Öykü

Bir Rüya

Arol üç gündür hissettiği susuzluğunu dindirdiğinde uzun süren bir savaştan zaferle ayrılmış gibi hissetti. Sürgünü boyunca zaman zaman yaşadığı susuzlukların en uzunu olan bu sefer, onu öyle vahşileştirmişti ki, kendini hayvanlarla bir tutmuştu. Kurbanının kanının çoğunu içmişti. Katı ve bozuk bir kandı fakat bu zamanlarda lezzet aramak gibi bir lüksü yoktu. Elinin tersiyle ağzını sildikten sonra kalan kanı yaladı. Bir damla bile boşuna gitmemeliydi. Kurbanına baktığında üzerindeki parçalanmış giysiler ona eski hayatını hatırlattı. Geron kentinin en seçkin hanelerinden birinin himayesindeydi. Bu adama denk gelmiş olması belki de o yaşamın izlerini hatırlaması içindi. Kader çok tuhaf çalışırdı. Bir an için her şeyi unuttu. Adamın giysilerini incelemeye başladı. Belki cesedin üzerindeki bir şey onu geri götürebilirdi. Kurbanı çok yorgun olduğu bir anda yakalamıştı. Uzun süre yol gittiği için üzerinde pek bir şey kalmamıştı. Bir an için önünde duran adama üzülmüştü. Bir zamanlar kendisi gibi olan bu adam kim bilir nasıl bu hale gelmişti. Üzerinden çıkan paralar az olsa da bu onu baya zengin biri yapmaya yeterdi. Ama para Arol’un işine yaramazdı. Şimdilik dursun bakalım. Sonra bir resim buldu. Bir orman tasviriydi bu. Ama bir şeyler tersti. Gördüğü hiçbir ormanın rengi bu kadar canlı değildi. Aotronlardan mıydı, acaba? Bu dünyada hiçbir vampir için ışığa yer yoktu ve renkler hep soluk olmalıydı. Işık vampire zarar verirdi. Ne diye yanında bunu taşıyor k? Böyle biri birkaç meczubun hayaline kapılmış olamaz. Kafasındaki sorular ardı ardına büyürken ufka doğru baktı. Şafak sökmek üzereydi. Hemen cesedi kaldırıp sığınacağı bir mağara bulmaya koyuldu. Aç olduğu zamana göre nispeten daha hızlıydı fakat bozuk kanın etkilerini hissetmeye başlamıştı. Küçük sanrılar, anlamlandıramadığı şekiller görüyordu. Nihayet küçük bir mağara ağzına denk geldi.

Gökyüzünde kızıl renk yükselmeye başladığında mağaranın içine girdi. Karanlık her zamanki gibi huzurluydu. Hiçbir ışığın gelmediğinden emin olduktan sonra cesetten kalan eşyaları tekrar aramaya koyuldu. Bulduğu şey hayli ilgisini çekti. Bu bir madalyondu hem de önemli bir klana aitti. Anlık bir korkuyla geriye sıçradı. Eski yaşamından kalma bu korkuyu uzun zamandır yaşamamıştı. Kendini silkip sakinleşti. Çantada geriye yalnızca birkaç ıvır zıvır kalmıştı. Çantayı bir kenara bırakıp cesede döndü. Ölmüş adamın kıyafetlerini karıştırırken birkaç kâğıt parçası buldu. Bazı belgeler, karalamalar vardı. Gözüne küçük bir kâğıt parçası takıldı. “Saat 6. __ Meydanı. Kızıl ayak 9 keşişe çiçek yolladı.” Anlamlandıramadığı bu mesaja uzun süre baktı. Meydan ismi ona tanıdık geliyordu. Keşiş kelimesi onda rahatsız edici bir merak uyandırmıştı. “Kim Geron’da bir keşişe ihtiyaç duyar ki?” diye düşündü. Başına ani bir ağrı gelince bağırdı. Sonra aklına bir görüntü geldi. Binlerce renk çiçeğin bulunduğu bir bahçenin hayaliydi bu. Cesetten korkuyla uzaklaştı. “Neler oluyor bana?” diye düşündü. Işık onun ve onun gibilerin felaketiydi. En korkunç idamlarda ışık kullanılmıştı. Bir tanesine kendi gözleriyle şahit olmuştu. Genç bir kız, efendisine bozuk kan vererek onu zehirlediği için idam edilmişti. Efendisi prense yakındı hatta prensin önemli ticari işlerine de o bakıyordu. Kız mahkemeye elinde gümüş bir mermiyle gelmişti. Elinin yanmasına rağmen bunu umursamıyor ve gülüyordu. Arol en çok o kızın gözlerinden korkmuştu. Başına gelecekleri bilmesine rağmen mahkemedeki herkese bir av gözüyle bakıyordu. Hâkim sorgusuna devam ederken kız birden arkasını dönüp Arol’a baktı ve gülümsedi.

“Şafak yükseldiğinde yine görüşürüz.”

Arol dehşete kapıldı. Böyle bir şey olmadı ki! Kafasında duyduğu ses o kıza aitti. Ama bu anılarda bir yanlışlık vardı. O gün kız hiç arkasını dönmemişti. Yargılama bitip kız suçlu bulunduğunda kızı direk ışık odasına götürmüşlerdi. Dehşet vericiydi. Işıklar aniden açıldığında kızın bedeni yavaş yavaş küle dönüşüyordu. Kızın acı çığlıkları yüreğine işlemişti. Hiç kimsenin böyle bir kaderi yaşamasını istemiyordu.

Başının ağrısı yetmezmiş gibi bu sefer midesinde başka bir ağrı başlamıştı. Bu herif ne içti de kanı bu kadar bozuk oldu. Daha fazla kendini zorlamadı ve oracıkta uyudu.

Gölgelere bürünmüş biri onu kolundan çekiştirerek sürüklüyordu. “Çabuk olmalıyız!” dedi gölgeli kişi ince sesiyle. Köpeklerin havlamalarını işitti, adımlarını hızlandırdı. Gölgeli kişi onu bir ara sokağa soktu.

“Buradan, çabuk”

Nereye gidiyoruz biz böyle?

“Şehrin dışına, bizi bekliyorlar.”

Onlar kim?

Olanları anlamlandırmaya çalışırken kendini bir anda bir çiçek bahçesinde buldu. Binlerce renkte çiçeklerin yaydığı kokuyu duyduğunda içine bir ferahlık geldi. Arkasına döndüğünde kendisinden biraz uzakta kamp yapan bir grup gördü. Ateşin başında şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Coşkuları o kadar büyüktü ki onlara eşlik etmek istedi.

“Arol.” dedi ince tanıdık bir ses.

Sesin geldiği yöne döndüğünde kendisinden birkaç adım ileride gölgeli kişiyi gördü. Ona yaklaştığında gölgeler uzun siyah saçlı uzun çeneli bir kadına dönüştü. Kadın ona bakıp gülümseyerek elini uzattı.

“Benimle gel!”

Arol elini uzattığında kadının ardından ani bir şimşek çaktı. Arol çığlık atarak uyandı. O neydi öyle? Rüya mı gördüm? Bu düşünce ona saçma geldi. Vampirler rüya görmezdi ki! En fazla uyumadan önce yaptıkları bazı büyüler onlara birer görü sağlardı o kadar. Onu da ancak özel eğitim almış vampirler yapabilirdi. Arol kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu fakat bir türlü başaramıyordu. Cesede bakıp küfür etti. En sonunda enerjisi kalmadığında arkasına yaslanıp olanları düşünmeye başladı. Çiçeklerin kokusu nedense ona hoş gelmişti, renkleri de öyle. Coşkuyla dans edip şarkılar söyleyen grubu düşündü. Sonra o idam sahnesi aklına geldi. O kız ne için ölmüştü. Renkleri istediği için mi? Artık güneşten korkmamak için mi? Gündüzleri yürüyebilmek… Geceye ve gündüze hükmetmek… Düşünceleri kulağına hoş geldi. Cesede yaklaştı. Adamın madalyonunu alıp boynuna taktı. Sonra onun köpek dişlerini koparıp madalyonun iki yanına astı. Elleriyle ona bir mezar kazıp cesedi gömdü. Ailesinden öğrendiği bir koruma büyüsünü söyledi. “Burada seni kimse rahatsız edemez.”

Güneş yeni batmıştı. Mağaradan çıktığında derin bir nefes aldı. Eline madalyonu alıp önce ona sonra ufka doğru baktı. Bakalım beni nereye götüreceksin.

Ali Sarp Sunay