Öykü

Karanlık Hafıza

“Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir…”

– Goethe

Fikri gözlerini açtığında, saat sabahın altısı idi. Sırtında, hafif bir ağrı sezmesi; saate bakmak için doğrulması ile aynı ana denk geldi. Dün, on saat boyunca bir inşaatta moloz taşımış ve işvereni ertesi güne sarkmasını önlemek için, iki saat daha fazla mesai yapmasını istemişti. Bunun karşılığında otuz lira almıştı; ama çalışan diğer arkadaşları gibi, patronuna küfretmekten geri kalmamıştı. Yer yatağından doğrularak, yüzünü yıkamak için banyoya ağır adımlarla yürüdü. Ayna o kadar eskiydi ki; yüzünü görebilmek için, kafasını sağa sola oynatması gerekiyordu. Yüzüne birkaç avuç soğuk su çarparak, kendine gelmeyi umdu. En son vurduğu soğuk su, midesinin boş hissetmesine neden olmuştu. Bu bir nebze de olsa, ayıldığına delaletti.

“Sıcak bir mercimek çorbası olsaydı!” diye geçirdi içinden, “Bir somun da ekmek!” diye devam etti.

“Fikri, kendi kendine konuşmaya başladın, senin beynin sırtında mı? O kalas dün sırtına düştü, oğlum!” diye alaylı bir ses duydu. Sonra devam eden kahkahaları işitti, Fikri. Yıkanmaktan, artık emiciliğini kaybetmiş havluyla yüzünü ve ellerini sildi. Banyo kapısından çıkarak; yer döşemelerinin gıcırdamaları eşliğinde, döşeğinin yanına geldi. Yataklarında uzanan ve ona sırıtarak bakan arkadaşlarına dönerek: “Boş boş konuşmayın da, yiyecek bir şeyler hazırlayın!” dedi.

Hep birlikte yer sofrasında oturarak, çorba içmeye başladılar ve birkaç yudum içtikten sonra, “Siz inşaata gidin, benim birkaç yere uğramam gerekiyor.” dedi, Fikri.

“Ne gibi yerlere uğrayacaksın?” diye soru soran Halil’di. Ağzındaki lokma yüzünden, kurduğu cümle garip bir hâl almıştı.

“Kardeşime para yollayacağım.” diyerek geçiştirdi. İnandırıcı bir hâl alması için de, sarf ettiği kelimelere umarsız mimikler eklemeye çalıştı. Gözlerini, diğerlerinin bakışından kaçırmış; daha fazla soru sorulmasını engellemek amacıyla, ekmeği uzatmasını istemişti, Adil’den. Öyle de olmuştu. Sanki bu soru hiç sorulmamış gibi; sofrada bulunan beş kişi, kaşık sesleri ile çorba üfleme üzerine yoğunlaşmışlardı.

Arkadaşları, evden çıkmak için kabanlarına davrandıkları anda, “kolay gelsin ağalar” diye seslendi. Herkesin evden çıktığına emin olduktan sonra; yastığının içindeki paraları kontrol etti. Eksik yoktu. Lastik ile düzene sokulmuş bir tomar parayı yanına aldı; fi tarihinde boyandığı belli olan, artık zamana yenik düşerek çürümeye başlamış kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Gideceği ilk adres, gerçekten de postaneydi.

Fikri, postaneye doğru yürümeye koyuldu; anasının, özene bezene koyun postundan yaptığı palto ile neredeyse hiç üşümüyordu. Ayakları üşüyordu elbette, çünkü ayakkabısının her yeri delik deşikti. Bir an için, önceden bir dükkânın vitrininde gördüğü ayakkabıyı almayı düşündü; ama bu fikirden hemen vazgeçti. Beğendiği o ayakkabı, neredeyse bir buçuk yevmiye civarındaydı ve onu alması arkadaşlarını işkillendirebilirdi.

Camii minaresini gördüğünde, postaneye çok yaklaştığını anladı ama açık olduğunu bilmiyordu. Kendisine doğru yaklaşan, yaşlı başlı bir bey amcaya saati sordu. Adam; en son çocukluğunda, köyde muhtarın kullandığı saate benzer bir cep saatini, ceketinin iç cebinden çıkardı ve gözlerini kısarak bir süre baktı.

Sesine, elzem bir ihtiyacı karşılamış olmanın gururunu taşıyan bir tonlama vererek,

“Yedi buçuk evladım.” diye seslendi.

“Eyvallah Bey amca, hayırlı günler…” diye karışık verdi Fikri.

Postane saat sekizde açılıyordu, zaten oraya gidene kadar en az on beş dakika geçeceğini biliyordu.

Gri renkli postane kapısını ittirdi ve hemen sol tarafa dönerek, sıra numarası almak için cihazın düğmesine dokundu. Makine, içinde rulo halinde bulunan kâğıdı yakarak, mekanik bir ses ile “005” numaralı fişi dışarı verdi. Turuncu renkli banko sandalyelerine oturarak, sıranın kendisine gelmesini bekledi. Sıranın kendisine gelmesi yaklaşık on beş dakika sürmüş; bu zaman zarfında, bankoların arkasından gelen sesleri işitmiş, postane müdürü olduğunu tahmin ettiği kişinin, etrafına yağdırdığı emirlere odaklanmıştı. Kendisine de sürekli emir kipi ile hitap edilmesinden midir, bilinmez, postane işçilerine içten içe hak verdi. Boynunu büken posta elemanın önüne geçip, aldığı soyut yaraların bir nebzede olsa yatıştıran küfürler etmek istedi. Yılgın bir ifade ile bunun ne kadar saçma bir hareket olacağını düşünerek, posta zarfına ismi ve adres bilgilerini doldurdu. Nihayet sıra kendine geldiğinde, dört bin beş yüz lirayı, kız kardeşinin adına yatırdı. Ve bir mektubu da zarfa iliştirerek görevliye uzattı. Mektupta şöyle yazıyordu:

“Canım kardeşim Şükriye,

 Sana müjdeli bir haberim var.

Arkadaşımla birlikte at yarışı oynadık. Bende birkaç at söyledim ve hepsi geldi. Bahtım bana göz mü kırpıyor ne. Hiç ümidim yoktu ama 10.000 kazandık. Annemi ellerinden öperim, 4500 lira size yolluyom. Kendine iyibakın.”

Fikri, hayatı boyunca hiç at yarışı oynamamıştı. Bu ona göre, arada sırada uydurduğu beyaz yalanlardan sadece biriydi. Bir önceki beyaz yalanda, iki ay önce inşaatta yaşanan büyük kavgada, aldığı yaraları kardeşine söylememesi idi. Beş bin lirayı; aslında Mümtaz dayının kahvesinde, daha fazla maaşlı iş ilanı ararken bulmuştu. “Dolgun ücretli iş” diye yazılmış bu ilanın içeriğini, telefon ile aradığı anda öğrenebilmişti.

Postane kapısını açtığında, yüzüne dondurucu bir soğuk çarptı ve kafasını paltosunun içine sokmak istedi. Neredeyse on adım attıktan sonra, yolun karşı tarafına geçmek için, kırmızı ışıkta beklemeye koyuldu. İşte tam o anda; bir kulak çınlaması ile yere yığıldı, çınlama kendini tarif edilemez bir cızırtıya çevirdi ve bilinci geçici olarak yok oldu. Kendine geldiğinde, etrafında toplanarak ona bakan insanlar gördü. “Hiçbir şeyim yok!” diyerek doğruldu ve kliniğe gitmek için yavaşça adımlarını hızlandırdı.

Yaklaşık on dakikalık yürüyüş sonrasında, birçok tabelanın olduğu iş merkezi kapısından girip, merdivenlerinden çıkmaya başladı. Beşinci kata çıktı ve neredeyse çok az ışığın girdiği koridorda yürümeye devam etti. Birkaç adım sonra, maun renkli kapıyı hatırladı ve sol tarafında bulunan zile basarak beklemeye başladı. Çok geçmeden kapının mekanizma sesi duyuldu ve üç gün önce de karşılaştığı; o kumral bukleli saçlara ve kendisine bakan boncuk gözlere bir an baktı ama gözlerini kaçırdı. Sekreteri görerek yine, kalp atışları hızlanmış, soğuk terler dökmeye başlamıştı.

“Hoş geldiniz, buyurun şöyle oturun.” diye seslendi Jale.

Fikri, fısıldar gibi bir şeyler geveleyerek koltuğa oturdu. Koltukta rahat oturamıyor, heyecandan oradan kaçacakmış gibi bir izlenim bırakıyordu.

Naif ve kadife bir ses tonu ile “Bir Türk kahvesi içer misiniz?” diye sordu Jale.

“Eyvallah, böyle iyiyim efendim.” diye cevap verdi, Fikri. Sekreterin, bu söze karşı gülümsemesi, içebileceği bütün Türk kahvelerinden daha fazla rahatlamasına neden olmuştu.

Kısa bir süre sonra, cam filmi ile kaplanmış iç kapı açıldı ve içeri buyur edildi. Doktor, üniformasını düzelterek masasına oturdu ve eli ile oturmasını işaret etti. Önündeki dosyaları karıştırdı ve birkaç defa, Fikri’ye uzunca baktı.

En son kâğıt hışırtısından sonra, şöyle bir soru yöneltti: “İyi görünüyorsunuz, Fikri bey. Herhangi bir sorun yaşadınız mı?”

Fikri, kliniğe gelirken kulağında bir çınlama olduğunu ve rahatsız edici bir cızırtı ile bayıldığını anlattı. Bunları söylerken, doktorun bıyık altından gülümsemesini izledi ve bu gülümsemeyi cahilliğinin bir nişanesi olarak yorumladı.

Doktor, “Sizi ciddi olmayan yan etkilerin oluşabileceği konusunda uyarmıştım. Bunlar çok önemli yan etkiler değil.” diye cevap verdi. Fikri’nin endişelerini bir nebzede olsa dindirmeye yetmişti. “EEG” çekimi için yan odaya geçebilirsiniz, iki gün sonra sizi tekrar kontrol için bekliyoruz.” diye devam etti.

Fikri, “EEG” koltuğundan doğrulduğunda, doktorun hiçbir sorun görünmediğini, aşının çok başarılı bir şekilde cevap verdiğini ve kendisinin bir kahraman olduğunu söyleyen adamı tebessümle dinledi. Randevu kâğıdını cebine sıkıştırarak, eve doğru yola koyulmak için ayağa kalktı.

Eve varmadan önce, kıraathaneye giderek birkaç çay içmeye karar verdi. Ufak bir tabureye oturarak, kendine bir çay ısmarlamak için el işareti yaptı. Hüseyin, çayı getirdiğinde ona ne kadar borcu olduğunu sordu. “Fikri, daha dün sordun ve sana elli lira olduğunu söyledim. Erkenden bunamaya mı başladın?” diye söylenmesini dinledi. Bunları söylerken, gözlerini garip bir şekilde hızlıca kırpıyor, suratı gittikçe daha da kırmızıya kayıyordu. Fikri’nin uzattığı elli lirayı hızlı bir hareketle cebine soktuktan sonra, yelkenleri suya indirerek, biraz daha sakinleşmeye başladı. Yine de, ne yapacağı belli olmayan bir mizacı vardı. Ona, sürekli sinirli bir yapıya sahip ve kilolu olduğu için, “Sinir küpü” diye lakap takılmıştı. Tabii ki, bu lakaptan onun haberi yoktu. Duyması halinde, çay tepsisini kafada paralaması işten bile değildi.

Eve yaklaştığında, hava kararmaya yüz tutmuş; sokak lambaları, bu karanlığa karşı çıkmak için, ışınlarını bir o yana bir bu yana saçmaya çalışıyorlardı. Yine de, siyahın baskınlığına engel olamıyorlardı. Evin olduğu sokak, diğer sokaklara göre daha da karanlığa gömülmüş; onu bekleyen aydınlığı, silikleştirmek için can atan bir hâle bürünmüştü. İçeri girdi ve paltosunu, kapının yanındaki askılığa astı. Hemen ileride, sağ tarafa doğru yürüdü ve bazı süngerleri kumaşından dışarı doğru taşmış yırtık koltuğa attı kendini.

Kafasını koltuğa iyice yaslayarak, tavana doğru bakmaya başladı. Gözlerini kapatarak, biraz dinlenmek istedi. Birden, gözleri daha fazla kararmaya, göz kapaklarından bile fark edilebilecek bir siyahın retinasına aktığını hissetti; ardından, daha önce sokakta olduğu gibi çınlama duymaya başladı. Fikri, doğrulmak için hamle yaptı ancak, hiçbir bir şekilde bedenini kontrol edemedi. Zihnindeki anılar, hiçliğe bürünmüş rüzgâr edasıyla teker, teker kopuyor; odanın rutubetli atmosferine doğru yükselmeye başlıyordu. Sonra derin bir sessizliğe hapsolan zihni, sadece mutfaktaki lavabo tezgâhının altından damlayan sesleri duymaya başladı. Bağırıyor ancak, kendi sesini bile duyamıyordu. Sadece yer çekimine yenik düşüp, metale çarpan su sesini duyuyordu…

Bir süre sonra, artık öleceğine içtenlikle ikna olarak, et ve kemik yığınının içinde çırpınmayı kesti. İçinden birkaç dua okudu. Kız kardeşini düşündü, annesinin sesini hayal etti, babasının mezarındaki birçok kez suladığı çiçekleri düşündü. Sonra karanlık, usulca gözlerine tamamen bir perde çekmeye, onu zifiri bir siyaha doğru itmeye başladı.

Karanlık yürümeye engel değildi artık, siyahın o kocaman boşluğunda kısa adımlar atıyor, attığı adımların sorumluluğunu hiç umursamıyordu. Fikri, artık sadece yürüyordu…

Adil, kapının kulpunu eli ile çevirdi ve kapı yağsız menteşelerinin birbirlerine sürtünmesi ile gıcırdayarak açıldı. Kapı eşiğinde, dikildi; elindeki ekmek dolu poşeti, istemsizce elinden düşürmüş; ona bakmaya ve ne olduğunu idrak etmeye çalıştı. Fikri, duvara doğru yürümeye çalışıyor, başaramadığı hâlde tekrar ısrarlarla devam ediyordu. Kolları ve ayakları, uyumlu bir ritim tutturarak; sürekli bir devinim içinde yürümeye çalışıyor, kafası da bu ahenge karşı gelemiyor ve duvara vuruyordu. Yüzünü gererek, içindeki endişeyi bastırmaya çalıştı. Ağır adımlarla yanına yaklaşırken, kalbi küt küt atmaya devam ediyor, kalbinin sesini kulağında duyabiliyordu. Eli ile omzundan çekti Fikri’yi, bu sefer üzerine yürümeye başladığı için, geri adım atarak dengesini kaybederek yere düştü. O ise, yürümeye devam ediyor; gözlerindeki derin boşluğu görmüş olan Adil ise, ürkerek ona yol vermek için kenara çekildi. Açık kapıdan geçerek giden arkadaşına dönerek baktı. “Fikri, ne oldu sana? Fikri!” diyerek arkasından bağırdı ancak, karşılık alamadı.

Fikri ise, ilerideki sokak lambalarının ışığına aldırmaksızın, sadece karanlığı hedef alan yürüyüşünü hiç bozmadı. Karanlık ve hiçlik, kucağını açmış; sürekli onu çağırıyordu.

Benan Pastaci