Öykü

Kitsch 1001: Bir “Gönderme” Masalı

“Sherazade…” dedim, kafam bin bir yere giderken.

“Ne?” diye sordu.

“Sherazade… Belki beş yıldır her sefer, nasıl yazılacağını klavyeye dokunmadan bilmediğim ama dokununca elimin otomatik olarak yazdığı isim.”

“Şehrazat?” diye sordu bu sefer bir evreka anı ile. Civilization VI’ya gitti aklım ama durdum.

“Fransızcası. Vince Banderos, Porno…”

“İndir, ne uğraşıyorsun her sefer?” bu sefer de pratik takıldı. Bauhaus’la savaştım birkaç saniye.

“Bulamıyorum ki… Öldü herhalde kız.”

“Nesi özel ki bu kadar?” Haklıydı, en azından natürmortta… Ama GIF her şeyi değiştiriyordu.

“Bunlar Fransız zencisi falan, kar maskeli bir grup. Kız da kenar mahalle kızı. Kırk dakika sakız çiğniyor.”

“Zenci ne lan!” dedi samimi bir öfkeyle, “Siyahi diyeceksin!..”

“Ben PC değil Playstation kullanıcısıyım dedim.” Boş baktı, ama uzatmadı da. “Nesi özel bu kadar?” diye sordu tekrar ve bu sefer samimi bir merakla.

“Bu sakızcı,” dedim “daireye ilk girdiğinde ama… Korkuyor. Kapının arkasından çıkan maskeli bir hayvan önüne atlayıp bağırıyor çünkü. Gerçekten korkuyor…”

“BDSM?”

“Yok be oğlum, ne işim olur. Korkması değil olay, “gerçekten” korkması… Out of script… Bir an irkiliyor. Sonra sakıza devam…”

“Gerçek, haa. Anladım.” dedi, anlayınca öküz oluyordu. “Tek erkeğimiz karımı düdüklerken muhabbetleri.”

“Prezervatifsiz… Chikago Bulls styla…”

“Hı hı…” Bu sefer beraber güldük.

“İnternet abi, internet. Eskiden Şehrazat deyince masal gelirdi akla. En azından müzisyen Şehrazat gelirdi.” Dilim bunları söylerken, “Ben de yazim yazim yazim…” diye bir dize yankılanıyordu beynimde.

“Fikret Hakan falan di mi?”

“Hümeyra o, Hümeyra…”

“Ya aman… Ha Hümeyra, ha Şehrazat…” Gerçekten sıkılmıştı, öğreten adam ve oğlu geldi aklıma. Üç kulhu bir elham okudum ona çaktırmadan. Bitirdiğimde onu gözlerime bakarken yakaladım, ama dua okurken yakalanmamıştım. Başka bir şeydi aradığı. Ben olduğuma yemin edebilirdi ama ispatlayamazdı.

“Arabian Nights…” dedi, “Öyle diyorlar değil mi?” Daha ağzımı açmadan yetişti “Fars masalı halbuki…”

“Di mi?” dedim. “Okudun mu sen?”

“Yok…” dedi, dayanamayıp yaktığı sigarasından gözünü kapatıp derin bir nefes çekerken. “Ama Şehrazad, Farsça.”

“Şehrazad ve Şehriyar.”

“Fahri Yaver-i Hazreti Şehriyari”

“Erzurum.”

“15.Kolordu.”

“Karabekir”

“İstiklal Harbi’miz.”

Kim neyi dedi hatırlamıyorum. “Kınalı” çıktı ağzımdan. “Sen orda askerlik yaptın değil mi?”

“YZIV” dedi. Uçaklardan kaçmak için icat edilmiş ama aslında uçakların orayı bombalaması için bir işaret olan siper çeşidini tanımlamak için.

“Dur!” dedim.

“İstihkam” dedi.

“Sol sağ bir kii…” dedim, o ağır cam kül tablasını kendisine çekerken. Aklım Paşabahçe’ye oradan, Crystal Palace’a oradan da küçükken seyrettiğim See No Evil Hear No Evil filmine gitmişti. Körle kötürüm… Özellikle o güzelliğine ve ana akım filmlerinde oynayabilmesine rağmen neden olduğuna akıl sır ermeyen şekilde erotik film oyuncusu olan Joan Severance’a… Banyo sahnesine daha spesifik olmak gerekirse. Ama hepsinin arkasında kayık şeklinde pırlanta tepsinin görüntüsü vardı. Evimizde kimsenin sigara içmemesine rağmen misafir sigaraları dolu olan o kayık. Ve sadece kahveyle sigara içen annem de sigara içiyor sayılmazdı.

“Üç dört uruk hai, üç dört…” Uyandım.

“Bir kii uruk hai.”

“Orada on bin uruk hai vardıysa ben de adımı değiştiririm amına koyim” dedi coşkuyla.

“Beşinci günün şafağını sikeyim.” dedim, iştahla. Temperamental. Evde yalnız yaşayan bir arkadaşım, sanal seks yaptığı bir kıza bunu söylediğini anlatmıştı bana. Rus bir kıza… Temperrremental darrrrling… Güldüm, hatta katıldım. Sinirlerim boşalmıştı.

“Ne oldu?” diye sordu, o da gülmek istiyordu.

Ama ben ciddileştim, daha doğrusu hafif bir mizaha geçtim. Sinirli bir mizah. “Gondor yine iyi dayanmış,” dedim. “Bak Arnor’a, lazlara dayanamamış…”

“Evet,” dedi düşünceli, “o tavra dayanılır mı? Her şeyi becerirler; ne var amina goyayum, ben de yaparum… Dans ve müzikte anlarsın en çok. Kendi saçma sapan tarzı ile yorumlar ve olduğunu sanır.”

“Bana mı anlatıyorsun?” diye sordum.

“Kitsch.” dedi, sinirli sinirli, “Kitsch!”

“Bana mı anlatıyorsun” diye cevapladım tekrar. Olay kitschse biz kuzeyliler kitabını yazardık. “Saat kaç?” diye sordum, bir kuzeyli olarak daha fazla gömmek istemediğim için bizimkileri. Mavi ve griyse konu, maviydim sonuçta; Gettysburg Çocuğu’ydum. Ne koymuştuk güneşin çocuklarına…

“Üç buçuk, neden?” o kısık gözlerle saati görmesi bana doğru gelmemişti.

“Tam kaç?”

“Üç yirmi sekiz, yirmi dokuz, otuz, otuz bir… Rahatladın mı amına koyim? Neden sordun?”

“Vaay,” dedim, insanın alfa ya da beta olmasının, karar vermek ve bunu uygulamaktan geçtiğini anlayarak. Kararlılık boşuna uydurulmuş bir kelime değildi. Deterrrrrmination baby…

Ama ben düşüncelerimi dışa vuramadan ısrarla sordu. “Niye soruyon niye?”

“Ne bilim, aydınlık geldi. Meltem de çok güzel. Ferah bir gece. Çok da düşünmedim.”

“Dolunay var.”

“Kurt adamlar.”

“Selene.”

“İngiliz işçi sınıfı.”

“Harbi mi?”

“Kesinlikle… Gemma Arterton da aynı bak…”

“O öyle ya, Newcastle yosması. Yenikale Birlik… Bir Helena Bonham Carter değil…” Kendi lafına güldü.

“Yosma?” Dalaştım.

“Yosma amına koyim.” Kestirip attı.

“En azından beyaz.”

“Yani…” durdu. Biraz daha zeka gösterisinden sonra sigarayı küllüğe bastırdı ve “Biliyor musun,” dedi, “dolunayda suç oranı artarmış…”

“Blood bending…” dedim, “Aang, Korra’dan iyidi.”

“Yok, yok gerçekten öyleymiş.”

Göz göze geldik. Bir an, ama uzun bir an… An… Korkutucuydu an denilen şey, uzayabilir kısalabilirdi… “Her şey olacağına varır, boş ver.” dedim.

Yüzüne safça, naifçe bir ifade yayıldı. Devam ettim. “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven…”

Lake beyaz masaya gözleri ile bakar, köşesini baş parmağıyla ezmeye çalışırken, yüzüne yine haşin bir ifade oturdu. “Veleddalin amin.”

“E yani…” dedim.

“Başka bir şeydi değil mi?” dedi.

“Evet.” Dedim.

Sormadı.

Söylemedim.

“Işığı kapatsana madem, dolunay yeter bize.”

Kalktım ışığı kapattım. “Güney batıda, dolunayda her yer aydınlık olur, araziye çıkmayan bilmez.”

“Kuzey doğuda da öyle.”

“İki elimizle bi siki doğrultamıyoruz farkında mısın?” dedim.

“Yoo,” dedi, ete dönüştüğünden emin olduğum eriyik karpuza çatalını batırırken. “iki elle doğruldu.”

“Doğru.” Dedim, kara sineklerin bok bulaştırdığından emin olduğum karpuzu ağzına tıkıştırırken iğrenerek baktığım arkadaşımın gözlerinin olması gereken yere bakarken. Sonra açtım, “Ben komando temsilcisine bir hayır dedim, Oscar verirsin Oscar…”

“Ben direkt hayır dedim amına kodumun çocuğuna. İnsanlık suçu. En verimli çağında adamı alıp bir buçuk sene…”

“Ne verimli çağı lan?” diye bağırdım.

“Öyle tabi lan!” diye o bağırdı bu sefer.

“İşin var mıydı?” diye sordum, ağzını açamadan, “Evli miydin, çocuğun mu vardı, uzun süreli sevgilin mi vardı, hepsini geçtim interrail rezervasyonun mu yandı, İngiltere’de çocuk mu bakamadın, ne en verimli çağındaydın?”

İlk anda sözü kesildikten sonra sakince dinlemeye başlamıştı, şovumun bitmesini bekledi. “Bitti mi?” diye sordu.

“Bitti.” Dedim, sırtararak. Sırıtarak değil sırtararak…

“Millet yirmi iki yaşında bacak omza yaparken sen tüfek omza yapıyordun, o kadar içinde kaldı ki, kırk yaşında hâlâ arayı kapatmaya çalışıyosun sağda solda, yalan mı?”

Akıllıydı, beni değil, kendisini örnek gösterseydi, bir “Asssiktir ordan” ile karşılaşacaktı. Bu söylediğine verecek bir karşılık bulamadım.

Ayağa kalktı, buzdolabına doğru bir adım attı. Neden sonra geri döndü, hepsini kendi içtiği dört bira şişesini parmaklarına takıp, önce çöp kovasına sonra tekrar dolaba yollandı. Her iki ev eşyası da görevini yaptığındaki sonuç iki dolu ve açılmış şişeyle geri gelmesi oldu. Ah bir de şişe açacağı vardı görevini yapanların arasında tabi.

İçmeyecektim, biraz oyalamak –önceki iki partide olduğu gibi- ve gerçekten o an aklıma geldiği için de, Efes Pilsen Koraç’ı aldığında bu ülkenin en azından on beş yıllık spor tarihi değişti hatırlıyor musun?” diye sordum. Oralı olmadı, “Yeğenim Naumoski kim diye sordu bana, inanabiliyor musun?”

Yine oralı olmadı ve “Niye içmiyorsun?” diye sordu.

Oralı olmadım. “Bir de Löwenbrau vardı,” diyecek oldum…

Sözümü kesti, “Niye içmiyorsun oğlum?”

Oralı olmadım.

“Ale…” dedim.

“Tavern.” dedi.

“Fantastik edebiyat mı bilimkurgu mu?” dedim.

“Seks seks seks” dedi.

“Boys boys boys” dedim.

“Wild boys” dedi.

“Never close your eyes…” diyerek tamamladım.

“Bad boys” dedi bu sefer.

“Sabrina mı, Samantha mı?” diye sordum.

“Fox mu?” dedi. Beni şaşırtarak.

“Evet. One way ticket to the moon.”

“Sözlerini ezberleyemedim,” dedi “göğüslerine bakmaktan.”

“Uydurma,” dedim, “sabiydin o zamanlar.”

“Sabi, Rönesans, maniyerizm bir yanda”

“Ninja kaplumbağalar ve Samantha öbür yanda”

Neşelendi, samimiyetle gülümsedi “April bi de…” dedi. “April O’Neill”

“One way ticket,” dedim “dönüş yok…”

“Yok Elon Musk amına koyim. Herif ant içti Bitcoin’i bitirmeye.”

Bu sefer samimi ve hayretle konuşan bendim, o kadar samimi ve hayretle konuşmuştum ki bir an gerçekten kendim olmuştum, “Aynen aynen. Ama ne var biliyor musun?”

“Ne var?” o da kendisiydi o an. Merak etmişti.

“Adamın rönesansla da alakası var.”

Devam et der gibi baktı. Bir yandan yarı omuz silkip kafasını sola eğmişti.

“Hayır hayır, mucitlikten değil. Bu da özellikle Leonardo gibi… Fikir çok, icraat yok.”

“Mona Lisa var.”

“Ya fikre oranla çok az işi var.”

“Sence ne o karının olayı?”

“Ne bilim amına koyim,” dedim. Aklımdan La Jokont’u kovmaya çalışırken. Tam, “İsmail Abi’den değilse içi şişmiştir oturmaktan” diyecektim, sakince araya girdi. “Mona Lisa’nın yani” dedi sanki konu on saniye gerideymiş gibi.

Omuz silktim “Başka Lisa mı var ki?” dedim.

“Mono değil artiz! Mona…”Acımasızdı. Devam etti “Öyle fikir çok icraat yoka can kurban. Hem çok var öyleleri.”

“Ama tüm dünya sadece ikisinin adını biliyor.”

“Baş ol da soğan başı ol.”

“Aynen. Bak biz Avrupa Şampiyonası’nda sonuncu olduk.”

Güldü gözlerini kısarak, o tamamladı beni, “Evet,” dedi, turnuvanın on ikincisi kim desen kimse bilmez. Ama sonuncu kim?”

“Türkiye…” iki elimi kaldırdı.

“Şenol Güneş sağ olsun.”

“Yok lan onla alakası yok.”

“Neyle alakası var?” Yüzünde yarı yarıya seçebildiğim ifade kesinlikle emoji tablosuna eklenmeliydi. Alnını birbirlerine yakın kaşlarının uçlarından kaldırmış, ağzını öfkeli bir ihtihza ile büzmüş ve düşük frekansta kafasını sallamıştı. “Ya ne amına koyim?” ifadesinin, hiyeroglif eşiydi ifadesi.

“Senaryo…” dedim. “Senaryolar vardır futbolda. Neredeyse engellenemez. Engellenirse de oyuncuların bir veya ikisine mucizevi bir şeyler olur da anca öyle engellenir. Hocanın elinden bişey gelmez.”

“Ne gibi?”

“Kim gibi aslında…”

“Kim gibi?”

“1974 Beckenbauer, 78 Kempes, 90 Goycochea, 94 Baggio, 2006 Vieria, Zidane gibi.”

“Haa”

“Öküz oldun yine…”

“Yine?”

Aklımı okumuyordu… “Psişik değilsin,” dedim. “İyi…”

“Öküz.” dedi bu sefer o.

“Bildiğin Öküz.”

“007”

“En iyisi?” diye sordu.

“Famke.”

“Sofie Turner” dedi.

“Asssiktir…” Beynim ve dilim arasında bir kavga olmalıydı. Ağzımı onun Bond kızı olmadığını söylemek için açmıştım oysaki… Aşk hep üstün geliyordu…

“Sen hasssiktir. Şopar seni…”

Tek kaşımı kaldırdım görüp görmediğinden emin olarak. “Siyahi, zenciye ne oldu?” diye sordum.

“Siktim öldü.” dedi.

“Joystick.” dedim neşelenerek.

“Pad.” dedi.

Birbirimizin göreceği şekilde işaret parmaklarımızı birbirimize çevirdik ve aynı anda “Ha siktir…” dedik TDK standartlarında.

“Zaten ped ve traş bıçağı teknolojisindeki gelişim uzay teknolojisinde yaşansaydı Elon Musk’a gerek kalmazdı.” edim.

“Ben de üç kuruş para kazanırdım.” diye tamamladı. “Eskortum olmaz eskort kiralardım, rahat olurdu kafam.” Ve bir sigara daha yaktı.

“Karakter meselesi,” dedim umarsızca, “bence yine de satın alma opsiyonunu kullanırdın.”

“Yok o kadar değil,” dedi. “o alternatif bir gerçeklik, paralel bir evren. Orada daha bir akıllı daha bir zalim olurdum.”

“Hem evet hem de hayır.” Sağ elimin ayası da bu zıtlıktan nasibini alıp alt üst olmuştu.

“Nasıl?” Kül tablasını sıktığını fark ettim.

“Senin aklın her zaman keskindi. Bu bir akıl sorunu değil. Yani daha akıllı olmazdın. Bu saçma olacak işin paradoksal olarak hayır kısmı.”

“Evet kısmı ne?”

“Evet kısmı orada da acıma duygun olurdu. Ben nihai gerçeklik konseptine daha yakınım. Bir ruh. Bir insan.”

“Olabilir.” dedi, dalgın bir eda ama sakin bir farkındalıkla. Sigarasını küllüğün kenarına sürterken tamamladı. “Doğru. Dağ gibi olmak lazım.”

“Kesinlikle.”

“Bir dağ hareket etmez.”

“Kagemush.a”

“Aynen. Hareket ederse, kaybeder.”

“Yani…”

“Yani?”

“Hareket etmek istiyorsan et. Japonya’da derebeyi değilsin. Bir kişisin.”

“Edeceğim zaten.” dedi sakince. Korkutucu derecede kararlıydı. 4K+…

Aklıma nedense yine evdeki pırlanta kayık tepsi ve annem gelmişti. Ama daha bir “nedense” babam çıktı ağzımdan. Muhtemelen kafama sinsi sinsi tınlayan Boat On The River şarkısından kurtulmak içindi biraz da.

“Küçükken fuara giderdik babamla.” dedim.

“Fuar şehirleri kupası.” dedi.

“O ne geyiktir ya?..” dedim, babamla lunaparktaki maceralarımızı aklımdan kışkışlarken.

“Göztepe efsanesi doğmuş oradan ama…”

“1968-69 yarı final.”

“68 tatmin edici bir dönemmiş.”

Durdum. Aklım hâlâ kayıktaydı. Cebimden iki tane bir lira çıkarttım. Masaya koydum. Birden ayaklandı. Çoktan boşalttığı iki bira şişesiyle, ve kül tablasını hızla masadan kaldırdı ve mutfak tezgahına seğirtti. Sonra ışığı yaktı. Cebinden bir lira da kendisi çıkarttı ve lake masaya benim önümdeki paraların önüne atıverdi. Benim iki adet paramdı onlar, üçüncüsü onları arttırmıyor sadece işimi bozuyordu.

Ne olduğunu, metal işareti yaptığı sağ eli ile sadece serçe parmağını kaldırdığı sol elini birleştirip masanın üzerine koyunca anladım. Düpedüz gülerek, gözlerini önce bana, sonra da deli gibi sağa sola hareket ettirdiği sağ el işaret parmağına çevirdi ve bir spiker gibi bağırdı;

“Sergio Goycochea…”

Paraları dizip her parmak darbemle birbirinden içeri geçirerek, son bir lirayı şut pozisyonuna geçirince karşılık verdim; Yine bir spiker gibi…

“Andreas Brehme topun başında…” ve vurdum. Tam sevinçle “Ve gol ve gol ve gol ve gol, Prekazi diyordum ki…”

“HASSİKTİR LAN!” olarak tercüme edilebilecek bir gürültü koptu. Sonra bir cümle geldi beli belirsiz “Penaltı bile değildi…” Sonra kale yıkıldı, taş üstünde taş kalmadı. Omuz üstünde baş kalmış olmalıydı ki konuştum. “Thunder in paradise…”

Gerçekten bir gök gürültüsüydü bu; korkunç güçlü ve anlık… Gülerek tamamladı. “Messing with him is like rolling the dice… Ama ben Acapulco Heat’ciydim hacı.”

“Cat…”

“Ohhh Cat…”

“Bi’ de kara şimşek, şahin, geminin adı neydi unuttum, onlar vardı. Vasıtadan dizi mi olur lan?”

“Aynen.”

Sanki on saniye önce bunlardan dizi olmaz diyen ben değilmişim gibi yine de sordum.

“Bonnie mi, April mı?”

“Diana…” dedi.

Diana ilk aşkımdı. Fare yiyen bir kertenkele olabilirdi, ben ergen bile olmayabilirdim ama aşıktım. Kesinlikle aşıktım. Ben aşıktım arkadaş. Zaten rivayetlere göre daha küçükken Şahin Tepesi’nden Angela Channing’e de âşık olmuştum. Benden altmış iki yaş büyük olmasının bende bir etkisi olmaması korkutucu olsa da, güçlü kadınlardan korkmamak gibi bir genimin olması açısından fena sayılmazdı bu hatırlamadığım ilk aşk.

“Aaah Diana…” dedim.

“Ne ahlıyon lan!” dedi bu sefer. Sürekli olarak karakteri değişiyor gibiydi… “Her güzel dediğim karıya sen de güzel deme…”

“Sen oooh Cat!” derken sorun yok ama dedim. Benim de sürekli karakterim değişiyordu sanki. Aslında bu mazur görülebilirdi bir açıdan. Uzatmadım ve “Tamam,” dedim “Julie’de anlaşalım.”

“Hangisiydi o?” diye sordu ama ben cevaplamadan kendisi tamamladı. “Ha doktor olan… Şu dönüştürülen.”

Eğer Diana benim için evlenilecek kadınsa, Julie de eğlenilecek kadındı. Bahse konu dönüştürülme sahnesi, doktorun genetik olarak bir uzaylıya dönüştürülmesi ile ilgiliydi ve Julie inanılmaz bir direniş gösteriyordu. Ve sanırım bir noktada iş… Neyse dedim kendi kendime, kime ne anlatıyorsun?.. Ama o durmadı.

“Audio porn.”

Müstehzi sırttım, o söylediyse sorun yoktu. “Kesinlikle…”

Sonra sustuk. Kül tablasını ve sigarasını masaya koydu. Tekrar buzdolabının yanındaki düğmeyi çevirdi ve ışığı kapattı. Işığa alışan gözlerim için yine bir karaltı haline geldi ve oturdu.

“Amerikan mutfak sevmiyorum.” dedi. “Mutfak daha fazla önem verilmeyi hak ediyor.”

Konuşmak için ağzımı açtım ama dışarıdan bir kedi cayırtısı gelince gayri ihtiyari kafamı balkona çevirdim. Cayırtıyı seri cayırtı ve tıslamalar, yerde yuvarlanan bir teneke ve tamamen boşu boşuna “şşşşş” diye bağıran bir adamın sesi izledi. Kedilerin pati çeken patilerinin çıkardığı pati sesleri uzaklaşınca beynimdeki bu berbat tanımlamadan daha iyi olmayan cümlemi –çünkü aklımda her thunder deyince kılıcı uzayan Lion-o’nun savaşı seksle bağdaştıran bilinç altı mesajı vardı- tamamladım.

“Ne dedin? Anlamadım.”

“Eskiden mutfaklar büyük olurdu. Divan, masa, tel dolap olurdu. Oturulur konuşulurdu mutfakta.”

“Granit siyah taşlar. Beyaz benekli.”

“Kavanozlar, turşular. Soğuk saklamadan önce…”

“Eskiden.”

“Eskiden…”

“Biz eskiden eskiden su içerdik testiden,”

“Adem babaya kadar asiliz sülaleden.”

Sonra sustuk yüzümüzde yine donuk bir gülümsemeyle. Ve aramızdaki garip bir uyumla telefonlarımıza sarıldık. Yüzlerimiz dolunayın ışığı ile değil telefonun led ışığıyla aydınlanıyordu şimdi. İkimizin telefonundan da tempolu ve kısa dans müzikleri yükselmeye başladı. Sonra bir başka şarkı sonra bir başkası… Sonunda, önce onun sonra benim ışığım sönünce, birden soruverdi.

“Saat dördü geçti, gitsene oğlum evine. Benim gibi değilsin ki sen. Karın çocuğun yok mu?”

Cevap vermedim. Burnunu çekti az sonra. Bir iki kez sallandı sonra boğazını düzeltti. “Bu kötülük mü, bencillik mi, tatminsizlik mi?” diye sordu. Ben cevaplayamadan daha da açtı “Tatminsizlik derken, doyamama anlamında, mahrum kalma anlamında değil.”

İlk sorduğunda cevaplayamayacaktım, açınca da cevaplayamadım. Kısaca soru, her halükarda ben cevaplayamadan önce sorulmuştu.

“Klitorisle penis kardeşmiş.” dedi bu sefer.

“The Phantom Menace!” dedim.

“O bile çük kafa…” dedi kibarca.

“Zaten kaç hikâye var ki?”

“1001…”

“Üç oğlan doğuyor onda bile.”

“Laf da çok icraat da çok demek ki… Kamyon devirmiyor adam boşuna.”

“Sen kamyonu al,”

“Leonardo da Vinci.”

Yine güldük ama anaflaktik şok içerisindeydik aslında. Damarlarımız genişliyordu, kanımıza sürekli bir şeyler pompalanıyordu ama bunu kaldıramıyorduk. Her şey aynı şekilde hatta daha şiddetli devam ediyordu ama biz bitiyorduk. Yetmiyorduk olan bitene. Ama şoku besliyorduk da…

“Borges’in bir hikâyesinde vardı, adamın biri iki bin kitabı ile övünüyorken diğeri sadece altı kitabı olduğunu söylüyordu. Hepsi aynı şeyi anlatan iki bin kitaba bedel…”

Ben de okumuştum. Gerçekten de altı konu başlığı kapsayabilirdi olan biteni. Ama tıpkı sekiz nota gibi, kombinasyonlardan duyguları ya da beyni veya ruhu harekete geçiren özgün şeyler çıkabilirdi.

“Ne gibi?” diye sorunca düşünmediğimi aynı zamanda konuştuğumu fark ettim. Büyülü bir şey gibi geldi bu bana, Borges de işin içine karışınca aklıma hrönir geldi. Şu idealizm kaynaklı ortaya çıkan kopyalar. Çok istemekle veya en azından çok özlemekle ortaya çıkan şeyler… Dereceler vs. derken aklım yine ruha gitmişken, “Ne gibi oğlum söylesene?” cümlesini duydum bu sefer ve sadece düşündüğümü fark ederek rahatladım.

“Ne bileyim,” dedim. “Bir babanın oğlu ile bir anısı mesela.”

“Ne gibi abi?” dedi safça. İkimizin de küçük oğulları vardı. Yumuşamıştık.

“Ben Güler’le çıkarken Dünyalar Savaşı’na gitmiştik mesela.”

“Tom Cruise?”

“Evet o.”

“Orada ergen oğlu ile çok sorunlu bir ilişkisi var.” Boşanmış diyemedim. Çocuk, annesi ve üvey babası ile yaşıyor diyemedim. Babasını adam yerine koymuyor da diyemedim. “Tam ergen bir bela…” diyebildim.

“İzledim abi” dedi, erimekte olan buz gibi bir sesle.

Neşeli görünmeye çalışarak devam ettim. “Orada insanların marslılarla savaştığı bir sahne var. Üzerlerinden uçak geçiyor füze atarak. Sinemada ağzım açık kalmıştı izlerken. Neyse çocuk koşuyor, babası bunun peşinde… Çocuk sonunda babasını dinlemeyip savaşa katılıyor. Baymıştı beni o sahne mesela. Patlama çatlama beklemiştim.”

“Evet…” dedi. “Sonra abi?”

“Sonrası, tekrar izledim oğlandan sonra. Orada diyor ki Tom Cruise. Benden nefret edebilirsin, benden nefret edebilirsin ama ben seni seviyorum…” ve gerisini tamamlayamadım, kelimeler boğazıma takıldı. Gözüm bir anda doldu ve sesim çatallaştı. Ağzımı bir kere açtım, açamadım bir kere daha denedim, bir kere daha… Açamadım.

“Tarık Akan’ın kardeşi televizyon kurulduğu gün ölür ya,” dedi sakince. “Onun gibi amına koyim.”

Sonra yine sessizlik geldi. Ben kendime çok dalmıştım. Kendimi toplamaya, o sebeple sakince söylediği bir cümle beni gereğinden fazla irkiltti.

“Evlenmeyeceğim bir daha,” dedi. “oğlum göçebeyken yanımda sürekli kalan bir çocuk yapmayacağım. Ona bunu yapmayacağım.”

“Kesinlikle…” dedim. “Ben de yapmazdım.”

“Nihai gerçeklik.” dedi dalgın dalgın. Sonra dışarıdan bir amfi açıldı ve birkaç saniye sonra hoca bağırdı.

“Allahu ekber, Allahu ekber!”

Oturduğu yerde toparlandı. Derin bir nefes verdi.

“Beşinci günün şafağı…” dedim, gülümseyerek ama uzatmadım önceki geyiği “Tolkien katolikti, beşinci gün neyi ifade ediyor acaba?”

“Googlelayamam şimdi.” dedi, bıkkındı. Sanırım üşümüştü de. Ben üşümüştüm. Sabaha karşı meltemleri, sıcak günlerin sonunda bile sinir bozucuydu. Üşütmekten çok yavaşça işgal ediyorlardı insanı.

“Google amca deme de o bana yeter.” dedim.

“Beşinci element.” dedi bu sefer.

“Leeloo.” dedim.

“Yok,” dedi “seksi değil, ama insanda acayip bir sahiplenme hissi oluyor kıza bakarken. Öyle bir kadın yok ama… Cin gibi hepsi…”

“Eeee, o beşinci element…” dedim.

“Bruce Willis’in karısı avukatıyla mı kaçıyordu o filmde?”

“Evet.”

“Ben de Leeloo’ya aşıktım biliyor musun?”

“Milla Jovovich’e mi?” diye sordum.

“Yok.” Dedi yine ve bir süredir havada daireler çizerek oynadığı sigarasının kızıl alevini ikimizin ortasına getirerek, “Kim âşık olur o slav katanasına. Leeloo Minai Lekatariba Lamina Tchai Ekbat De Sebat’a aşıktım ben.”

“Al benden de o kadar.” Bu ismi ezberleyen bir adama Leeloo’ya olan ergen saplantımı daha detaylı anlatamazdım…

“Ona da mı aşıktın lan?” dedi gülerek.

Ayağa kalktım, artık dayanamıyordum. Balkonun kapısını kapattım.

“Üşüdün mü?”

Bir üstünlük sezdim sorusunda. Çivi çiviyi söker kabilinden “Evet.” Dedim. “Üşüdüm. Sen üşümedin mi?”

Anladı. Kafasındaki üstünlüğü korumak istedi. “Ben de üşüdüm. Ki içiyorum da…”

“Sarhoş olamıyorsun değil mi?”

Tekrar güldü. “Sızarsam tüm platonik aşklarımı kaptırıcam sana…” dedi gerçek bir neşeyle.

“Leeloo’ya âşık değilim. Aynı fikirde olduğumuz şey Milla’nın fazla hayatta kalma bazlı çalışan kafası. Kendini kurtaran eski Sovyet kafası…”

“Sorma,” dedi. “Napolyon’u yendiler, Hitler’i yendiler. Uzaya ilk bunlar çıktı. Mars’a ilk bunlar gitti, Mars’a, Mars’a…”

“Dünyanın en büyük mucizesi olabilir.”

“Aynen. Göt korkusu diyeceğim de sadece o da olamaz. Ya Rus ya? Antalya’nın tatil köylerinde soft porno instagram fotoğrafları çeken kadınlarla, altın kolyeli kasaba mafyası erkekler başardılar bunu…”

Ellerimi iki yana açtım hayretimi paylaşmak için. Sonra da arkasına geçip buzdolabını açtım. “Zeytin, peynir alıyorum hacı içim ezildi.”

“Ekmek de dolapta.”

“Yapma…”

“Ne?”

“Offff, paket ekmek. Dolapta… Sende mi oğlum?”

“Opel Corsa Toyota Corona abi, kusura bakma.”

“Baktım. Ama açım.”

“Ye abi, nutella da var.”

“Tuz istiyorum.”

“Ya yesene abi.”

Cevap vermedim. Masaya zeytin, peynir ve ekmeğin en katı formunu koydum. Zeytinyağı yoktu, Ayçiçek yağı döktüm zeytinin üzerine.

“Sürünüyorsun lan,” dedim. “zeytinyağı niye yok sikik?”

Omuz silkti.

Ben poşetten çıkardığım bir ekmeği elimin içinde ısıtmaya çalışırken o gözlerini kapattı ve kafasını sandalyenin arkalığına dayadı. Ama uyumuyordu, uyumayacaktı. Uyumamalıydı da. Kafasını birden kaldırdı.

“Gitmeyecek misin abi sen?” dedi bir kez daha.

“Hayır.”

“Neden?”

“Bu gece konu bırakmayacağız değinmedik.”

“O mümkün değil.” dedi yine kafasını sandalyenin arkalığına dayayıp… Gözleri kapalıydı. Sesinin tonundan anlaşılıyordu.

“Altı konu…”

“Ne ki onlar?”

“Yazmıyordu.”

“Ben de hatırlamıyorum.”

“Biz yazalım” dedim. “Azami altı konu olsun.”

“Azami?” dedi.

“Vasati kırk çöp.” dedim. “Yak vardı bir de. Soba için.”

“Böyle,” dedi “Konuları bitiremeyiz. Alef konsept you know…”

“Bitireceğiz” dedim. “Her halükarda bitireceğiz. Merak etme. Ama istersen bununla ilgili bir hikâye anlatayım sana.”

“Lütfen.” dedi.

“Adamın biri kumsala vuran deniz yıldızlarını denize atıyormuş. Ancak kumsal tamamen deniz yıldızı ile doluymuş. Bir başka adam, bu adamı görmüş ve ne yaptığını sormuş. Adam da anlatmış. Soran adam yaptığı şeyin bu deniz yıldızlarını kurtarmaya yetmeyeceğini söyleyince adam patlatmış cevabı…”

Tamamlatmadı; “Ya tutarsa?..” Ve ikimiz de bir kahkaha patlattık…

“Kesinlikle… Buradan da anlıyoruz ki, hiçbir şey bilinemez, bilinebilseydi bile bir başkasına aktarılamazdı, bilinip bir başkasına aktarılabilse de başkası tarafından algılanamazdı. Tam böyle değildi sanırım.”

“Socrates?”

“Yok o futbolcu. Bu Gorgias.”

“Kim?”

“Gorgias… Olimpiyakos’un forveti. Bir de Protagoras var o da Pana’nın forveti. O da algıladığın neyse gerçek odur gibi bişeler diyordu.”

Ben, onun Pascal’a geçip Gorgias’a sallayacağını sanırken -çünkü çaktırmasa da felsefe severdi- ve oradan da kafam eski bilgisayar eğitim programı Pascal’e gitmişken birden ayaklandı ve “Tsubasa mı, Vakabayaşi mi?” diye sordu heyecanla.

“Vakabayaşi.” dedim.

“Peki zor soru bu sefer; Tsubasa mı, Misaki Taro mu?”

Gayet kolaydı soru, “Misaki Taro tabi ki…” ben sidekick severdim…

Elini bana uzattı ve balkon kapısı açık olsa mahalleyi inletecek bir güçle çaktık ellerimizi. “Elitizm ölmez ya…” dedi coşkuyla.

Ama benim kafam hâlâ Pascal’deydi. Oynadığı en iyi oyunu soracak oldum. Sonra oyunlar hakkında zaten çok konuştuğumuz aklıma geldi. Gerçi Tsubasa geyiği de aramızda ilk kez geçmiyordu, Diana da, Leeloo da. Bir katalog işine girişmiştik sadece. “To Wrap it up…” Yine de oyun olayının konuşulabilecek daha olgun başka bir yönü vardı.

“Steam’de yaz indirimi var di mi şimdi? Kur ne orda?”

“Bakmadım ki? Normal kur ne şimdi?”

“8.70’lerde bu aralar…”

“Dolar?”

“Euro 10,5 gibi…”

“Allah’ım ya… Sterlin?”

“Ne yapacaksın oğlum İngiltere’ye mi gideceksin en verimsiz çağında?”

“Feyk… Ommmza!”

“Selam! DUR!”

“Yerlerinize… Marş, marş…”

Ve istiklal marşını söyledik… Bitince, “TRT kapandı” dedim. “Ve bunu çalması çok zor, diyez cenneti… Havada uçuşuyorlar.”

“O be!” diye bağırdı tekrar. Sonra sustu.

“Korkma!” dedim. Şöyle bir yan göz baktı bana, devam ettim. “Çok güçlü ve duygulu başlıyor. Korkma!”

“Korkmuyorum.” dedi.

“Ben de…” dedim. Korkmuyorum demedim. Ben neden demediğimi biliyordum, cevabımın ondaki etkisini de biliyordum. Ama aklımda saçma şekilde, demedi fiili yazılırken de tırnak işareti kullanılsa dilde bir devrim olmaz mıydı, sorusu vardı… Ve konuyu böyle değiştirmek mantıklı geldi. Daha güneşin doğmasına biraz vardı…

“Hangi devrim?” dedim, “Seni en çok etkileyen?”

“İngiliz,” dedi bir an bile düşünmeden. “Çok sistematik, anarşisi az, Cromwell manyağının etkilerinin çabuk atlatıldığı ve yine sistematik olarak evrilen özellikleri ile…” diye de tamamladı.

“O evrim be oğlum. Devrim dediğin ani olur, kanlı olur… Kan dökülmeden tarih yazılır mı?”

“Döngel Karhanesi…”

“Bravo.”

“Lütfen!..”

Kalktı ve dolabın kapağını açtı hızla. “Nutella yemedin ama lokum var, daha hafif…” dedi, “Yer misin?”

“Evet.”

“Ne?”

“Evet.”

“Abi duymadım.”

Haksız sayılmazdı. Dolap, her açıldığında içinde mahsur tutulan Megatron hırlıyor gibi bir ses çıkartıyordu. Ve onun kafası dolabın içindeydi…

“Evet, evet, eveeet!”

Dolaptan elinde lokum kutusuyla kafasını o an çıkarttı ve müstehzi bir ifade ile

“Bu Turkish Delight…” dedi.

“Seninleee” dedim.

Göz kırptı.

“Ne marka? Hacı Bekir mi?” diye sordum, tam ilk şirket olduğundan bahsedecektim ki, konuşmada bir devrim yaptı.

“Dani!..”

Altta kalmayacaktım.

“Laudrup’lar kardeş miydi, amca oğlu muydu lan?”

Ağzını büzdü. “Andersen ne sakatlanmıştı ya!..”

“Uff!..” gözlerimi kapattım, sanırım o da kapatmıştı. Andersen’in de gözünü kapatmışlardı… Gözümü açtığımda o da yeni açmıştı. Göz çukurundan anlamıştım.

“Neyse, neyse…” dedi. “Ne koydular ama Almanlara. Sen tut tatilden gel kupa al. Andersen’den masallar…”

“Dur!” dedim sertçe, “Bu 1001 gecenin konsantresi, Andersen’i karıştırma. Şimdi devam ediyorum hazır mısın?”

Anlamadı ama ipinde değildi, devam et anlamında bir jest yaptı.

Devam ettim, “O, 1864’ün intikamıydı…”

“Boşver 1864’ü,” dedi, ü’yü uzatarak, ”İkinci Dünya Savaşı’nın intikamı. Altı saat! Altı…”

Beş saat olsaydı, Yüzde doksan dokuz nokta dokuz, dokuz ve sayısız dokuz o parmakları bana gösterecekti. Etkilenmemiştim. “Abi,” dedim, “1864 savaştı. Diğeri başka bir şey.” Sonra adamlara haksızlık ettiğimi fark ettim. Eski Viking mevzileri panzerlere ne yapabilirdi ki?..

“Gerçi Moskova’ya ulaşan adamları nasıl ve nerede durduracaklardı?”

“Blitzkrieg.”

“Gudarian…”

“Hans Gudarian”

Bana söyletmek istiyordu söyledim; “Schneller Hans!” Ve bir kahkaha patladı…

Bir erkeğin alabileceği ve sanıldığı kadarıyla en kesin ve prestijli emir olsa da, aslında mümkün olan bir şey değildi. Çünkü o emir zaten belli bir seviye aşılınca gelirdi. Daha hızlı olan devinim değil, geri sayım olurdu. Bir bakıma da iyiydi, takometrenin parçalanmaması açısından doğal bir sübaptı. Ve şaka bir yana, “Daha hızlı Hans!” sadece blitzkrieg’in mucidi olduğu için değil, Hitler ondan sürekli bunu istediği için kazandığı bir lakaptı. Sonunda takometre dondu. Last longer işi tundrada işe yaramamıştı. Daha doğrusu tundra sonsuzdu.

“Hans burda…” deyip alnını gösterdiğinde ise önce kahkaham artsa ve nefesim kesilse de bir anda sustum. Üzücüydü her şeyin buraya bağlanması. Artık gökyüzü kızıldan maviye dönmüştü. Onun yüzündeki gülümsemenin ardındaki iğrenme de açık açık görünüyordu.

Ağzıma güllü bir lokum attım ve sordum, “Saat kaç?”

“Beş kırk,” dedi “dört dakika var.”

Tam üç dakika hiçbir şey demeden bakıştık. Sonra kalktım. Kaç konuya değindiğimi bilmiyordum.

Balkon kapısına yürüdüm.

Kaç konu olursa olsun araya gündüz girecekti, bin biri tamamlayamayacaktım, ne yeterince konum ne de o kadar uzun bir gecem vardı…

Kapıyı açtım.

Kuş sesleri içeriyi doldurdu. Artık hava düpedüz aydınlıktı. Sadece, resmen saat dolmamıştı. Güzel ve hafif serin bir hava vardı ama hareketsizdi ve ben rüzgâr severdim.

Arkamdaki lake masada ağır bir şeyin sürtünme sesini duydum, bir uçağın kalkışı gibi. Kesinlikle bana fırlattığı bozuk para değildi sürtünen… Aklım evreni dolaşıyordu. Bir an cebimdeki iki paraya gitti, bir an sonra dna dizilimi izlemeye başladı. XY’yim ben dedim kendi kendime, ona çocuk verebilecek olsam sadece erkek değil karma çocuklar da verebilirdim diye düşündüm. İster istemez Şehrazad’ın orospu olduğunu düşündüm sonra. Hayatını kurtarmak için masal anlatıp seks yaptığı için değil, o hiç değmeyen yaratığı rehabilite etmek için gösterdiği çaba iğrendirdi beni. Yani bu orospuluk değildi aslında, çok güçsüzdü belki, bilemiyordum. Şu anda bunu düşünmeye kesinlikle hakkım olduğunu biliyordum.

Ama sonra… “Zamanın testine dayandılar.” dedim kendi kendime. Bin bir gecem olsa da ben bunu başaramazdım. Konuştuklarımızın önemli bir kısmını bu milenyumda doğan biri anlamazdı. Biz, iki sıradan yaşlanmakta olan adamdık, söylediklerimiz de genel geçer değillerdi, kaybolacaklardı, yağmurdaki gözyaşları gibi… Bir referans daha fazla göz çıkarmazdı, yanak yarıyorlardı ama.

Ve simülasyon asla aslının yerini tutmazdı. Bu, yanak bile yarmadı. Belki bir tanesi aslının yerini tutmuştu ama… Acı acı gülümseyerek söylüyordum içimden,

Asmak, kesmek, kelle uçurmak, cam kül tablasını kafada kırmak… Asmak, kesmek, kelle uçurmak saçma sapan kurban olmak…

Ve o an belli belirsiz hissettim onu; Şehrazad’ı… Ama ben o değildim. Onu o, beni ben yapan kişiler de aynı değildi…

Ben düşüncelere dalmışken arkadaşım, kesik, kesik ve telefondan okunduğu belli olan bir şekilde karşılık verdi ona olan ilk iznime:

“Dürüstlüğü sabit olduktan sonra Yusuf: “Bunu sormam, vezirin yokluğunda, ona hıyanet etmediğimi, Allah’ın hainlerin sinsi planlarını başarıya ulaştırmayacağını onun bilmesi içindi. dedi.”

“Sadakallahulazim.” dedim. Hem iznimi onaylamak hem de hesabımı kapatmak için.

“Buydu evet,” dedi sesi titreyerek “veleddalin amin değil.”

“Evet.” dedim.

Bir anda güneş, gözelerimi ve tenimi yakacak şekilde yüzüme vurdu. Akşam güneşi olmasını tercih edeceğimi düşündüm. Belki metaforik olarak öyleydi. James Dean gibi hissettim o an.

Arkamdan bir hıçkırma ve boğulma sesi geldi, tiz bir frekans gibi. Sonra tok bir sesle sordu “Boynundaki ruj izini tanıyor muyum?”

“Hayır.” dedim.

“Yalan söylüyorsun.” dedi.

“Hayır.” dedim.

“Bunu…” bir an sustu “Bana gelmeden önce ondan mı aldın?” diye sordu.

“Cesaret!..” dedim, hem aptalca kararıma o dudakların tenime değmeden önce verdiği tepkinin nişanesi olduğu, hem de ona güç vermek için.

İşe yaradı… Nefesi hızlandı, çok hızlandı.

Gözümü kapattım. Karanlık bir okyanus vardı gözlerimin önünde; çok karanlık, uçsuz bucaksız, çok derin, çok sakin ve çok yüce… O kadar ki ben yüzeyin hemen altında çırpınıp sahneden çekilirken ona dışarıdan bakan başkalarının, sadece sakin ve büyüleyici bir yücelik göreceği kadar…

Yine de orada çırpınarak boğulmadan hemen önce içimde bir ferahlık hissettim. Bir düşünce yavaş yavaş şekillendi zihnimde; düşünce netleştikçe içimde bir meltem hissettim, bir ferah su… Artık netti her şey, coşkuyla tekrar ettim.

“Bu da bir masal sadece… Ve ben değildim, ben değildim, ben değildim, ben…”

Murat Barış Sarı

Selam, ben Murat Barış Sarı. Evli ve bir çocuk sahibiyim. Sade bir kalemim olduğunu sanıyorum. Genel olarak bilinç akışı anlatımını ve bilimkurgu fantastik edebiyat alanında cyberpunk alt türünü seviyorum. Diyaloglarım fena değildir, tasvirlerim fena. Farklı tarzlarda bir antoloji oluşturmaya çalışıyorum. Daha eskilerden; kısa filmlerim ve iki arkadaşımla yürüttüğümüz bir internet sitemiz de vardı. Tarihten de ayrıca hoşlandığımı belirtmeliyim, birinci şahıs anlatıcıyı daha çok sevdiğimi de… Kendimi şöyle tanımlıyorum: “Jack of all trades, master of none!..”

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for ebuka ebuka says:

    Murat selamlar;

    Diyalog yazmak hiç kolay değildir. O anın doğallığını, gerçekliğini korumak zor iştir. Ama sen bu diyalog işini hakikaten çok iyi kotarıyorsun. Uzun bir metin ve neredeyse diyalogdan ibaret. Tebrik ediyorum seni. Öykünün duygusu da çok iyiydi. Bekarken, özellikle üniversite dönemindeki arkadaşlarım ve onlarla paylaşımlarım geldi aklıma :slight_smile:

    Kalemine sağlık Murat, pek güzel bir öyküydü…

  2. Tekrar merhaba Ebuzer,

    Sabahladığım bir mesai gecesinde, bir nevi gerçeklikten kopup yazdığım bu öyküde, o iki kişi oldum denilebilir evet. Hatta bir noktada beynim ısındı başkaları adına dolaşmaktan. Sonra okuduğumda, kendim de şaşırdım mühendisliğinin mekanikliğine hatta. Kesinlikle deorganizeydim yazarken.

    Buna mukabil, üç aşağı beş yukarı bir benzerlik var artık yazdıklarımda ve biraz da sıkıyor bu beni. Ara ara dışına çıkıyorum çabayla ama bıraksam bu çıkıyor.

    Beğenmene ayrıca sevindim. Bu çok uzun metni ilk gününde okumana da çok sevindim.
    Çok teşekkür ederim.
    Görüşmek üzere

  3. Avatar for nkurucu nkurucu says:

    Merhabalar,
    Gerçekten belirli çağı görmeyenlerin zorlanacağı, benim bile bazı kısımlarında boşluğa düştüğüm bir metin olmuş karakterinin de dediği gibi. Ama çok güzel aktı. Eline sağlık.

  4. Merhaba @nkurucu,

    Dün birkaç arkadaşıma uzun ama akıcı diye takıldım :sweat_smile:
    Beğenmene sevindim. Yazması da, söylediğim gibi zamanın büküldüğü bir aralığa denk geldi. Keyifli geldi bana da sonra okuyunca.
    Teşekkürler zaman ayırdığın için, uzun bir metindi… :fist_left:
    Görüşmek dileğiyle…

  5. Serbest çağrışımın da böylesi:) Eh bazı konuşmaları göz ucuyla, bazılarını gülümseyerek bazılarını da ne diyor acaba diyerek okudum. Fazla eril dille yazıldığı zaten aşikar. Sakin kafayla yazılamayacak bir öykü. Sevgiler…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

7 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Senaa Avatar for merveriii Avatar for MuratBarisSari Avatar for ebuka Avatar for Muge_Kocak Avatar for nkurucu Avatar for Nurdan_Atay