Öykü

Kıyamet

“Şu evrende en temiz şey ateştir. O her şeyi temizler. Yozlaşan akıl, kanla ıslanan toprağa kadar her şey onunla çevrelenir. Geriye kalan kapkara külleri de ancak su temizler. Rüzgâr külleri suya üfler. Su külleri toprağa taşır. Toprak canlanıp yeşillenir ve döngü yeniden başlar. Ben ki bu döngüyü koruyacağıma bütün benliğim üzerine yemin ederim!”

-Karagül Şövalyeleri Yemini, Kajiruan İmparatorluğunun 66. Kajiresi Raesia Tairos tarafından yazıldı, tarih bilinmiyor

Sanki dünya cayır cayır yanıyordu. Gün hafifçe batarken karlarla kaplı vadi sarılara ve turunculara boyanmıştı. Biraz sonra bu renklerin yanına kan kırmızısı da eklenecekti. Askerlerden yükselen buharlı nefesler havaya karışıyordu. Ordular geniş ve eğimli vadinin iki ucuna konuşlanmıştı. Bu kanlı iç savaşın son muharebesiydi. Kaybeden taraf yok olacaktı.

Agmir üşüyen ellerini ovuşturdu. Plaka zırhı titreşti. Tahmin ettiğimden de fazlalar, diye düşündü. Savalan, Yeşil Kobraları bile yanına çekmeyi başarmış. Savalan’ın ordusu epey kalabalıktı. Saflarındaki klanların flamaları rüzgârda dalgalanıyor, farklı renkleriyle gökkuşağını andırıyorlardı. Ülkeyi birleştirmeye en yakın adam Savalan ile başkent arasında yalnızca kendine imparator diyen ihtiyar Beso’nun küçük ordusu duruyordu. Eh, tabi bir de Agmir’in mütevazı ordusu vardı.

Vadinin en tepesindeki ormanlık alanda koyu mavi flamalı askerlerini gizlemişti. İki beye de mektup yollamış savaşa onların yanında katılacağını söylemişti. İkili oynamanın ona kazandırdığı bir sürü avantaj vardı. Yalnızca acele karar vermemeli ve olasılıkların hepsini değerlendirmeliydi. Savalan sayıca üstün olabilirdi ama Beso ondan daha tecrübeliydi. Zayıflıklarını kollamalı ve doğru zaman gelince ikisini de yok etmeliydi. Bu kaosun küllerinden ise Agmir’in yaratacağı yeni düzen doğacaktı. Sonuçta ikisi de vârissiz birer ihtiyardı. Yönetmeyi hak etmiyorlardı. Belki gelecek nesiller Agmir’in ihanetini unutmayacaktı ama onun umurunda bile değildi. Klanı var olduğu sürece ona yeterdi.

Bir asker atıyla ona yaklaştı. Mavi boyalı zırhındaki sarı çizgilerden haberci olduğu anlaşılıyordu. “Efendim, Savalan hücuma hazırlanıyor.”

“Bizimkiler de tetikte olsun.”

“Emredersiniz!”

Agmir atının üzerinde, elini çenesine götürüp Beso’yu izlemeye koyuldu. Neyin peşindesin ihtiyar, diye düşündü. Ama ne kadar düşünürse düşünsün aklı bir türlü almıyordu. Beso gibi biri ordusunu bu kadar savunmasız bırakıyor olamazdı. Sayıca az olmasına rağmen başkentte kale savunması yapmak yerine bu vadide Savalan ile yüzleşecekti. Üstelik yüksek konumu düşmanın almasına izin vermişti.

Karın huzur verici sessizliği bıçak gibi kesildi. Savalan’ın süvarileri sağ ve sol kanatlardan dörtnala hücuma geçmişti. İki bine yakın süvari vadiyi titretiyordu. Karı yararak ilerlediler ve saniyeler içerisinde Beso’nun ok menziline girdiler. Yüzlerce ok havada ıslık çalarak süvarilerin üstüne yağdı. Masum kar kızıla boyanırken savaş naraları kulakları çınlattı. Süvariler hücuma yıldırım hızıyla devam ediyordu. Oklardan pek azı onlara isabet etmiş, ilk dalga onları yavaşlatmaya bile yetmemişti. Beso buna rağmen ikinci dalgayı göndermeye hazırlanıyordu. İhtiyar sonunda bunamış olmalıydı. Neden okçularını mızrakçıların arkasına çekmiyordu? Biraz sonra ordusu büyük bir darbe alacaktı. İşi bitmişti. O anda süvarilerin ilk sırası karın içine girerek gözden kayboldu. Sonra ikincisi ve üçüncüsü… Sanki görünmez bir duvardan sekip yerin içine çekiliyorlardı.

Agmir bir kahkaha patlattı. “Seni pis ihtiyar! Biliyordum! Bir şeyler planladığını biliyordum!” Arka sıralar durmaya çalışırken öndekilere çarpıp onları da yerin içine gönderiyorlardı. Karın üzerinde vadinin iki yanına uzanan kesik kesik bir çizgi belirmeye başlamıştı. Süvariler artık kolay hedefti. Okçuların ikinci dalgasıyla birlikte Savalan’ın süvarilerinden geriye yalnızca bir avuç kaçışan korkak kalmıştı. Savalan sinirden köpürmüş olmalıydı.

General Kaga şaşkınlığını gizleyemedi. “Atalarım adına! Bu da ne böyle?”

Rahip Zan da ona katıldı. “Kıyamet alameti.” Üzerinde zırh yoktu. Beyaz kaftanı siyah bir kuşakla tutturulmuştu.

Agmir’in gülümsemesi anında yok oldu. “Hayır, zeki bir komutanın savunma stratejisi.”

“İki ordu çarpıştığında dünya yarılacak.” diye alıntıladı Zan.

“Bu vadide üç ordu var.”

“Ve onun kızgınlığından yükselen bir ateş semayı-“

Kaşlarını çattı. Atının yularını hışımla çekiştirerek dostuna döndü. “Kes şu zırvaları Zan! Seninle aynı konuları tekrar tekrar konuşmaktan sıkıldım! Utanmasan at dışkısında bile hikmet arayacaksın!”

“Bak Agmir, inanmadığını herkes biliyor ama-“

“İnanmıyorum çünkü her şeyin dinin zırvalarından daha mantıklı bir açıklaması var. Aynı bu durumda da olduğu gibi.”

“Ne demek istiyorsunuz efendim?” dedi General Kaga.

“Savaştan önce askerlerine hendek kazdırmış. Karı kullanarak da tuzağını gizlemiş.” Zan haylazca kıkırdamaya başladı.

“Bu gayet mantıklı efendim. Ama…” Duraksayıp şaşkınlıkla Zan’a baktı. Zan, onun kadar Kaga’nın da sinirini bozuyor olmalıydı.

“Sen ona aldırma. Sözünü bitir.”

Zan hâlâ gülerken söze karıştı. “Ama bu hendekten yükselen alevleri nasıl açıklayacaksın?”

“Ne alevi?” diyerek atını vadiye döndürdü. Önünde tüm benliğini titreten bir manzara uzanıyordu. Hendek metrelerce yükselen alevlerle cayır cayır yanıyordu. Hendektekilerin acı çığlıkları gökte yankılanıyordu. Agmir sol gözünün seğirdiğini hissediyordu. Zan haklı olamazdı. Tanrılar birer zırvadan ibaretti. Değil mi? Üstüne tüm ağırlığıyla çöken bu vesvese içini kemiriyordu. Elbet bunun da mantıklı bir açıklaması vardır, diye düşündü.

“Hâlâ inanmıyor musun Agmir? Ya siz General Kaga?”

“Bir çeşit büyü numarası olmalı. Sonuçta Beso bir sürü efkeldâra sahip.”

“Zekice bir düşünce General. Ama yanlışınız var. İmparator şu ana kadar efkeldârları hiçbir savaşta etkili olarak kullanamadı. Değil mi Agmir?”

Agmir dişlerini gıcırdattı. “Katran…” diye inledi. “Evet, katran! Hendeği katranla doldurmuş olmalı. Yeteri kadar süvari içine düşünce de yaktı.”

“Bu kadar kısa zamanda o kadar katranı nereden bulmuş peki?”

“Zan yeter! İmana getiren zırvalıklarını savaş sonrasında etraflıca dinleyeceğime söz veriyorum. Ama şuan için saçmalıklarına ayıracak vaktim yok!”

“O kadar zamanımız olmayabilir.”

Hava aydınlandı. Yüzlerce şişenin aynı anda kırılmasına benzer bir ses yankılandı. Gök çatladı. Alevlerle bezenmiş devasa bir kanat çatlaktan dışarıya çıktı. Sonra diğer kanat da onu takip etti. Kanatlar kanırtarak çatlağı genişletti ve içinden yanan bir turna kuşu fırladı. Yarı saydam alev alev bedeniyle adeta ölümün suretiydi. İnce uzun bacakları oval gövdesine doğru kalınlaşıyordu. Semayı kaplayan kanatlarındaki tüylerin her biri alevdendi. Kuş, avına saldıran bir aslan gibi kükreyip dalışa geçti. Uğursuz bir uğultuyla titreşti. Ateşten öfkesini önce neye uğradığını anlamayan Savalan’ın üstüne püskürdü. Bembeyaz karlarla kaplı vadi saniyeler içerisinde eriyip kapkara kesildi. Yuvaları yanan karıncalar gibiydiler. Ağaçların ve yanarak kaçışan askerlerin çatırtıları Agmir’e kadar ulaşıyordu. Esen rüzgârla taşınan is kokusu genzini yakıyordu.

Zan coşkuyla bağırdı. “İki ordu çarpıştığında yer yarılacak! Ve onun kızgınlığından yükselen bir ateş semayı kanatları altına alacak! Her şey kül olana kadar yanacak! Ey inananlar, son duanızı edin! Kıyamet geldi! Zümrüdüanka geldi!“

Agmir güldü. “O zaman iyi ki kâfirlerle dolu bir ordum var!”

“Hâlâ inanmıyor musun Agmir?”

“Hayır.” dedi sesi titreyerek. Bu lanet şey bir kâbus olmalıydı. Evet! Her şey bir kâbustu. Biraz sonra sıcak yatağında uyanacak, Zan’a rüyasını anlatıp gülüşeceklerdi. Zan yine o meşhur nutuklarından birini çekip Agmir’i imana getirmeye çalışacaktı.

“Ciddi misin sen?”

“Eğer o şey canlıysa onu öldürebiliriz. Onu öldürebilirsek ülkenin hâkimi biz oluruz. Dilden dile dolaşan efsanelerimiz dünyaları aşacak! On bin yıl sürecek bir miras!”

General Kaga yutkundu. “Yani saldırmalı mıyız?”

“Hemen değil. Bana derhal bir efkeldâr bul Kaga! Kuşatma arbaletlerini de hazır etsinler!”

“Emredersiniz!” Atıyla hızla uzaklaştı.

“Agmir delirdin mi? Cesaretini takdir ediyorum ama hepimiz kül olacağız!”

“Eğer dediklerin doğruysa –ki değil- elimizden bir şey gelmez. Ama ben o şey hepimizi küle çevirirken beklemeyeceğim. Ya o, ya biz!”

Zan yanına yaklaştı ve gülümseyerek elini omzuna koydu. “Ben senin gibilerini çok gördüm dostum. O bakışları iyi tanırım. Kaçınılmaz sonunu inkâr ediyorsun. Bir kâfirin son çırpınışları bunlar.”

Agmir gözlerini devirdi. “Bak Zan, diğer rahipler gibi zindanlarda çürümemenin tek sebebi dostum olman. Bu zamana kadar beni astlarımın önünde rezil etmek için elinden geleni yaptın ve ben seni her defasında affettim. Bir kerecik de olsa rahip olmaktan vazgeç ve bana, dostuna yardım et.”

İç geçirdi. “Sana yardım etsem de etmesem sonuç aynı olacak. Ama ben dostun olduğum için sana yardım etmeyi seçiyorum.” Elini uzattı.

“Beni anladığın için teşekkürler dostum.” Elleri bilek güreşi yaparmışçasına kenetlendi.

Kaga atının sırtında bir adamla çıkageldi. “Efendim efkeldârı getirdim.” Adamın kel kafası garip dövmelerle doluydu. Gümüş bilekliğinin üstünde gökkuşağı rengindeki iki ucu sivri bir taş vardı. Adam attan inerek Agmir’i selamladı.

“İsmin nedir?”

“Sibaka.”

“Peki Sibaka, şu yaratığı-“

“Zümrüdüanka.” diye düzeltti Zan.

Zan’a tatlı sert bir bakış attı. “Zümrüdüanka’yı öldürebilir miyiz?”

“Evet lordum.”

Agmir suratında pis bir gülümsemeyle ellerini ovuşturdu. “Anlat.”

“Yakan veya donduran her büyülü canlı vücutlarında yükselteç barındırır. Onsuz yaşayamazlar. Diğer bir deyişle kalpleridir.”

“Peki ya onun var mı?”

“Elbette lordum. Göğsüne bakarsanız bir siyahlık göreceksiniz.” Yaratığın yarı saydam bedenine baktı. Göğsünde gerçekten de bir siyahlık vardı. Devasa bir yumru şeklindeydi. “Eğer yükseltecini çatlatabilirsek, hatta daha iyisi kırabilirsek küle dönüşüp ölecektir. Ama Zümrüdüanka efsaneleri doğruysa kısa süre sonra küllerinden yeniden doğacaktır.”

“Tavsiyen nedir?”

“Bence öldürdükten sonra küllerini etrafa saçmalıyız.”

“Öldürmek için kuşatma arbaletleri yeterli olur mu?”

“Denemeden bilemeyiz lordum.”

“Kabalığımı bağışlayın ama daha iyi bir seçeneğimiz yok.” dedi General Kaga.

“O zaman neyi bekliyoruz? Dikkati dağınıkken elimiz çabuk tutmalıyız.” Atını şaha kaldırdı. “Hadi! Yoksa sıra bize gelecek!”

Generaller onu takip etti. Arbaletlere doğru at sürdüler. Agmir’in beş kuşatma arbaleti, iki tane de mancınığı vardı. Moralleri dibi boylamış bin beş yüz kişilik ordusunun tam önünde duruyorlardı. Bu halde bırak savaşmayı konuşamazlardı bile. Zan’a anlamlı bir bakış fırlattı. Zan gözleriyle onayladı.

“Ey bu cennet vatanın evlatları! Asla pes etmeyin! Her şey olacağına varır. Bir şeyin oluru varsa olur, yoksa olmaz. Her ne kadar çabalasanız da olmaz. Olmayacak bir şey için çabalamanın tek güzel yanı elinden geleni yapmış olduğun için hissettiğiniz tatmin, kabullenme ve güven karışımı duygudur. Yaşamadığınız pişmanlık ve suçluluktur.”

Askerler bağrıştı. “Hepimiz öleceğiz!”

“Kızarmış tavuğa dönmek istemiyorsanız rahibi dinleyin!” diye kükredi Agmir. Dehşetle kaçışan bir grup hariç hepsi kulak kesildi.

“Cesaret korkunun yokluğu değil, zafere olan inancın varlığıdır! Siz cesur askerler korkunuzu fethedeceksiniz. Zümrüdüanka’yı yenecek kudret hepinizde mevcut!” Kaga’nın kılıcına uzanıp çekti ve havaya kaldırdı. “Zafere! ”

Askerler coşkulu savaş naraları attılar. Agmir’in gözleri sulandı. Dostu ilk defa inandığı her şeyi reddetmişti. “Bu iyiliğini asla unutmayacağım.” Zan, kılıcı yere fırlattı. Başıyla selam verip uzaklaşmaya başladı.

“Zan bekle! Nereye gidiyorsun?”

“Dostluğumu yaptım. Şimdi rahipliğimi yapmaya gidiyorum.” Agmir’in yüreği dağlanmıştı. Gözyaşlarına hâkim olamadı. Miğferinin siperliğini indirip yüzünü gizledi.

“Asker, doldur!” diye bağırdı Kaga. “Nişan al!” Bu kadar az ekipmanla uçan bir hedefi vurmak kolay olmayacaktı. Başka şansları yoktu. “Ateş!”

Uzun ve kalın oklar bir gümbürtüyle ateşlendi. Havayı yararak ilerleyen oklardan yalnızca biri hedefini bulmuştu. Kuş kulakları sağır eden bir sesle inledi. Buna rağmen uçmaya devam ediyordu. İlk darbe onun dikkatini çekmekten başka bir işe yaramamıştı.

Agmir dudaklarını ısırdı. “Lanet olsun!”

Zümrüdüanka çatırtılı sesiyle kükredi. “Aptal ölümlü! Senin gücün beni yok etmeye yetmez!”

“Atış serbest!” Çatlak bir sesle bağırdı Agmir.

“Seni küle çevireceğim!” Kanatlarını iki yana açtı. Beyaz alevden gözlerini kıstı. Kemikleri titreten bir böğürtüyle Agmir’e doğru dalışa geçti. Etrafına alevler kusarak geçtiği her yeri küle çeviriyordu.

Askerler telaşla arbeletleri ateşlediler. Bu sefer iki ok yaratığın kalbine isabet etti. Yaratık inleyerek alçaldı. Artık sendeleyerek uçuyordu. Sonraki dalgada ise beşi de hedefini buldu. İsabet eden her okla daha da alçalıyor, vücudunun parlaklığı azalıyordu. Agmir terliyordu. Gittikçe yaklaşan kuşun sıcaklığını tüm vücudunda hissediyordu. Adrenalin damarlarını doldururken elleri titriyordu. Bu duygu neydi? Zaferin yakınlığı mıydı yoksa korkunun onu hayatta tutmaya çalışması mı? Burun buruna gelmelerine saniyeler kalmıştı. Her şey buraya kadarmış, diye düşündü Agmir. Umarım birazdan bu kâbus biter.

Efkeldâr Sibaka fırlayıp bileğini öne uzattı. “Lordum!” Gökkuşağı renkli taşı parladı. Şiddetli bir rüzgâr girdabı oluştu ve Agmir’i geriye savurdu. Agmir yere çakıldı. Acıyla inledi. Sol bacağı kırılmıştı. Zırhı olmasaydı vücudundaki tüm kemikler kırılacaktı. Kıl payı kurtulmuştu. Ama Sibaka… Alevden kuş bir gümbürtüyle yere çakıldı. Taklalar atarak yuvarlandı ve ordusunu küle çevirerek ilerledi. Yaratık toprağı da beraberinde götürerek metrelerce sürüklendi. Birkaç saniye sonra durmuştu. Şimdi üzerinden dumanlar tüten bir kül yığınından ibaretti.

Etraftan alevler yükselirken Agmir etrafa bakındı. Kararmış cesetler ve moloz yığınları… Sanki cehennemin içine düşmüştü. Toprağa tırnaklarını geçirerek ayaklandı. Tiz bir çığlık attı ve ağlamaya başladı. Boğazı kızarana kadar bağırdı. Bağırışını duyan bir grup asker yerden zorla kalktı. Kıyafetleri delik deşikti. Bazılarının da vücudunda ciddi yanıklar vardı. Ama hayattalardı. Agmir gülümsedi. Hâlâ umut vardı.

Zümrüdüanka’nın külleri hafifçe parıldıyordu. Bir kamp ateşinin son demleri gibiydi. “Külleri savurun!” Öksürdü. “Yeniden doğmadan gebertin onu!”

Askerler topallayarak kül yığınına yöneldiler. Agmir de peşlerinden gitti. Ellerine yarısı yanmış sopalar, ortası erimiş kürekler ve kazmalar aldılar. Var güçleriyle kül yığınını karıştırdılar. Bir yandan var güçleriyle üfleyerek bir yandan da ellerindekileri savurup ısınan külleri etrafa saçıyorlardı. Kor halini almaya başlayan küller vücutlarını yakarken inlediler.

O anda parlayan kara yığın canlıymışçasına yerden yükselip bir kuş suretine bürünmeye başladı. Havada seğiriyordu. Derin ve kozmik bir çığlık duyuldu. “HAYIR!” Küller formunu koruyamayıp havaya karıştı.

Askerler zafer çığlıklarına boğuldu. Zafer Agmir’indi. Ama ne pahasına? Sadık askerleri generalleriyle birlikte küle dönmüştü. Hayattaki tek dostu Zan onu terk etmişti. Muhtemelen o da kül yığının içerisinde bir yerlerdeydi. Agmir kırık kahkahalarla yere uzandı. Gözlerini kapadı. Çok yorulmuştu.

Çetin Gözen

Join the discussion at Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.