Öykü

Hamdi’nin İsteği

Hamdi, başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Öğretmen ders anlatırken pencereden dışarı bakar, sınıftaki oğlanlar teneffüste futbol oynarken o, cılız gövdesiyle okul bahçesinde amaçsızca oradan oraya koşardı. Kızların oyunlarına da karışamazdı, onların tiz sesinden korkar, bilmiş bilmiş sohbetlerine ayak uyduramaz, yanlarında sessiz süklüm püklüm kalırdı. Pahalı bir mağazadan okulun renklerinde alınmış üniforması, ayağında bir kerecik olsun topa vurmamış gıcır gıcır kramponlarıyla, diğer çocukların arasında ufo gemisinden okula kazara düşmüş bir uzaylıydı sanki. Ne bilgisayar oyunlarına, ne futbola, ne de kitaplara ilgisi vardı. Onun en büyük tutkusu oyuncak bebeklerdi.

Hamdi’nin babası Cengiz Bey eski kafalı bir adamdı. Hamdi doğmadan önce babasından devraldığı perdecilik işiyle uğraşıyordu. Zamanla işini büyütmüş, İzmir’in üç semtinde şube açmıştı. Refaha ermesine rağmen doğup büyüdüğü mahalleden ayrılmamış, Hamdi doğduktan sonra yaşadığı eve fazladan iki kat çıkmıştı. Kuşandığı pahalı giysiler, elinde kehribar taşı tespihi, karısının bileğine donattığı altın bileziklerle, mahallelinin karşısında kasım kasım kasılırdı.

“Neden daha iyi bir yere taşınmıyorsun abi, paran pulun da var,” diyenlere, “Ben burada doğdum burada büyüdüm, insan geçmişine sahip çıkmalı,” derdi. İşte bu yüzden, oğluna biricik babasının ismini vermiş, çocuğu koleje göndereceğine kendisinin de mezun olduğu devlet okuluna kayıt ettirmişti.

Cengiz Bey, hep erkek çocuğu olsun istemişti. Erkek adam gibi yetiştirecekti evladını. Kıvrak zekâlı, top koşturan, korkuya meydan okuyan, hoyrat, deli dolu. Hamdi, ufacık boyu, sıska gövdesi, cılız sesiyle, bunların hiçbirini karşılayamıyordu. Babası, o daha istemeden, en iyi futbol topunu, kramponu alırdı ona. Mahalledeki çocuklar, Hamdi’nin kramponlarını ödünç alıp maç yaparken, Hamdi çoraplarıyla bağdaş kurup onları izlerdi. Babası, her akşam bir torba dolusu kamyon, kılıç, yarış arabası, getirirdi oğluna. Hamdi, oyuncaklarını alıp sokağa çıktığında, diğerleri oyuncaklara hücum eder, kırar döker, ya da evlerine götürürlerdi. Hasbelkader oğlanı oyunlarına aldıklarındaysa, Hamdi hep ebe olurdu. Onun en iyi bildiği şey, yaşadığı apartmanın bahçe duvarına oturup, çocukların coşkusuna içinden bağırmak, yerli yersiz esereklenmelerine çunmak, kurdukları oyunları bir hayalet gibi uzaktan izlemekti. Hamdi yalnızca izlemeyi biliyordu.

Babası, oğlunun bu acınası halini kabullenemez, “Yakışır mı benim oğluma böyle karı gibi davranmak,” diye haykırır, kocaman gövdesiyle çocuğun üzerine çullanıp üst kattaki oturma odasına sürükler, ışıkları söndürüp kapıyı üstüne kitlerdi. Hamdi karanlıkta kalınca, herkesten gizlediği, kuzeninin odasından gizlice aşırdığı bez bebeği cebinden çıkarır, onunla konuşur, sessiz sessiz akıttığı gözyaşlarını bebeğin saçlarına sürerdi.

Ne boya kalemleri, ne televizyon izlemek, ne de annesinin marketten aldığı plastik dinozorlar, bebekle oynamanın yerini dolduramıyordu. O pazar günü de, annesiyle birlikte dayısını ziyarete gitmişlerdi. Kuzeni Ece anneannesindeydi. Büyükler salonda otururken, Hamdi de Ece’nin odasında bebeklerle oynuyordu. Elindeki sarı saçlı bebeğe, matematik ödevinden hiçbir şey anlamadığını, sabah kahvaltısında annesinin menemene gene acı biber serptiğini, kramponla yürümenin zor olduğunu ve rahat bir spor ayakkabı istediğini, yeni başladığı uçak maketinin kanadını elektrik süpürgesinin yuttuğunu anlatıyordu. Bebek, çocuğu oyuncak bebek gibi dinliyor, sesini çıkarmıyordu. Hamdi bebekle, hiç kimsenin yanında konuşamadığı kadar konuşuyor, nefes almadan anlatmaya devam ediyor, komik şakalar bile yapıyordu. Kapının birden açılmasıyla, annesinin lacivert eşarplı başı görünmüştü kapı aralığından. Kaşlarını çatmış fısıltıyla bağırıyordu.

“Gene mi bebekle oynuyorsun sen? Ne söz vermiştin gelmeden? Hani başka şey oynayacaktın! Baban duyarsa, gene odaya kitler seni.”

Hamdi, annesinin dehşetle büyümüş gözlerine bakıyordu. Elinde tuttuğu sarı saçlı bebeği yere fırlattı. Annesi, oğlunu başıyla onaylayıp kapıyı kapattı. Kocasına karşı gelecek gücü yoktu. Cengiz Bey, oğlunu nasıl yetiştirmek istiyorsa öyle yetiştirecekti. Oğlu da, kendisi de, ona itaat etmek zorundaydı. Bu, üçünün arasında hiç söze dökülmemiş sessiz bir anlaşmaydı.

Okulun ikinci döneminde, sınıfa İstanbul’dan nakil bir öğrenci gelmişti. İsmi Sırma’ydı. Teneffüslerde kimseyle oynamıyor, tek başına sınıfta oturuyordu. Bir iki ay sonra bahçeye çıkmaya başladıysa da gene kimseyle kaynaşmamış, diğer kızlar ip atlarken, tek başına bir köşede ayağıyla yerde daireler çiziyordu.

Sıcak bir Mayıs günü, herkes öğle teneffüsünde bahçede oynarken, sınıfta yalnızca Sırma ve Hamdi kalmıştı. Uzun bir sessizlikten sonra,

“Çantamda ne var görmek ister misin?” diye sesleniverdi kız Hamdi’ye.

Çocuk, o güne kadar isminin yalnızca kendisiyle dalga geçilmek için kullanıldığına alışkın olduğundan, kızı duymazlıktan geldi. Kız üst üste adını yineleyince, Hamdi, kendine seslenildiğini bile bile, heyecanla etrafına baktı. Kız çantasının fermuarını açıp, barbie bebeğini dışarı çıkardı. Hamdi’nin gözleri yuvalarından fırlamıştı. Daha önce yalnızca oyuncakçı vitrinlerinde gördüğü barbie bebeklerden bile güzeldi bu bebek. Üzerinde, simli parlak mor kumaştan bir gece elbisesi vardı. Belinin aşağısına uzanan sarı saçları elbisenin kumaşından bir kurdeleye sarılmıştı. Hamdi büyülenmiş gibi bebeği izliyordu.

Kız eliyle, gel işareti yapınca, Hamdi yerinden fırlayarak kızın yanına koştu. Çekinerek bebeğe uzanınca, Sırma oyuncağını kendine çekti.

“Onun adı Beren. Bu gece düğüne gidecek, onunla gitmek ister misin?”

“Çok isterim!” diye bağırdı Hamdi.

“O zaman elinden tut,” dedi Sırma.

Hamdi bebeğin minicik elini tutarken, Sırma da, pembe topuklu ayakkabılarıyla sıranın üzerinde yürütüyordu.

“Elbisem ne kadar güzel değil mi?”

Hamdi tam ağzını açacakken, öğretmen sınıfa girdi.

“Siz ne yapıyorsunuz orada?” diye haykırdı. “Okula oyuncak getirmenin yasak olduğunu bilmiyor musunuz?”

Sırma bebeğini hızla çantasına kaldırdı. Öğrenciler birbirlerini ittirerek sınıfa doluşurken, Hamdi dona kalmış, öğretmenini izliyordu.

Öğretmen, Hamdi’ye başıyla yerine geç işareti yaptı. Hamdi, yerinden kıpırdayamıyordu. Yerine oturduğu çocuk, yanı başında dikilip ayağına tekme atınca, aksayarak sırasına yöneldi.

“Ya öğretmen evi ararsa?” diye ödü kopuyordu. Eve dönüş yolunda kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Annesi kapıyı açtığında, normal görünüyordu. Hamdi derin bir nefes aldı. ‘Ya babamı aradıysa?’

Cengiz Bey, o akşam eve her zamankinden erken dönmüştü. Zile basmak yerine kapıyı yumrukladı. Karısı telaşla kapıyı açtığında, kadını omzundan itekleyerek ayakkabılarıyla içeri daldı.

“Hamdi, çabuk gel buraya!”

Hamdi, bir çırpıda karyolasının altına sıvışıp duvar dibine yaslandı. Kalbi bir yandan güm güm atarken, barbie bebeğin yüzü gözünün önünden gitmiyordu.

Cengiz Bey’in ayak sesleri odanın içinde yankılandığında, Hamdi nefesini tuttu.

“Çık hemen saklandığın yerden!” diyerek ayağını yere vurdu babası. “Benim oğlum bebekle mi oynuyormuş?”

Hamdi, yavaşça sürünerek yatağın altından çıktı. Beren’in plastik minicik ellerini halen avucunun içinde hissediyordu. Yumruğunu sıktı. Babasının gözlerinin içine bakıyordu.

“Beren’le oynamıyordum,” diye fısıldadı. “Birlikte düğüne gidiyorduk.”

Cengiz Bey, elini havaya kaldırdı. Karanlık bir esinti çocuğun yüzünü yaladı geçti. Tokat tam yanağına inecekken, Hamdi bir anda yere eğildi. Cengiz Bey’in hızla aşağı inen hırçın eli komodinin kenarına çarpmıştı.

Adam, acıyla inledi.

Hamdi, bir çırpıda babasının bacakları arasından geçerek odadan çıktı, üst kattaki oturma odasına koştu, kanepenin üzerine tırmanıp babasının yerine, kendisi ışıkları söndürdü. Cebindeki bez bebeğin kafasına tırnaklarını geçirmiş, babasının yaklaşan ayak seslerine kulak kesilmişti.