5 Nisan, bir yıl olmuş, son gün gelmişti. Ilık bir akşam üstü, elinde alışveriş torbalarıyla cadde üzerindeki süpermarketten çıktı. Dar kaldırımlı yol boyunca zorlanarak yürümeye başladı. Bedeni yaşlılıktan iyice yıpranmış, eli kolu neredeyse tutmuyordu.
Birkaç blok yürüyüp, yorgunluktan nefesi kesilince, yolda karşılaştığı bir gence, “Oğlum bakar mısın?” diye seslendi ama genç duymazdan gelerek geçip gitti. Bazıları bunu o kadar kanıksayarak yapardı ki gerçekten duyup duymadığını anlamak mümkün değildi. O cinslerin dikkatini çekmenin yolu başkaydı ama bugün değil diye düşündü.
Bugün değil.
Arkadan gelen üniformalı öğrencilere gözü ilişti. Beş kişiydiler. Fazla kalabalık. Birbirlerini şaka yollu yumrukluyor, gürültülü ve sakar tavırlarıyla hiç güven vermiyorlardı. Bu çocuklarda kötülük tohumları çoktan filizlenmişti, masum görünmüyorlardı. Ama nihai bir karar vermek için de fazla gençtiler. “Onlar için daha erken,” dedi kendi kendine. “Onlar hâlâ kurtarılabilir.”
Sonunda iki bina arasındaki duvara nefesi düzelene kadar sırtını yaslamayı başardı. Kimse onun varlığını algılamıyor, herkes isine gücüne bakıyor, hızlı adımlarla yolları arşınlarken yolun sonuna gelmiş bu ihtiyarın yanından geçip gidiyorlardı.
Köşe başına vardığında, deri ceketli yirmilerinde bir adam dikkatini çekti.
O mu?
Lütfen o olsun.
İyice yaklaşan adamın cansız yeşil gözlerine baktı.
“Delikanlı, bir dakika bakabilir misin lütfen?” diye seslendi.
Adamın bakışları önce yüzüne, sonra iki büklüm olmuş bedenine ve sonra tekrar yüzüne konarak onu tepeden tırnağa süzdü. O ihtiyarın değerini biçmeye çalışırken, ihtiyar da boş durmuyor, adamın gözlerinde kötülük emareleri arıyordu. Yaş ilerledikçe iyiyle kötüyü ayırabiliyordu insan ve bu gencin niyetini kendini süzüş tarzından anlamıştı.
Evet.
Bu o.
“Buyur amca, bir şey mi istedin?” diye sordu genç boğuk bir sesle.
“Oğlum, benim kalbim var, sana zahmet şu torbaları taşımama yardım eder misin?”
“Nerde ev?”
“İşte şuradaki bloklarda. Beş dakikalık mesafe ama yaşlılık işte, yokuş çıkmakta zorlanıyorum.”
“Ver bakalım poşetleri.”
Torbalar elinden alınınca yaşlı adam rahatladı ama delikanlı acelesi varmış gibi hızlı yürüdüğünden, yokuşlu yolda ona adımlarını uydurmak için elinden geleni yaparken nefesi yeniden kesilmeye başladı.
Sokağı ortaladıklarında genç biraz yavaşlayıp sordu:
“Amca senin kimin kimsen yok mu? Bu yaşta ne diye alışverişi kendin yapıyorsun?”
O küstah tını.
Yukarıdan bakış.
Senden güçlüyüm diyordu. Sense bitmişsin.
“Kimsem yok oğlum, yalnız yaşıyorum ben.”
Bir şey söylemeden yürümeye devam ettiler. Sokağın en tenha yerinde torbaları yere bıraktı genç, yüzüne bir gölge düşmüş, bakışları değişmişti.
“Sökül paraları babalık!” dedi.
“Param yok, bırak beni, canımı acıtıyorsun.”
“Giyim kuşamına bakılırsa oldukça zenginsin. O bloklarda tek başına yaşadığına göre en azından yüklü bir emekli maaşın var.”
“Beni bırakırsan sana yardımların için bir mükâfat verebilirim. Ama önce yakamı bırakmalısın.”
Mükâfat sözünü duyan gencin parmaklarının gevşemesini fırsat bilen yaşlı adam kendini çekip yakasını kurtarmayı başardı. Dengesini kaybettiği için birkaç adım geriledi. Genç öne atıldı. İhtiyarın cılız kolunu omzunun hemen altından kavrayıp iyice sıktı. İhtiyar acı ile inledi. Bu defa yakaladığı kolu ters biçimde kıvırarak kendine doğru çekince ihtiyarın gözü karardı can havliyle bir çığlık attı.
“Nerde bakalım cüzdanın? Ha? Söylesene ihtiyar, hangi cebinde?” Apartmanların gölgesinde kalan sokaktaki tüm pencereler, kapanmış gözler gibi, tepkisizdi. Çevrede o ikisi dışında tek bir can yoktu. Genç, cüzdanı bulabilmek için yaşlı adamın ceplerini hunharca karıştırıyor, bunu yaparken onu evirip çeviriyor, aşınmış ağrılarına yepyeni acılar ekliyordu.
“Nerde cüzdan, söylesene ihtiyar!”
“Sana verecek bir şeyim yok, neden anlamıyorsun?”
“Ölmek mi istiyorsun yoksa?”
“Defol git!”
Yaşlı adam can havliyle atılıp gencin kafasını kavramayı başardı. Bileklerini çenesinin altına dayayıp şakaklarını avucunun içiyle sıkıyor, onunla göz göze gelmeye çabalıyordu. Genç, kıvrak bir hareketle onu ileri savurup kendinden uzaklaştırdı. Yaşlı adam sırt üstü yere düştü. İşte bu kötü olmuştu. Daha sıkı kavramalıydı gencin kafasını. Bu genç onun son şansıydı ve şimdi onu kaybetmişti.
“Aynı babam gibisin! O da bana hiçbir şey vermek istemezdi,” diyen genç, ihtiyarın suratının orta yerine kalın parmaklı eliyle bir tokat indirdi. Ardından yerdeki poşetleri tekmeledi. Ama öfkesi dinmek bilmedi. İkinci bir tokat indi yaşlı adamın yüzüne. Sonra onu yere yatırıp üzerine abandı. Gencin ağırlığı altında eziliyordu şimdi.
Yaşlı adamın sağ kaburgasının altına arka arkaya inen yumruklar ızdıraba dönüşüyor, kor ateşle bıçak keskinliğindeki buz sarkıtları aynı anda saplanıyordu böğrüne. Acı çekmek yaşamını sonlandırma isteğini kamçılıyor ve yolun sonuna gelme fikri ona gittikçe hoş görünüyordu. Kendini bırakmış tamamen hareketsiz duruyordu. Gökyüzünde toplanan bulutlara dikti gözlerini ve ağlamaya başladı, gözleri ıslatan gürültüsüz bir ağlamaydı bu.
Kurtuluş var mı?
Hiçbir zaman olmayacak.
Ve tokatlar bir anda kesildi.
Başını kaldırdığında birinin, ona saldıran bu korkunç genci yakalamış olduğunu gördü. Deri ceketi yırtılan genç, adamın elinden kurtulup sokaktan aşağı koşarak kaçtı. Adam onu kovalamak yerine, kendisine doğru koşup yanında diz çöktü. Titremesine bir türlü engel olamadığı buruşmuş elini tutarak, “Amca iyi misin? Kalkabilecek misin?” diye sordu. Diğerinin aksine, bu gencin gözleri pırıl pırıl, bakışları sevecendi.
O mu?
Hayır.
Lütfen hayır.
O olamaz…
“Amca, iyi misin? Bir şeyin yok ya?”
Yaşlı adam kaldırımın köşesine sıkışmış işitme cihazını işaret etti. Genç getirip verdi, hasar görmemiş, hâlâ çalışıyordu.
“Melun herif, beni fena dövdü,” dedi toparlanmaya çalışırken.
“Kim o amca?”
“Tanımıyorum oğlum, yoldan geçerken yardım istedim. Para istedi, yok dedim, sonra beni dövmeye başladı.”
“Ambulans ya da polis çağıralım mı?”
“İyiyim oğlum. Polise de gerek yok. Evim yakında.”
Alışveriş torbasının içindekiler sağa sola savrulmuştu. Genç saçılan erzağı torbalara doldurdu, kurtulan bir portakal kaldırımdan aşağıya dek yuvarlanmıştı. Delikanlı koşarak o portakalı alıp diğerlerinin yanına koydu.
İki torbayı tek eline alıp amcanın koluna girerek onu yerden kaldırdı.
“Polis çağırmak istemediğine emin misin? Kaçtı şerefsiz ama polis onu bulabilir. Rengin de solmuş amca, hastaneye mi gitsek?”
“Adın ne oğlum senin?”
“Orhan.”
“Eve götür beni Orhan oğlum.”
* * *
Eve geldiklerinde Orhan, mutfak masasına oturmasına yardım etti. Ev her zamanki gibi temiz ve derli topluydu. Delikanlıdan, kendisine bir bardak su ve bir ağrı kesici vermesini istedi. Söylenileni yapan delikanlı ardından torbalardakileri yerleştirmeye başladı. Yaşlı adam Orhan’ın hareketlerini izlerken kendini tuhaf hissetti. Uzun yıllar boyunca kimseyle bu kadar yakınlaşmamıştı. Tanımadığı bir yabancı, dolabını açıyor sebze meyveleri alt bölmedeki çekmeceye yerleştiriyordu.
Alışveriş torbasının altından fayanslara yayılan kırmızı sıvıya ilişti gözü. Genç de fark etti bunu. Torbayı kaldırıp içine baktı.
“Amca bu domatesler çok fena ezilmiş,” dedi. “Üzülme ben gider yenilerini alırım,” diye ekledi.
“Gerek yok domates olmasa da olur.”
“Amca bak ne diyeceğim, istersen bundan böyle senin alışverişlerini ben yaparım. Yaşadığım yer buradan uzak değil. Benim için hiç dert olmaz. Ne dersin?”
Yapmamalıydı.
Bu genç hak etmiyordu.
“Amca sen iyi görünmüyorsun, biraz uzanmak ister misin?” dedi genç.
Başını hayır anlamında salladı.
“Arayabileceğimiz bir yakının var mı?”
O da yoktu.
“Senin için yapabileceğim başka bir şey var mı?”
“Bir çay demlersen sevinirim,” dedi.
Su fokurdayarak kaynamaya başladı, ocaktaki alevler çaydanlığın çevresine taşıyordu.
“Yak beni,” dedi içinden, “Beynimi kurut, içimdeki iflah olmaz arzuyu söküp atmama yardım et.”
Kan kırmızı çayın ince belli bardağa doluşunu izledi. Genç, bardağı masaya bıraktı. Kendi de bir sandalye çekip yanına oturdu. Yaşlı adam masaya tutunarak ayağa kalkıp dolaptan iki porselen tabak çıkardı. Elinde porselen tabaklarla lavabonun önünde durdu. Hepsini parçalamak ve kırılan parçaları kendi boğazını kesmek için kullanmak istiyordu. Rüyasında görmüştü bunu. Şah damarından fışkırıp yemek masasının üzerine çarpan kan… İşe yaramaz ve buruşmuş vücudunu terk eden hayat… Rahatlama…
Ama bunun yerine tabağa marketten aldığı kurabiyelerden koydu.
“Ben yalnız yaşarım, oğlum. Zamanı gelir delikanlı gibi dinç olurum, zamanı gelir böyle çökmüş bir ihtiyara dönerim.”
Genç, anlamaya çalışarak dinliyordu. Yaşlı adam elini gencin omzuna koydu, “İnsanın yaşamını sürdürmesi için başkalarına muhtaç olması çok kötü bir şey,” dedi.
“Öyle düşünmeyin, hepimiz bir gün yaşlanacağız. O zaman da bir sonraki nesil yardım edecek,” dedi.
Yaşlı adam sustu. Acıları gibi zihni de ağırlaşmıştı.
Genç, gitmek için izin istedi. Yaşlı adam onu kapıya kadar geçirdi. O eğilmiş ayakkabılarını bağlarken, yaşlı adam dizlerinin üzerine çöküp. “Üzgünüm,” diye fısıldadı; “Çok üzgünüm. Daha iyi bir insan olmayı isterdim.”
Genç gözlerini ayakkabısından kaldırıp, sen zaten iyisin diyecek gibi baktı. Yaşlı adam o anda gencin başını iki eliyle kavrayıp gözlerinin içine baktı. Bakışları genci büyülemişti.
“Sen yaşamayı benden daha çok hak ediyorsun,” dedi ona, “Ama gitmene izin veremem. Bu saatten sonra başka birini bulacak gücüm yok. Çok geç kaldım, anlıyor musun?”
Yaşlı adam yavaşça ağzını araladı.
Gencin dudaklarının arasından ince bir sis tabakası gibi çıkan ruhunu içine çekip onu yuttu. Bütün ağrıları bir anda dinmişti.
Gencin gözleri donuklaştı.
Boşluk.
Bedeni kapının önünde yığılı kaldı.
Yaşlı adam onu sürükleyerek mutfağa taşıdı.
Köpekbalığı derisi orijinal kutusundan on dokuzuncu yüzyıl İngiliz üretimi kan çekme aletini çıkarıp cesedin yanına koydu. Fildişi kaplama, antik Mısır döneminden kalma parmak neşteri ile küçük bir dokunuşla, damarı açtı. Bir cerrah ustalığı ile çalışıp, temiz iş çıkarıyordu. Bu işlemi o kadar çok tekrarlamıştı ki, tek damlayı bile heba etmeden bütün kanı sürahiye doldurmakta hiç zorlanmadı. On dakika içinde yaklaşık dört buçuk litre kan çıkardı ve bu miktar bir yıl boyunca sağlıklı ve dinç hissetmesi için yeterliydi.
Kani içerken bedeni gençleşmeye başladı.
Tatlıydı. Lezzetin en saf hali.
“Umduğum kadar iyi. Hatta daha iyi,” diye mırıldandı.
İçinde bir şeylerin yenilendiğini hissedebiliyordu. Sanki pörsümüş organları sertleşiyor, bedeni hızla dinçleşiyordu. Ellerine baktı. Kahverengi lekelerin kayboluşunu izledi. Buz dolabının çelik kapısındaki yansımada saçları gür genç bir adam vardı. Eski görüntüsüne ve sağlığına kavuşmuştu. Aslında her yıl, altı insan ruhu tüketip, yirmi beş litre civarı kan içebilse hep böyle genç kalabilir, hiç yaşlanmadan sonsuza dek yaşayabilirdi. Ama bunu yapmaktansa ucu ucuna hayatını sürdürmeye razıydı.
Orhan’ın iyice kurumuş cesedini bir bavula koydu. O canlı, cıvıl cıvıl genç, içi yenmiş bir meyvenin kabukları gibiydi şimdi. Kan çekme aletlerini temizleyip kutusuna yerleştirdi. Mutfaktan çıkmak üzereyken fayansların üzerindeki kırmızı lekelere takıldı gözü. Domateslerin suyu leke yapmıştı. Bunu unutmuştu. Ama lekeler ona hatırlatıyordu işte. Geride kalan lekeleri her zaman görebilirdi… Her şey karma karışıktı ama ipuçlarını hatırlayabilirdi… Bu duruma nasıl geldiğini, kim olduğunu, yaşayabilmek için neler yaptığını… Lanetten önce neyi ne kadar sevdiğini, gerçekte nasıl bir insan olduğunu belki yeniden hatırlayabilirdi.
Koridora doğru yürüdü. Çalışma odasına gidip ceviz dolaptaki kilitli bölmeden kara kaplı defteri çıkardı. Ayracın olduğu sayfayı açıp, “192- Orhan” yazdı. Defteri kapayıp yerine geri koydu. Masada bir süre oturduktan sonra salona gitti.
Yağmur yağmaya başlamıştı. Temiz hava ve toprağın üzerinden yükselen serin suyun kokusu açık pencereden içeri süzüldü. Hava iyice kararmıştı.
Pencereyi kaparken camdaki yansımasına baktı.
“Hiçbir şey iyi kalmıyor. Her şey bozuluyor,” dedi.
- Hiçbir Şey İyi Kalmıyor - 1 Nisan 2021
Gecenin behrinde derler buranın insanları söze başlarken, bende öyle diyeyim. Gecenin behrinde çok iyi geldi yazdıklarınız. Sıkılmadan okudum bildik bir hikaye olmasına rağmen. Yaşlı adamın açmazlarını ve vicdanını gayet güzel ortaya sermişsiniz. Elinize sağlık.
Yorumunuz için teşekkür ederim! “Gecenin behrinde” terimini ilk defa duyuyorum çok hoşuma gitti. Vampir öykülerinin de ancak gecenin behrinde tadına varılır değil mi? Öykümü okurken sıkılmamanıza çok sevindim