Öykü

Lokman Hekim’in Son Dileği

Geçen gün köye bir yabancı geldi. Sağrısından pörsümüş eyerinin kopçaları sarkan, kül rengi yeleye sahip kara bir atın çektiği arabasıyla kahvenin önünde durdu.

Kafasında bir çeşit peçe vardı, hani şu ırgatların tarlalarda çalışırken başlarına güneş geçmesin diye başlarına sardıklarından. Ama bunun ki biraz daha farklıydı, alnın altından dökülmeye başlayıp burnu hizasında bir karga gagası gibi çıkıntı yaparak çenesine kadar devam ediyordu.

Arabasından inip İç Anadolu’nun en kurak ve en sıcak mevsimine kafa tutarcasına giyindiği zifir karası cüppesinin eteklerindeki tozu silkeledi. Hazır olunca çevresine bakındı ve belli ki bizi gözüne kestirdi. Bir an için kendimden geçtim ve adamın yürümek yerine, yerin üzerinde süzülerek bize doğru geldiğini gördüm. Belli ki kılığından kıyafetinden ötürü atalarımızın anlattığı hikâyelerdeki Ecelle karıştırmıştım onu ki masamıza gelerek âdem lisanıyla kendisini tanıtana kadar kendime gelemedim.

“Selamünaleyküm, ben Hekimoğlu, bu benim tek ve yegâne adımdır. Lokman Hekim’den mirastır bana, bilesiniz ki o benim atamdır ve beni bir avuç toprak ile bir şişe somadan yaratmıştır.”

Peçesi yüzünden sesi boğuk çıkıyordu. Duyduklarımızın bir kısmını yanlış duyduk, gerisinde ise cübbeli mendeburun dili dönmedi diye düşündük. Adettendir, verilen bir selamı muhatabını gücendirmeden karşılamak gerekir, bu yüzden söylediklerini ikiletmeden

“Aleykümselam Hekim Bey, benim adım Halil bu yanımda ki muallimin ismi de Kazım. Buralara kadar zahmet etmişsin gelmişsin ama bu kuraklığa ne ishal ne de sümük dayanır, sana ihtiyacı olan birkaç hane elbet çıkar ama masrafını karşılayabilecek keseleri ancak toprak ağalarının konaklarında bulabilirsin.” diye cevap verdim.

“Benim adım Hekimoğlu ama sanma ki ben bir hekimim. Ben buraya bakır sikkeleriniz ya da boş arazileriniz için değil, atamın nihai dileğini yerine getirmek için geldim.”

İlk gördüğüm andan itibaren beni garip duyulara zerk eden bu adam bir süre sonra içimde bir tiksinti hissi uyandırdı. Konuşurken ne peçesi ne de vücudu hareket ediyordu, sanki anız közünden macunlanarak şekillendirilmiş bir putla konuşuyordum. Onu masamıza buyur etmeyi ve peçesini çıkarttırmak için çay veya şerbet ikram etmeyi düşündüm ama dilim bile aklımın ucundan geçenleri reddediyor, ondan bir an önce uzaklaşmak istiyordu.

“O zaman bizden ne istiyorsun Hekimoğlu Bey, misafire yaren olmak boynumuzun borcudur. Sen dile biz yardım edelim.”

“Bana en tazenizin gömüldüğü mezarlığın yerini gösterin, ben de size bu dünyaya sığmayacak bir iyilikte bulunayım.”

Dilim damağıma yapıştı. Söyleyecek söz bulamadım. Bu Ecel kılıklı adamın mezarlıktan ve iyilikten bahsetmesi, su ve bereket ile birlikte Allah’ın hikmetinin de topraklarımızdan çekilmekte olduğu konusunda beni dehşete düşürdü.

Aklıma başıma alıp verecek bir cevap bulmaya çalışırken, en az benim kadar gergin görünen Kazım’ın söze girmesiyle içim biraz rahatladı.

“Hekimoğlu efendi, ne yapmak istiyorsun mezarlığımızda, hem de en yenisinde? Köyümüzün civarında 3 tane mezarlık var, eskileri neden ilgini çekmiyor? Yoksa sen de gece zararlılarından mısın, mezarları kazıp tabutları parçalayanlarından? Eğer amacın buysa boşuna zahmet etme, burada toprak ağaları bile cepsiz kefenlerle uğurlanırlar toprağın altına. Kısacası elin boş döneceksin bu köyden ya da boynunda bir ilmekle dikileceksin meydana, cevabını ona göre biç de söyle.”

“Mezar soyguncusu değilim, tek dileğim atamın dileğini, efsanesini yerine getirmektir. Halkın matem yeri ben de dâhil olmak üzere herkese açıktır. Eğer şüpheniz varsa peşimden gelerek beni izleyebilirsiniz ama beni işlemediğim bir suçtan dolayı yargılayamazsınız.”

Bana kalsa ilk fırsatta korkumu yüreğimin pusulası bilir, pabucumun topuğunu eze eze oradan uzaklaşırdım ama Kazım okumuş etmiş bir adamdı ve yüreğindense aklının yönüne doğru diretmek onun başlıca meziyetiydi.

Onunda benim gibi bu kara gudubetten tiksindiğini ve kurtulmak istediğini bilsem de mezarlığa onunla birlikte geleceğimizi ve onu gözeteceğimizi söylediğinde durup onun suratına okkalı bir tokat geçirmek istedim.

“Bu gün geç oluyor,” dedi Hekimoğlu, “eğer yetişebilirseniz yarın güneşle birlikte kalkar gideriz. Yoksa kendi yolumu kendimi bulmaya devam ederim.”

* * *

Ertesi gün Kazımla buluşup yola çıktık. İkimizde adamın çoktandır gitmiş olmasını umuyor ve ‘bizim gibi çulsuzlardan bir şey alamayacağını anlayınca toz olup gitmiştir’ gibi kuvvetli varsayımlarla birbirimizi rahatlatmaya çalışıyorduk. Bu yüzden Hekimoğlu’nu kahvenin arkasındaki, yarısı çökmüş eski muhtar kulübesin kalıntılarından uzanan tahta bir direğe bağladığı atının kemendini çözmek üzereyken yakalayınca hayal kırıklığına uğradık.

Arabasının yüklüğüne atlayıp ona köye geldiği yoldan geri dönmesini söyledik. Yüz yıllık olduğu söylenen meşe ağacının yer aldığı göbeğe gelinceye kadar, yüklükte bulunan ağızları kilitli iki sandığın üzerine karşılıklı oturarak birbirimizi kestik.

Göbeğe gelince arabayı durdurduk, meşe ağcının en alçak dalından üç adet yaprak aldık ve karşılık olarak içlerinde birer nazarlık bulunan üç adet keseyi de dala geri bağladık.

Yapraklardan birini Hekimoğlu’na uzattım, yaprağa baktı ama herhangi bir harekette bulunmadı. Yaprağı hâlâ atın dizginini tutmakta olan eline doğru uzatarak

“Ölülerimizin ruhları ahiret günü gelinceye kadar bu ağacın içinde yaşar. Eğer hiçbir ruhu rahatsız edip başına ecinni bağlamasını istemiyorsan, onların hikmetinin nişanesi olan bu yaprağı yanına alman ve karşılığında imanına dair bir diyet bırakman gerekir.” dedim ama Kazım

“Adet böyle, o yaprağı almadan mezarlığa giremezsin.” diyene kadar, yukarısında gözlerinin yer aldığını umduğum peçesinin sivri gagasıyla, bana doğru bakmaya devam etti.

Yaprakları ceplerimize yerleştirdikten sonra köye geri döndük. Bu sefer tersi istikamette ilerledik ve birkaç dolambaçlı dönüşten ve kilometreden sonra mezarlığa ulaştık.

Hep birlikte arabadan indik ve birbirimize baktık. Hekimoğlu kenara çekilmemizi, yüklükteki sandıklardan eşyalarını alması gerektiğini söyledi. Kazım onu yeniden mezar hırsızlığına karşı uyardı ve benim yanımda dedemin beylik tabancasını getirdiğime dair bir yalan söyledi.

Hekimoğlu hiç istifini bozmadan

“İzleyin ve karar verin.” dedi. “Adetlerinizi veya kanunlarınızı yok sayacak herhangi bir şey yapacak olursam buradan kendi rızam ile uzaklaşacağıma, mirasım olan adım, Hekimoğlu üzerine, söz veriyorum.”

Bunun üzerine Kazım ve ben de mezarlığın tamamını görebileceğimiz, taşlardan örülmüş çitin yanına giderek en yüksek noktasına oturduk.

Hekimoğlu’nun sandıklarını karıştırmasını hayretle izledik. Sanki bazı nesneleri alıp cebine koymak yerine sadece kendisine doğru çekiyor ve zifiri karanlık cüppesinin yarattığı bir girdapla onları yutuyordu.

Biraz sonra mezarlıkta gezinmeye başladı. En taze mezarı buldu ve çömelerek çevresindeki toprağı yokladı. Daha sonra birden bire elinde bir poşet belirdi ve içerisinden, daha sonradan tohum olduğunu öğrendiğimiz, irili ufaklı birkaç nesneyi mezarın üzerine serpti ve ayağa kalkarak gezintisine devam etti. Son birkaç dönü içerisinde kapatılmış olan bütün mezarları eliyle koymuş gibi buldu ve aynı seremoniyi tekrarladı.

İşi bitip arabaya doğru yürümeye koyulduğunda ona yetiştik ve ne yaptığını sorduk.

“Bugün tohum ektim, yarın can suyunu vereceğim, ertesi günde son duruma bakıp buradan gideceğim ve bütün cihanın mezarlıklarında çiçeklerim açana kadar gezinmeye devam edeceğim.” dedi.

Cevabı hoşumuza gitmişti. Dönüş yoluna koyulmak için sandıkların üzerindeki yerlerimizi aldıktan sonra birbirimize bakarak gülümsemeye başladık. Köye geldiğimiz zaman Hekimoğlu bizi önceki gün karşılaştığımız kahvenin önünde arabadan indirdi ve uzaklaştı. Kazımla birlikte evlerimizin yollarını tutmuş giderken sağlam bir kahkaha kopardım.

“Neden bu kadar işkillendik anlamıyorum. Meğerse üzerimize zerk olan bu bedbaht havanın ve garabetin sebebi, atasının son duasını yerine getirip bütün mezarlıkları çiçek bahçesine çevirmek isteyen bir meczubun avareliğinden başka bir şey değilmiş.”

Kazım da bir kahkahayla bana karşılık verdi ama sonra ciddileşerek

“Şunu bil ki, meczup ya da değil, eğer dediği gibi iki gün sonra bu köyden gitmiş olmazsa onu bizzat ben kovacağım. Niyeti ne kadar saf olursa olsun onda kabullenemediğim bir şey var. Sanki gözlerim kapalı, kulaklarım tıkalı olsa da onun bana yaklaştığını, bir şeylerin yolundan çıkmak üzere olduğunu hissedebilirmişim gibi geliyor.” dedi.

Bunun üzerine bir cevap veremedim, çünkü olayı avareliğe vurup kafamı rahatlatmak istesem de aslında Kazım ile aynı şeyi düşünüyordum.

* * *

Akşamdan, bilinmezin korku ve kaygısına kafa tutarak gerçekleri öğrenmek için, Hekimoğlu’na denk gelmeden mezarlığın doğusunda yer alan tepenin yamacındaki kayaların arkasına saklanmaya karar vermiştik. Bu sebeple ertesi gün yola daha erken çıktık.

Tepeye varıp yerimizi aldıktan kısa bir süre sonra mezarlığa gelmek üzere yolun son dönemeci dönmekte olan Hekimoğlu’nu gördük. Doğmakta olan güneş bütün araziyi aydınlatıyor ve parlatıyor olmasına rağmen uzaktan sadece bir lekeyi andıran Hekimoğlu’nu ve gölgesini bildiğimiz renklerin ötesindeki bir karartıya bürüyordu.

Yaklaşık bir saat kadar onu izledik. Tıpkı evvel gün ki gibi önce sandıklarını karıştırdı ve ardından mezarlıkta gezinmeye başladı.

Beklediğimizin aksine elinde bir suluk yerine şırınga vardı. Güneş üzerine vurduğu zaman gördük ki bu şırınganın ucu bayağı bir uzun ve kalındı. Herhangi bir karşılık vermemiz gerekiyor mu diye Kazım’a baktım. Ama o “Bitki yetiştirmek için şehirlilerin aşılama* dediği bir yöntem var, o olsa gerek.” diyerek izlemeye devam etmemiz gerektiğini söyledi.

Hekimoğlu önceki gün tohum ektiği mezarların hepsini aşıladıktan sonra arabasına binerek uzaklaştı. Bir süre bekledikten sonra bizde saklandığımız yerden çıkarak yola koyulduk. Yürürken, bu avare ve gudubet adamın sadece bir gün sonra köyümüzden uzaklaşacağını anımsayarak cesaretlendim ve önceki günden beri aklıma takılmış olan bir soruyu hakkında Kazım’la konuştum.

“Sana bir soru sormak istiyorum ama bir meczubun aklını bir muallime danışmak seni gücendirir mi emin olamıyorum.”

“Sen benim sütkardeşim sayılırsın Halil. Buyur sor, meczup ya da âlim, kimin hakkında ne biliyorsam hepsi senindir.”

“O zamana söyleyebilir misin sütkardeşim, bu meczup neden sadece taze mezarlara çiçek ekiyor? Eğer ki isteği mezarlıkları gülistana çevirmek ise neden eski mezarları boş geçiyor?”

Kazım kendin emin bir ses tonuyla cevap verdi.

“Bunun cevabını bilmek için ilime gerek yok. Nasıl ki hasat biçmek için gübre ekiyorsan toprağa, çiçek büyütmek içinde gübre gerekir. Eski mezarların içerisinde sadece kemikler ve çaputlar var ama yenilerinde hâlâ biraz kan var.”

Cevabı beni tatmin etmişti. Hekimoğlu’nun davranışları ne kadar akla yatkın temellere bağlanıyorsa ben de kendimi o kadar rahat hissediyordum. Rahat ama huzursuz, bu iki kelimenin arasındaki farkı ertesi gün daha net anlayacaktım.

* * *

Üçüncü gün mezarlığa Hekimoğlu’yla birlikte gittik çünkü işini bitirdikten sonra köyü terk edeceğinden emin olmak istiyorduk.

Mezarlığa gelince arabadan inip doğruca çitin üzerindeki yerimize yerleştik. Hekimoğlu ise bu sefer sandıklarına uğramadan direkt mezarlığın içine girmiş ve gezinmeye başlamıştı. Zaman zaman duruyor, çömeliyor, bakıyor ve tekrar ayağa kalkarak yoluna devam ediyordu. Bir süre sonra fark ettik ki Hekimoğlu’nun önceki günlerde tohum ektiği, su aşıladığı mezarlar kabarmış ve filizlenmeye başlamıştı. “Şehrin ilimi!” diye büyülendim içimden, bu topraklarda bir günde çiçek yeşertmek mucize değil de nedir?

Hekimoğlu bütün mezarları gezdikten sonra arabasına geri döndü ve atının bağını çözmeye koyuldu. Yanına vardığımız zaman Kazım

“Gidiyor musun?” diye sordu.

“Evet.” dedi siyahlı adam.

“Bir daha köyümüze gelecek misin?”

“Geleceğim.”

“Neden, ne zaman?”

“Nedeni ölüm, her zaman yeni mezarlar olacak. Zamanı ise belki on yıllar belki de asırlar sonra.”

Başka bir şey demeden arabasıyla birlikte, önceki gün saklandığımız tepeyi yaran çakıllı yoldan, giderek uzaklaştı.

Her geçen saniye üzerimdeki baskının ve tiksintinin emarelerinin azaldığını hissettim. Artık aldığım her nefes daha nefis, gördüğüm her renk daha canlıydı.

Ama bir müddet sonra sanki mutlu olmak üzereymişim gibi bir anda takılıp kaldığımı fark ettim. Sanki içimde sıkışıp kalmış bir şey vardı, sanki ruhumun gideri tıkanmıştı ve onu açmam için bir pompadan daha fazlasına ihtiyacım vardı.

O anda anladım, Hekimoğlu tohumun yanı sıra huzurumu da toprağa ekmişti. Çiçekler yeşerip köklerinden sökülerek anızlarla birlikte küle dönünceye kadar yanmadıkça içimdeki tıkanıklıkla birlikte yaşamak zorunda kalacaktım.

* * *

Ertesi gün köy büyük bir dehşetle sarsıldı. Köyün bütün erkekleri mezarlıkta toplandık ve başta imamı olmak sayısız ayetler ve dualar okuduk. Allah’tan bizlere sabır, akıl ve ihsan nasip etmesini diledik çünkü önümüzde ki manzaranın akıl alır bir yanı yoktu.

Önceki gün kabarmakta olan mezarlar bugün patlamış ve çiçek açmıştı.

Ama ne çiçek! Gövdesi yerden en az bir buçuk metre yüksekte duran, sarımsağımsı bitkinin** altından sarkan kılcal damarların arasından görünen insan bedenleri zaman zaman hareket ediyor, zaman zamansa çökerek bitkinin devrilmesine sebebiyet veriyordu. Devrilen bitkilerin yırtılan damarlarının arasından ortaya çıkan, bir süre önce gömülmüş olan, tanıdık simalar titremeye başlayarak son bir kez daha hareket ediyor ve sonra yeniden eski, ölü hallerine geri dönüyorlardı.

Bu kargaşanın ve çılgınlığın ortasında bir ürperti hissettim. Korku ve tiksinti hissi yeniden geri dönmüştü ve bu seferkiler öncekilerden daha şiddetliydi.

Telaşa kapılmış ne yapacağımı düşünürken, sabahın ilk saatlerinde olmamıza rağmen zifiri karanlık bir boşluğun ortasında olduğumu fark ettim. Başımı kaldırıp doğuya, tepenin arkasında yükselmek olan güneşe doğru baktım. Gözlerimi kör edecek olsa da ışığa ulaşmak istiyordum ama önümde bir engel vardı. Karanlık, zifiri karanlık bir engel.

Karşılıklı olarak birbirimize baktık. Onunla bir bağ kurduğumu hissettim, gölgesiyle beni kavrıyor ve konuşuyordu. Sonunda ilk kez insansı bir tavırla hareket ettiğini gördüm, başını iki yana sallayarak hayıflanıyor gibiydi. Bana söyledi ki sadece ölülerimizi diriltmek istemişti ama tek yapabildiği şey kaçkınlığın ve sapkınlığın kilidini açmak olmuştu.

Bir kez daha köyümüzü ziyaret edeceğini söyledi, bu sefer mezarlarımızda yarı ölülerin değil gerçek insanların çiçek açacağını söyledi.

Umarım ne on yıllar ne de asırlar sonra buraya geri gelir. Eğer bu çılgınlığı atlatıp huzur içinde ölebilirsem bir daha dirilenin tohumunu çiçek açmadan Azrail hasat etsin.

*Aşılama, çoğaltılması istenilen çeşitten, bir gözün veya aşı kalemi adı verilen bir dal parçasının anaç adı verilen diğer bir bitki üzerine yerleştirilip tutturulması işlemidir. Bu işleminin 1000 yıldan uzun süredir var olmasına rağmen burada anlam karmaşasına neden olmasının sebebi, “aşılama” teriminin verilmesinin sadece son birkaç yüzyıla dayanmasıdır.

** Bir efsaneye göre Lokman Hekim sonsuz hayatın iksirini bulmuştur, ancak Cebrail melek doğanın varoluşuna aykırı olan bu iksiri devirerek yok etmişlerdir. Günümüzde bu iksirin döküldüğü yerde dünyadaki ilk sarımsağının yetiştiği rivayet edilir.

Onurcan Kurt

İsmim Onurcan Kurt. 1993 Samsun doğumluyum. Üniversite eğitimimi İzmir’de tamamladım ve şu anda bir fabrikada makine mühendisi olarak çalışmaktayım. İlk yazı deneyimim bir kitaptı. Yazdım, okudum ve açıklarımı gördüm. Senelerdir de bu açıklarımı kapatmak için okumalar ve mini denemeler yapıyorum. Hala bir sonuca varabilmiş değilim ama artık elimde olanları göstermeye başlamam gerektiğini düşünüyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *