıştır diye düşünüyorum. Bu de/da lar herkesin başına bela
Bu arada erkek bakış açısıyla anlattığınız bir yargıyı da ortaya koymuşsunuz gibi geldi bana Söylemeden geçemedim.
Görüşmek üzere
Merhaba,
Zaman ayırarak yazdıklarımı okuduğunuz için teşekkür ederim. Sanırım -de/da bağlaç olduklarında yazma hızına yetişemiyorlar bir türlü. Dediğiniz gibi ortak bela:)
Aslında, kurgunun çıktığı nokta; masal ve gerçeklerin birbirlerinden çok ince bir çizgiyle ayrıldıkları fikri. Göz alıcı bir masal, aniden başka bir gerçekliğe dönüşebilir. Tam olarak sizin yazdığınız hissi vermek istedim aslında. İhanet sadece bir araçtı. Hikayenin iki katmanı var. İlki, masumiyetin çabuk bozulabilen bir masal olduğu ve kişiye göre değişebildiği gerçeği, diğeri ise; çoğunluğun iyiliği için kişilerin(bazen) yapmak zorunda kaldıkları gerçeği.
Nihayetinde; bu masalda prens ve prenses kendi açılarından haklı. Prens yargıya varırken, prenses kendi içinde yaşamak zorunda kaldığı çelişkiyi ve acıyı, hissettiklerini açıklayarak gösteriyor.
Doğruyu söylemek gerekirse; yargıyı okuyucuya bırakmayı tercih ettim.
Yorumunuz için tekrar teşekkür ederim
Görüşmek üzere
Merhabalar.
Öykünüzü severek okudum. Genç prensin özelliklerine serpiştirilmiş ipuçları güzel gizlenmiş sona kadar. Ama biyolojik baba biraz hızlı geçilmiş. Geneli çok iyi bir masal/kesit/öykü. Elinize sağlık.