Öykü

Ad

Güneş doğarken, siyah camlı, altın çerçeveli gözlüklerini çıkardı. Şu an güneşten korunmayı değil onun ışıklarını ve karşısındaki uçsuz bucaksız ovaya düşen taze ışıltıları kendi gözüyle izlemek istiyordu. Pek kıymetli, hem gece görüşü sağlayan hem güneşten koruyan gözlüğünü iç cebindeki deri kılıfa yerleştirip arkasına yaslandı. Sabahın taze kokusuyla manzarayı izlemeye başladı.

Eğer gece boş geçmişse çoğu sabahı böyle geçerdi. Kuraklığın denizinde açılabildiği kadar açılıp yoldaşlarıyla çadırlarına ve kendilerine yetecek bir kara parçası bulurdu. Ertesi akşamın bereketli olmasını dileyerek uykuya dalardı.

Bu insanlar nerede yaşardı? Kim bilir, kim merak ederdi ki? Önemli olan onları bulmak değil onlardan kaçmaktı. O ve iki dostu da zaten insanlara istediğini veriyordu. Onları merak etmeyen ve onlardan çekinen herkesten uzak yerlerde konaklıyorlardı. Bu insanlarla ancak iki şekilde karşılaşırlardı. Çalıntı kimliklerle alışveriş yaparken bir hayalet, yeni kimliklere ihtiyaç duyduklarında bir canavar suretinde.

Bazı zamanlar çadırdan ayrılıp diğer meslektaşları gibi bombalanmış şehirlerin kalıntıları arasında yaşamayı düşünürdü ama kendine yediremezdi. Bir eşkıya da olsa belli zevkleri ve prensipleri vardı. Bir evde yaşayacağı bir gün gelirse dört duvarı, bir kapısı ve üzerinde kendi adı soyadı yazan kapı zili olmalıydı. Kırık duvarından her baktığında karşı binada kimlerin öldüğünü düşünmediği bir evde yaşamalıydı. Mutlaka penceresinden ağaç görmeliydi. Neredeyse yirmi yıldır malum felaketten arta kalan teknolojinin kurbanı ve kaçağı olarak yaşıyordu ve bir gün kimliği ile kendi adını geri alana kadar da hayallerine kavuşamayacağını biliyordu.

Çaldığı kimlikleri hatırlamazdı, kimsenin adını da aklında tutmak istemezdi bu yüzden yanındakilere yalnızca Bir ve İki diyordu. Onların da umurunda değildi açıkçası. Hatta kendilerine isim takan bu güçlü adam olmasa şehir artıkları içinde yok olacaklarını da biliyorlardı.

Ekip gece uyanıp eşyalarını toparladılar ardından gözlüklerini taktılar. Karanlıkta, ana yola kadar ışıksız yürümenin tek yolu buydu. Üç adam, havalı gözlükleri, deri kıyafetleri ve sırtlarında çantalarıyla bizim bilmediğimiz bir zaman diliminde belki de oldukça çekici görünebilecekken burada, bu zamanda yalnızca korkunç görünüyorlardı. Bu devirde kim böyle giyinir ki? Ancak onlar, kimliklerimizi alıp giden ve ertesi sabah şehre inip biz merkez binasına bildirmeden kredilerimizle erzak alan sonra da izlerini kaybettiren adamlar.

Elektriğin tasarruflu kullanımına karar verildikten sonra tam otuz beş yıl geçmişti ve yollar hâlâ olabilecek en loş şekilde aydınlatılıyordu. Bu cılız ışıkların yansıdığı bölgenin arkalarında durup pusuya yatmak oldukça kolaydı. Bir ve İki vardıkları yolun iki kenarına “stopper” denilen cihazdan yerleştirdi. Efendileri, büyükleri ne sağlam adamdı ama. Bunlardan bulmak silah bulmaktan daha zordu. Yalnızca şarj sorunu olurdu onu da şehir artıklarında yaşayan tanıdıklarının yanında hallederlerdi. Devlet o bölgelerden göç olmaması için oturulabilir binalara elektrik sağlıyordu. Bölge yaşanmaz hale gelirse ana merkezlere göç olmaması için aldıkları ucuz bir yöntemdi ama işe yarıyordu.

İkili stopperleri yerleştirdikten sonra başkanlarının yanına pusuya döndüler. Bu cihaz aracı algıladığı an aracı durduruyor ve beş dakika boyunca hiçbir sistemin çalışmaması için manyetik bir dalga yayıyordu. On kullanımdan sonra şarja ihtiyaç duyduğu için her akşam ancak bir araçla ilgilenebiliyorlardı. İthal araçlar eklentileri sayesinde, yük kamyonları da ağırlıklarından ötürü bu cihazdan pek etkilenmiyorlardı. Bu yüzden mümkünse içinde üçten fazla insan olan bir klasik araç en çok ihtiyaçlarını giderecek şeydi.

Doğanın gölgesi altında, gözleri yolda oturuyorlardı. Her şey hazırdı. Bekleyiş çok sürmemişti ki uzaklardan bir çift ışık huzmesi yaklaşmaya başladı, yaklaştı ve tak diye durdu. Bazen iş yerlerinde, bazen market sırasında, bazen de parkta otururken kulaklarla duyulan korku şimdi duran aracın içini görünmez, boğucu bir duman gibi kaplamıştı. Bir ve İki hızlıca yerlerinden kalkıp yola doğru koştular. Fazla süreleri yoktu. Başlarındaki adam ise hızlı ve emin adımlarla arkalarından geliyordu. İki, duran araca varıp camını hızlıca tıklattı. İçeriden hiçbir tepki gelmediği belliydi. Bir de şoför camına geçip vurmaya başladı. Pencere açılmayınca başkanları sol tarafına hızlıca bir hamle yapıp oldukça ağır olan tabancasını çıkardı. Bir’i kenara itip içerdekine camı açmasını tabancasını yukarı aşağı sallayarak işaret etti. Cansız ışık, korkudan başı eğilmiş adamın önüne etrafındaki gölgeleri düşürüyordu. Bu hareketlerden bir şeyler olacağını sezen adam başını kaldırıp silahı gördüğü anda panikle camı açtı. En yetkili eşkıya, bir eliyle açılan pencereye tutunarak başını araçtan içeri soktu. Ah ne şansızlardı. Sadece bu korkak, pırasa saçlı soluk benizli adam vardı. Oysa en az üç kimlikle geceyi kapatabileceklerini umut etmişlerdi. Pencereden geriye doğru bir hamle yaptı, derin bir nefes alıp hayal kırıklığına uğradığını belli etmeden “Kimliğini ver” dedi. Uzun boyu, yapılı bedeni, düzenli kesilmiş ama gür bıyıkları ve üzerindeki aksesuarlarıyla öylesine tehditkârdı ki bunu sesine yansıtması gerekmiyordu. Tepki alamayınca yine sakin ve tok bir sesle “Kimliğini ver dedim, duymuyor musun?” dedi. Şoför titreyen elleriyle gömlek cebine elini sokup plastik kırmızı bir dikdörtgen nesne çıkarıp ona seslenen adama uzattı. Eşkıya kimliğe şöyle bir baktı, durdu. Normalden uzun süren bir duraksamaydı öyle ki Bir ve İki bile biraz paniklemişti. Yanlış birine mi çattık diye düşünüyorlardı. Şehre yürümeleri gerekiyordu ve bu adam gidip kayıp başvurusu yapmadan işlerini halletmelilerdi. Bu yüzden neyi beklediklerini anlayamıyorlardı.

Başkanları kimliği cebine koydu. Sırt çantasını indirip içinden kirli, kumaş bir kese çıkardı. Kesenin içinde belki yirmiye yakın kimlik vardı. Yoldaşları bunları görünce ona kızmamış, darılmamış sadece çok şaşırmıştı, bu kimliklerin onlardan gizlenmesinde bile bildiği bir şey vardır diye düşünüyorlardı.

Yarısını Bir’e diğer yarısını İki’ye verdi ve “Kendinize dikkat edin, bu kimlikler size uzun süre yeter. Stopperi de kaldırın, sizde kalsın.” dedi. Aracın içindeki adamı ise ensesinden tutup aracın dışına çıkardı. “Sen de beni affet, bir gün belki senin de şansın döner” diyerek araca binip yola koyuldu.

Araç ilerlerken dikiz aynasından kalakalmış üç kişiye ve bozkıra baktı. Bu şimdiye kadar aklına bile gelmemiş bir şeydi. Belki onlarca kez bunu yapma şansı olmuştu ama her şey istediği gibi olmayacaksa çabalamasının anlamı ne, diye düşünürdü. Onun için başka bir isimle yaşamak şehir enkazında yaşamak gibiydi. Bu anı beklememişti. Daha büyük ve kapsamlı şekilde; belki bir devrimle belki bir istila ile adına kavuşacağını düşünüyordu ama her akşam gibi bir akşamda yalnızca bir tesadüfle gerçekleşmişti.

Güneş doğarken gözlüklerini çıkardı, aracın camını sonuna kadar açtı. Sabahın taze kokusu ve sakin ışıkları altında; üstelik kimliği ile de sabit, Sadık Bal yarım kalmış hayatına başka bir hayatın ortasından başlıyordu.

Reyhan Alemdar

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *