Eğildi suya.
“Beni neden buraya koydun?” dedi. Yolu doğruydu ama yönü değildi. Onunla konuşmayacaktım. Oyunun bozulmayacağını bilsem konuşurdum, kurallar değildi umurumda olan. Oynamak istiyordum. Bir esinti yolladım yöresine. Ürperdi hafiften, sarıldı kendine.
“İçeri girsem iyi olacak,” diye mırıldandı kendi kendine. Kelimeler ağzından bir kaçış yolu bulsalar daha çok üşüyecekmiş gibi hissetti. “Yağmur başlar birazdan,” diye düşündü peşinden. Güya bana duyurmuyordu. Sanki her şeyi duyduğumu bilmiyordu. Sitemkârlığını çocukça belli eden bu tatlı havasına rağmen onu yalnız bırakmak zorundaydım.
O içeri girerken verandaya çıktı diğeri. Yağmuru seviyordu, karanlık bulutlar ona güneşli havadan daha doğal geliyordu. Fırsatı varken bu aidiyet hissinden olabildiğince faydalanma planları kuruyordu.
Baktı göğe.
Müzik yukarıdan mı geliyordu kafasının içinden mi? Bunun ayrımını yapmak neden bu kadar zordu? Yani ben elbette biliyorum da o bunları düşünüyordu. Hem iç hem dış ses olmak kolay değil. İçimden geldi birden, yardım ettim ona. Müzik içeriden geliyormuştu. Ona yağmurun, gök gürültüsünün sesi yeterdi. Şimşekler ona göre doğanın bahşettiği görsel bir şölendi. Ama karşı da değildi müziğe, nihayetinde melankolisini biraz dramatize etmenin ziyanı yoktu. Severim onu; o da beni ta en içte sever, bunu da kavramıştır ama bilmez. Ben usulca dururum onun içlerinde alışılmış ama yabancı, dağınık bu his diye.
Her şeyi bilmenin bana katamadığı tek şey bir şeyleri anlamlandırmaya çalışmanın, belirsizliğin yaşattığı duyguyu asla bilmeyecek olmamdı. Bir kere okumayı öğrendin mi artık anlamsız değildir semboller, kendiliğinden forma giriverir bir düşünce diye kafana girerler. Bu yüzden onları kıskanıyordum işte. En az on kişinin bunaldığı kadar ben sıkılıyordum bu derde düşünce.
Yıldırım düştü evlerine. Bir anlık sinir, öfke… Her birini ayrı seviyor ama dönüştürmeden yaratmayı israf görüyorum. Biri diğerine tıpa tıp benzemedi şu güne kadar, yine de birbirlerinin yerlerini öyle ya da böyle dolduruyorlar.
Elimin tersini çevirdim.
Silkeledi topraklı ellerini. Fidan dikim festivali bitmek üzereydi. Çeşitli dualar ediliyordu, bunu sevimli buluyordum. Benim açımdan farkı yoktu ama önemsenmeyi seviyordum, izin verip dinliyordum. Ne diyeceklerini zaten biliyor olmak değildi hoşuma giden, dilim sessizliğimdi ve iletişim kuruyorduk.
Birden bir gürültü koptu. Köyün bir yanında dikilen fidanlara denk, yüz yaşında, kalın gövdeli bir ağacı köyün öteki yanında devirmeyi seçmiştim.
İçlerinden güçlüce bir tanesi yakardı, dayanılmaz bir istek duydu içinde. Kaptığı küçük bir orakla talan etti alanı, parçaladı fidanları. Muhtemelen yüzyıllık ağaçlar yıkılmasın diye.
Her şey değişti bir anda.
Kocaman açılmış gözlerini dikti tam gözlerime. Yerimi nasıl biliyordu? Kimdi bu? Nasıl başarmıştı bunu? İnanılmaz bir zevkti, tüm zamanların en muhteşem heyecanıyla nefesimi tutar bulmuştum kendimi. Hemen sonra bu donduran hissin adına korku dediğiniz olduğunu düşünebildim zar zor. Bildiğim hiçbir şeye erişemediğim, kendimle baş başa, onunla yüz yüze kaldığım an tanıdım varlığımı.
Nasıl olduysa artık bu iradeli, duygularının oradan şuraya savurduğu yeni tür her türlü müdahalemi reddediyordu. Kendi oyunumu oynayamaz olmuştum. O günden beri ben, endişeli bir yaratıcı yazarım. Gözlüyorum daha çok.
Bir gün bana ne olabileceğini bilmemenin tedirginliğinde minnetle kendimi duyumsuyorum.
Bilemedim ama bana kısa geldi. Öyle ki bir bakmışım ikinci kez okuyorum ve ardından aynı yine aynı düşünce " Neden bu kadar kısa "
Biraz daha uzun olsaydı, yine aynı tadı verir miydi, bilemedim