Öykü

Şanslı

Yataktan kalktığında farkında değildi ama takvim yaprağı onun tüpten kaçtığı tarihi gösteriyordu. Ülkenin en güvenli laboratuvarından çıkan bu skandalın faili henüz ortaya çıkmamıştı. Uzun süre bu failin kim olduğu hakkında tartışmış, bir iki isim üzerinde durulmuştu. Lakin daha sonra başka biri bu olayı üstlenmişti. Diğer konuşulan isimlerin farkı suçlardan cezalandırmaları da o zamanlar için bir tesadüf olarak nitelendirildi. Fakat kendisi gerçeği biliyordu. Laboratuvar skandalına sebep olan kişi yakaladıkları fail değildi. Kim olduğunu kendisi de bilmiyordu fakat onun yakalanmadığından emindi.

Sade bir kahvaltı yaptıktan sonra masasının başına geçti. Masanın üzerinde Doktor Oxfvel’in klon araştırmalarına yönelik raporları ve bu konuda yazdığı bir kitap vardı. Özellikle raporlarla kitabı karşılaştırıyordu çünkü kitaba onay veren kurul bazı şeyleri değiştirmiş olabilirdi. Doktor Oxfvel klonların mental yapıları hakkında çalışmalar yürütüyordu. Alanında bir dâhiydi. Bazı alimler onun hakkında “Eğer Oxvfel’in çalışmaları olmasa klonlamada yüzyıl geride olurduk.” diye bahsetmişlerdi.

Gerçekten de Oxvfel’in çalışmaları sayesinde klonlama daha hatasız yapılabiliyordu. Önce klonlama yöntemlerini kendi içinde kategorilere ayırmıştı. Bunlar, koza tipi, yumurta/tohum tipi ve tüp tipi klonlamaydı. Doktor Oxvfel çalışmalarının yönünü, üretim yöntemlerinin, klonların zihinleri üzerindeki etkilerine, doğru çevirdi. Topladığı verilere göre, bazı klonlarda, ana bedene sahip kişinin bilincinin belli bir bölümünün beklenenden fazla gelişerek baskın özellik kazanıyordu kazandığı görülüyordu. Örneğin resim yapan bir sanatçıdan, üretilen klonlardan biri, renklerin notalarını çıkararak bir beste yapabiliyordu. Tabi bu biraz uç bir örnek ama Bay Reclefter’ın 1792 numaralı klonu bunu başarmıştı. Tesadüftür ki Doktor Oxvfel’in notlarını incelerken yanındaki müzik çalarda Bay Recfelter’in “Dokuzuncu Renk” adlı albümü çalıyordu. Müzikle arası pekiyi değildi fakat bu albümün kendisi için özel bir hatırası vardı. Tüpten kaçtıktan sonra kendi başının çaresine bakarken önünden geçtiği bir lokantada bu şarkı çalıyordu. Lokantanın sahibi iyi bir adamdı. Ona bir çorba ikram etmişti. Ne zaman kendini kötü hissetse “Dokuzuncu Renk” albümünü açar ve o anı hatırlardı.

Raporları ve kitabı karıştırmaktan sıkıldığını anladığında, kendisine bir papatya çayı demleyip pencereden dışarıya doğru baktı. Gördüğü manzara o kadar da güzel değildi. Güneş gecekondu mahallesinin şekilsiz dar sokaklarını yavaş yavaş aydınlatmaya çalışıyordu. Burası Ülkenin nispeten kendi haline bırakılmış yerlerinden biriydi. “Hatalı ürün”, “Defolu” gibi ağır hakaretlerle nitelendirilen klonların sürüldüğü yerlerden birindeydi. Kendisi gibi biri için müthiş bir gizlenme noktasıydı. İlk defa buraya geldiğinde korkudan pek bir şey yapamamıştı. Diğer mahalle sakinleri ona sıcak davranmıştı. Bu sayede korkusu zamanla yatışmıştı. Onlara elinden geldiğince yardım ediyor, sorunlarını çözüyordu. Burada yalnızca klonlar yoktu. Klonlamaya uygun olmayan kişiler de vardı. Bu kişilerin bazıları eskiden statü sahibi insanlardı. Basit yalan haberler ve bir iki yalan dedikodu ile hayatları mahvedilmişti.

Mahallenin yakınında bir mezarlık vardı. Mezarlıkta buraya sürüldükten sonra sorunlar yaşayıp intihar edenlere ait özel bir yer vardı. Kendisini seyrek kahverengi saçlı gür sakallı bir adam buraya getirmişti. Anlattığına göre karısıyla mahalleye geldikten üç ay sonra bir gün eve döndüğünde, karısının cesedi ve elinde tuttuğu bir intihar mektubu ile karşılaşmış ve buraya defnedilmiş. Adama göre karısı hayat dolu biriymiş. Çevresinde de oldukça sevilip sayılırmış. Fakat klonlamaya uygun bulunmadığı için onu dışlamışlar. Birçok can dostu olarak bildiği kişiler ona sırtını dönmüştü. Buraya ilk geldikleri günden beri geri dönmek için bir çıkış yolu aramışlardı. Sürüldükleri şehirle alakalı her habere kulak kesiliyordu. O gün kendisine sırt çevirenlerin kendilerinin yerini doldurmaya başladıklarını görünce kadın çıldırıyordu. Ama son günlerde nedense sakinlemişti. Başlarda kocası bunu iyiye yordu ama git gide endişelendi. Kadın fark ettirmeden daha az yiyor, daha az konuşuyor, daha az gülüyordu. En sonunda bir gün kurucu üyesi olduğu vakıf kendisinin sürülmesine sebep olan kişiye onur ödülü verince yüreği bunu kaldıramadı ve intihar etti.

Karısı öldükten sonra adam kendini çiçeklere adadı. Evini çeşit çeşit çiçekle doldurdu. Zamanla evi mahallenin en renkli evlerinden biri olmuştu. Geçiminin bir kısmını evinde yetiştirdiği çiçekleri satarak sağlıyordu. Bir gün yoldan geçerken adama denk geldi. Sepetinde bulunan cılız, pembe yapraklı ortası sarı bir çiçek dikkatini çekti. Adam onun çiçeklere bakışını fark edince “İstiyorsanız alabilirsiniz hanımefendi. Kusura bakmayın diğerlerinin altında ezilmiş ama.” diyerek hızlıca çiçeği ona uzattı. “Bir bardak suda bir gün tuttuktan sonra toprağa ekerseniz yeniden canlanır.”

Adamın bu tavrı onun için beklenmedik bir şeydi çünkü bu soğuk mahallede sıcakkanlı biriyle karşılaşacağını zannetmiyordu. Evine gidip çiçeğe adamın tarif ettiği gibi davrandı. Ezilmiş çiçeğin kendine geldiğini görünce mutlu oldu. Aradan bir hafta geçince adamı yine aynı yerde buldu. Adama bir çay ısmarladıktan sonra onun hikâyesini dinledi. Çayını içerken koltuğunun yanındaki sehpada yarım bıraktığı kitabın arasından taşan kuru çiçeği görünce bu anısı aklına geldi. Çayını bitirdikten sonra tekrar masanın başına geçti.

Çalışmaya başlayalı birkaç saat olmuşken gözüne bir gazete kupürü takıldı. Mezuniyet haberiydi ama mezunların arasındaki biri dikkatini çekmişti. Kendisiyle aynı yüzü taşıyan biriydi. Elbisesine pembe yapraklı, ortası sarı bir çiçek işlenmişti. Kadının yüzüyle kendi yüzü arasındaki tek fark onun yüzünde bir yara olmamasıydı. Fotoğrafa bakınca eli ister istemez yüzünün sağ tarafına gitti. Alnından çenesine kadar uzanan yara izi tüpten çıktığı günden beri vardı. Başlarda onu yok etmek için çok uğraşmıştı. Denemediği merhem, gitmediği şifacı kalmamıştı. Sonraları ise onun varlığına alışmıştı. Aynaya her baktığında bu yara izi ona yürüdüğü yolda devam etmesini söylüyordu. Kaçtığı günü hatırladı. Tüpünde aniden uyanmıştı. Hemen sonrasında cama üç çekiç darbesi indi. Soluk borusuna kaçan sıvıyı çıkartmaya çalışırken ellerini ve dizlerini kesen cam kırıklarının verdiği acıyı duymadı. Siyah kıyafetler içindeki bir grup tüpleri tek tek parçalıyordu. Dakikalar içinde onlarca klon tüplerinden vaktinden önce çıkarılmıştı. Tam kendine gelmeye başlamışken siren seslerini duydu. Daha sonra alevleri gördü. Olayları anlamlandırmaya çalışırken ayaklanıp koşmaya başladığını fark etmedi. Bulunduğu tesisten çıkarken ani bir patlama oldu. Keskin bir cisim suratının sağ yanını çizdi. (Bence tüpten çıkarken ya da tüpü kırdıklarında düşen parça yüzünü kesse daha iyi olur). Yeşil çimlerin üstüne düştü. Gözünün önünde pembe yapraklı, ortası sarı bir çiçek vardı. Kanlar içinde yerde dururken alevlerin arasından kaçan yeşil gözlü bir kadınla göz göze geldi. “Kaç!” diye bağırdı kadın ama o bunu duymadı.

Silkinerek kendine geldi. O korkunç güne dair olan anılarını hatırlayınca yarası sızladı. Kendini toparlamak için elini yüzünü yıkadı. Çalışmasına dönmeden önce takvim yaprağına baktı. Bugün onun tüpten çıkışının yirmi birinci yılıydı. Yirmi bir yıl önce bugün yangından güç bela kaçmıştı. Yirmi bir yıl önce bu gün yeşil gözlü bir kadın onu ölmekten kurtarmıştı. Tıpkı kendi gözleri gibi, tıpkı gazete kupüründe gördüğü kadının gözleri gibi yeşil gözlü bir kadın onu kurtarmıştı. Fotoğrafa bakarken gülümsedi. “Çok yakında görüşeceğiz dokuz yüz on sekiz numara. Ya da sana, “Şanslı” mı demeliyim?”

Ali Sarp Sunay