Öykü

Tutsak Hayatın Yakarışları

Ülkesinin huzurlu bir yaşam sürmesini isteyen kral Milas, her daim halkının ihtiyaçlarını gözetir, onların sağlığını ve mutluluğunu en önde tutardı. Halkı da kral Milas’tan son derece memnundu. Halk arasında hem çok sevilen hem de çok saygı duyulan bir kraldı.

Beklemediği bir anda ortaya çıkan bir yaratığın sözleri karşısında şaşkına uğradı. Kral bu yaratıktan ülkenin huzurunu bozmayacağına dair bir söz aldı. Ve bunun karşılığında ülkede yaşamasına izin verdi. Fakat o zamanlarda verdiği kararın büyük bir hata olduğunun farkında değildi. Bunu yaşayıp görmeliydi ve öyle de oldu. İlk zamanlarda kulaktan kulağa dolaşan dedikodulara aldırış etmedi ve otoritesini de korumak istedi. Günler, haftalar, belki aylar birbirini kovaladı. Artık halkın canına tak etmişti bu durum, dayanamıyorlardı. Kral Milas’ın ülkede yaşamasına izin verdiği bu belirsiz yaratık insanlara işkenceler etmeye ve onlara zarar vermeye başlamıştı. Halk daha fazla katlanamayacaklarını söyleyerek bu durumu bizzat krala iletmek istediler. Kralın karşısına çıkan üç kişi yaşananları tüm çıplaklığı ile birebir anlattı. Kral Milas tüm bunları dehşet içinde ağzı aralık dinledi. Ve daha çok bunlar yaşanırken gözlerini yumup kulaklarını kapattığı için kendine çok kızdı. Derhal bu durumun sona ermesine karar vererek yaratığa cezasını vermek için karşısına çağırttı.

Zar zor getirilen bu hırçın yaratık bir minotordu. İnsan ve boğa karışımı bu değişik varlık kralın hizmetçilerinin ağzını açık bırakmıştı. Kral yaşattıklarını ona anlatırken minotor’un gözlerinde nefretin yanıp asla sönmediği kırmızılar yer etmişti. Halkına karşı korku salacağı üzerine yeminler ediyordu ve Kral bu durum karşısında daha da dehşete kapılmıştı. Eğer buna şu an bir son vermezse bir daha bunun önüne geçemezdi.

“Benim soyumla dalga geçmeye hiçbir insanoğlunun hakkı yoktur. Yeminim olsun ki ben yaşadıkça onlara korku salacağım” diyerek nefretini vurguluyor ve durmadan bunu tekrarlıyordu.

Kral onun bu öfkesinin dinemeyeceğini anlamıştı. En doğru çözüm onu bu ülkeden sürgün etmekti. O ne olup bittiğini anlamadan gizli bir oyun ile ülkeden kapı dışarı edildi. Kral Milas halkına bir daha geri dönemeyeceğinin garantisini verdiğinde tüm halk mutluluğa boğulmuştu.

Minotor sürgün edildikten bir yıl kadar sonra sarayın hizmetçisi sabah saatlerinde kralın odasına temiz havlu koymak için geldiğinde kralı yerde boylu boyunca yatarken buldu. Tüm muhafızlar hizmetçi kadının sesleri ile soluğu kralın odasında aldıklarında kral çoktan hayata gözlerini yummuştu.

Halkı bir korku sarmaya başladı. Minotor gibi vahşi bir yaratığın sürgün edilmesinden sonra kralın cansız bedeninin onun resminin hemen önünde bulunması tesadüf olamazdı. İnsanlar “Minotor onun peşini bırakmadı” diye söylentiler yaymaya başladı ve kısa sürede tüm ülkeye yayıldı bu söylenti. Halk krallarına olan saygılarını yitirdiğinde kralın oğlu genç Varis tahta oturmaya hazırlanıyordu. Yeniden ipleri eline almayı planlayan Varis, tüm önlemlerini almıştı. Planı çok basitti, halk eskisi gibi babasına duydukları saygıyı şimdi ona karşı hissedecekti. Minotor ise kati suretle bu ülkeye adım dahi atmaktan öte ülkenin giriş kapılarının yanından bile geçemeyecekti. Varis tahta oturduğu gün minotorun resmini parçalayarak ateşler içine attı ve ardından küllerini halka göstererek şunları ifade etti;

“Minotor isimli bu iğrenç yaratık, aynı bu parçalar gibi kül olup gitti. Size yemin olsun ki halkım bundan sonra huzur içinde yaşayacak ve o yaratık asla bu ülkenin sınırlarından dahi geçemeyecek!”

Varis planladıklarında çok şanslıydı. Halk yavaş yavaş olanları unutmaya başlamış ve artık Varis’e saygı duyuyordu. Tahta oturduğu yılın birinci kutlamasında büyük bir festival düzenledi ve ülkede bir daha minotor ismi dahi geçemedi. Kral Varis onun varlığından kurtulmuştu fakat minotor henüz hiçbir şeyden vazgeçmemişti.

* * *

Bir gece yarısı ansızın iki ülkenin arasında kalan kuytu kasabanın çevresinde yükselen sesler tüm evlerin lambalarını aydınlattı. Kasabaya yaklaşan seslere uyanan insanlar, üzerlerini giyinerek kendini evlerinden dışarı atmış ve meydanda toplanmışlardı. Neler olduğunu merak eden kadınlar camlara çıkıp etrafa bakınırken erkekler bu bilinmez seslerin saçabileceği tehlikeyi göz önüne alarak ellerine bıçak, tahta ve demir sopa gibi aletleri almışlardı. Henüz onlara neyin yaklaştığını fark etmemişlerdi.

Yaşlı seyis meydana geldiğinde en başa geçerek elini gözüne siper edip ileriye baktı. Onların bulunduğu konuma yaklaşan büyük bir toz bulutu olduğunu gören seyis ne olduğunun farkına varamadı. Ancak biraz daha yaklaştığında atlarını süren bir ordunun onlara doğru geldiğini gördü. Telaşla köylüye durumu anlatarak herkesin hazır durumda olması gerektiğini söyledi. Evlerin kapıları kilitlenerek kadınlar ve çocuklar korundu. Diğer tüm erkekler ise ellerinde savaş aletleri ile meydana döküldü. Seyis hızla durumu kontrol altına alarak herkesi belli konumlara koydurdu. Elinde dürbün ile uzağı kollayan gözcü, aşağıdakilere seslendi:

“Hepsi tuhaf yaratıklar! En önde devasa boğa kafalı bir yaratık ve onun arkasında hayvanlardan oluşan büyük bir ordu var. Yaklaşmak üzereler. Setlerin birkaç metre uzağındalar, girmeleri kolay olacak gibi!”

Tüm herkes endişe ile birbirine bakarken ne yapacaklarını sorguluyordu. Bu savaştan alnı ak çıkmalarını sağlayabilecek tek kişi de yaşlı seyisti. Kasabanın en yaşlısı ve en saygı duyulanıydı. Geçmişte katıldığı savaşlar ile de tecrübesi tüm herkesin ona bakmasını sağlıyordu. Gözcünün dediği gibi kısa bir süre içerisinde setleri aşarak büyük bir gürültü ile kasabaya giren minotor ve askerleri kasabayı beklemediği bir şekilde sessiz ve ıssız bulmuştu.

Minotor, ülkeden sürgün edildiğinde insanlara olan nefretinden kurtulamamış aksine her gün daha da büyütmüştü. Ve insanların soylarının sonunu getirmek için de kendine söz vermişti. Gönderildiği ıssız bir şehirde kendine itaat edecek askerler bulmuştu. İki güçlü ülkenin arasında kalan ve hiçbir ülke sınırlarına dahil edilmeyen bu kasabayı ele geçirmeyi planlamıştı. Buraya kendi imparatorluğunu kuracak ve herkesi kendine itaat ettirecekti. Hakimiyeti sürüp giderken daha fazla toprak fethederek imparatorluğunu büyütmekti hedefi. Böylelikle kendine itaat eden insanların soyunu kurutacak ve kendi soyunu büyütecekti. Fakat bu kasaba düşündüğü gibi güçsüz değildi.

Etrafı tarayan minotorun ordusunun bir kısmı setlere yakın iken üzerlerine atılan bir bomba ile oracıkta can vermişti. Ordu hemen savunmaya geçerek halkı korkutmaya çalışmış ve kılıçları ile onlara saldırmaya başlamıştı. Seyisin kurduğu plan dahilinde önlerine çıkan kasabalı erkeklerin birkaçı verdikleri mücadeleye rağmen orada can verirken aynı zamanda bazı askerlerin canını da almıştı. Asker sayısı eksilene kadar atılan bombaların sesleri susmadı ve ateşleri sönmedi. Kasabalı atlarından devirdiği askerlerin canını alırken atlara binerek savaşa devam ediyordu.

Asker sayısı oldukça azaldığında seyis ve diğer tüm erkekler meydana çıktı. Seyis koydurduğu gözcülerin yerlerinden kıpırdamamasını tembih ederken ne zaman ok atacaklarını da belirtmişti. Seyis gür sesi ile minotora seslendiğinde o, öldürmek üzere olduğu adamı yere fırlatarak ona doğru koşmaya başladı. Şimdi çetin bir savaş başlamıştı. Seyis onun üstün gücüne rağmen direnmeye devam ediyordu.

İşareti alan okçu seyisin üzerinde onu öldürmeye çalışan minotoru hedef aldığında defalarca aldığı darbeler ile yere devrilmişti. Savaş bittiğinde seyis minotorun kellesini keserek hazırlanan cam fanusun içine koydu. Bedenini ve diğer tüm cansız bedenleri kasabadan çıkarırken gün aymıştı neredeyse. Kendi kasabalılarından verdikleri canları ise mezarlığa özenle gömmüşlerdi.

Seyis ve kasabadan birkaç erkek beraber kasabanın mahzenine inerek minotorun kafasını cam fanusun içinde mermer bir sütunun üzerine koydular. Bu hayret edici varlığın kafasını bu şekilde saklamak daha doğru gelmişti. Kadınlar ve çocuklar sığındıkları noktalardan çıktıklarında ölü bedenleri görerek feryatlar etmeye başladılar. O savaşın ardından kırk gün boyunca ölen insanlar için yas tutuldu. Birkaç yılın ardından ise yaşlı seyis hastalıktan hayata gözlerini yumdu.

Kasabanın meydana uzayan taşlı yollarının arkalarına yol boyunca umut fidanları dikilmişti. Umut ağaçları yıllar boyu büyüyüp giderken sonbaharda dökülen yaprakları yolların üzerini örterdi. Kasabalı sonbahar geldiğinde geçmişte savaşan dostlarının orada nasıl can verdiğini hatırlardı.

* * *

Şafağın söktüğü, kasabanın taş evlerini çevreleyen yolların üzerinde koşan çocukların nefes nefese kaldığı, sıradan sonbahar günlerinden biriydi. Dikilen umut ağaçlarının yaprakları kasabanın girişine serpilmişti. Çocukların koştuğu taşlı yollar asırlar önce dökülen kanların izlerini taşıyordu. Her bir köşe başka acılara ve feryatlara sahipti. O zaman gözlerin gördüğü görüntüler akla yatacak, sindirilebilecek şeyler değildi. Uzun yas günlerinin ardından halk anca eski günlerine dönebilmişti.

Tüccarların açtığı dükkanların önündeki alışveriş sıraları ve yol üzerinde yapılan kısa günaydın sohbetleri her zamanki gibiydi. Seyyar satıcıların örtülerini açtığı arabalarına üşüşen küçük çocukların almak istediği pamuk şekerler ve türlü türlü oyuncaklar onlara gülümser gibi bakarken annelerinin aralarında yaptıkları sohbetleri bölerek eteklerini çekiştirirlerdi.

Toplar seke seke sokaklardan çıkıp yokuş aşağı yuvarlanırken peşlerinden koşardı çocuklar. Kız çocuklarının ip ve seksek oyunlarındaki eğlenceleri tuhafiyedeki bocuk şıkırtıları ile bölünürdü. Koşarak tuhafiyenin camı önünde toplanır, rengarenk bocuklara bakarlardı hayran hayran. Satın aldıkları ipler ve boncuklarla bileklikler yaptıklarında yoldan geçenlere satarlardı. Kazandıkları bozukluklar ile meydanın ortasındaki büyük ağacın gölgesinde piknik yapar, neşe ile sohbet ederlerdi.

Öylesine mutlu ve samimiyetin dolu olduğu insanların hayatını idame ettirdiği bir kasabaydı burası. Halk geçimini çiftlik ürünleri ve tüccarlarından sağlıyordu. Daha çok kumaş ve hayvan ticareti yapılan kasabada çoğu zaman erkekler komşu kasabalara satış yapmaya giderdi. Ülkenin ücra köşesinde kalan kasaba için destek kaynağı olmadığından fazlası ile şanssızdı halk. Ama bütün olanaksız koşullara rağmen bir arada güçlü durmayı başarabiliyorlardı.

“Koyunlar çiftlikten kaçmış!” diye bağıran küçük çocuk yokuş boyunca arkadaşlarına doğru koşarken tüm gözler ona çevrilmişti. Ahşap masaların üzerinde oturan arkadaşları heyecanla yerlerinden kalkıp ona doğru koşmaya başladı. Yokuşun yarısında onu durdurduklarında bir süre durup nefesini düzenlemeye çalışmıştı. Kafasını kaldırdı ve “Seyis çıldırmış! Çabucak sokakların aralarına bakın, kaybolmadan bulalım koyunları.” Dedi. Tekrar arkasını dönüp koşarak çiftliğe yol aldı. Arkadaşları da onun arkasından planlı bir şekilde sokakların arasına dağılarak koyunları aramaya başladı.

Çiftlik hayvanlarının sayımını yapıp kapılarını kilitleyen seyisin oğlu çatık kaşları altında sıkıntılı bir nefes verdi. Babası olan çiftliğin sahibi seyis, vefat ettikten sonra abisi ve kendisine kalmıştı çiftliğin tüm bakımı ve hayvanların kontrolü. Abisi bugün kasaba dışına gittiğinden onu tembih ederek çiftliğe göz kulak olmasını söylemişti. Koyunların ve atların kapısını kilitlemeyi unutan genç seyis samanların üzerinde havanın sıcaklığı ile beraber mayışmış ve uyuyakalmıştı. Uykusundan uyandığında ise atlar çiftliğin geniş bahçesinde volta atıyordu. Tavuklar da gevşek bırakılan kilitlerinden kurtulup dışarı çıkmış ve atlardan kaçarak oradan oraya zıplıyorlardı. Hızla yerinden kalkıp atları yerlerine sokmaya çalıştı ve bu sefer kilidi dikkatle kilitledi. Tavukları da uzun uğraşından sonra kümese soktuğunda alnından boncuk boncuk terler damlamaya başlamıştı.

Ortadan kaybolan koyunları bu sıcak havada nasıl bulacağını düşünürken karşı yoldan geçen küçük bir çocuğu durdurmuş ve herkese haber salmasını istemişti. Koyunları görenler onları durdurup bir yerde kalmasını sağlarsa işi kolaylaşacaktı. Bahçede bir o yana bir bu yana telaşla yürürken yanına geri dönen çocuğu gördü. Küçük çocuk herkese haber saldığını söylediğinde tüm kilitleri sağlam bir şekilde kontrol eden seyis, çocuktan o koyunları bulup gelene kadar çiftliğe göz kulak olmasını istemişti. Koşar adımlarla kasabaya indi ve gördüğü ilk sokağın arasına girerek koyunları aramaya başladı. Geçtiği sokaklarda başına buyruk dolaşan koyunları toparlayarak aramaya devam etti.

Bu sırada başı boş dolaşan koyunları gören çocuklar onları zapt etmeye çalışıyordu. Seyis bunları görünce içi biraz daha rahatlamış ve koyunları sıraya sokmuştu. Tüm koyunları saydığında bir eksik çıkması bir anda onu boşluğa düşürmüştü. Daha birkaç hafta önce doğuran koyunun yavrusu ortada yoktu. Kaygılı gözlerle etrafı tarasa da bulamıyordu. Başını elleri arasına almış sıkıntılı nefesler verirken omzuna dokunan çocuk ile başını kaldırdı. Kolları arasında küçük kuzuyu tutan genç bir kadın onlara doğru yürüyordu. Kafasını kuzunun yüzüne eğmiş; ince uzun, beyaz parmaklarıyla gıdığını severken onlara daha da yaklaşıyordu. Aralarında iki metreye yakın bir mesafe kaldığında başını kaldıran genç kadının boynuna doladığı kırmızı kaşkolü omzundan sarkmıştı. Sarıya çalan kestane rengi, ipeksi saçları arkadan üfleyen rüzgârın eşliğinde ahenk içinde dans ediyordu.

Seyis ile göz göze geldiklerinde kolları arasına sakladığı kuzuyu narince ona uzattı. Ona hayran bakışlar ile dalan genç, kuzuya eğdi bakışlarını ve onu kucağına aldı. Kuzuya gülümserken içindeki endişeden de arınmıştı. Teşekkürünü etmek için bakışlarını kadına çevirdiğinde genç kadının yüzündeki iç ısıtan gülümseme karşısında duraksamıştı. Gözleri birbiri ile kesiştiğinde kendine geldi.

“Teşekkür ederim.” diyebildi sonunda minnet duygusu dolu sesi ile. Hafifçe başını öne eğerken gülümsemesi büsbütün yüzüne yayılmıştı.

“Rica ederim.” diyen zarif sesli kadın gülümsedikten sonra arkasını dönüp yürüdü ve oradan uzaklaştı. Genç, elindeki kuzuya tatlı tatlı bakarken gıdığını sevdi.

Ertesi sabah, güneşin henüz yeni ortaya çıktığı bir saatte tüm kasaba uyurken meydandan birtakım çığlıklar duyulmaya başlandı. Bir adam ellerini şakaklarına dayamış pijamaları ile birlikte bağırarak meydana koşuyordu. Uykularından sıçrayarak uyanan kasabalı hemen pencerelere çıktı. Evlerinden meydanda başı boş dolaşan ve koştuğu her yöne çığlık atan adamı gördüklerinde dehşete kapıldılar.

Kasabalı erkekler üzerlerini giyinip dışarı çıktıklarında meydanın ortasında boylu boyunca yerde uzanan, hareketsiz adamı gördü. Yanlarına yaklaştıklarında adam yüz üstü yerde yatarken alnından akan kan taş yolun üzerini kaplamıştı. Birkaç kişi adamın cansız bedenini yerden kaldırırken seyis biraz ileride toprağa kazınan bir yazı olduğunu fark etti. Yazıya ilerlediğinde eğilerek yazan cümleyi sesli bir şekilde okudu.

“Mahzende sakladığınız kafayı ormana giden yolun kuzeyindeki kayalıkların oraya bırakın. Yoksa kaybettiğiniz tek can bu olmayacak.”

Hızla yerinden kalkıp arkasında ona şaşkınlıkla bakan gözlere döndü. Herkes birbirine ‘Ne yapacağız?’ dercesine bakıyordu. Seyisin gözleri onların üzerinde tek tek gezindikten sonra mahzene giden yola çevrildi. Uzun uzun o yola baktı ve ne yapılması gerektiğini düşündü. Cansız beden götürülüp gömme işlemi yapılacağı için birkaç kişi oradan ayrılmıştı. Geride kalanlar ise yazıyı korkuyla inceleyerek ne yapmaları gerektiğini konuşuyorlardı.

“Minotorun kafasını istenilen yere götüreceğim!” diyerek kesin bir ifade ortaya koyan seyis onların konuşmasını böldüğünde tüm şaşkınlıkla açılan gözler ona döndü. Babasının en yakın arkadaşı olarak bilinen orta yaşlı tüccar ona doğru yaklaşıp omzunu sıvazladı.

“Bunu yapmak zorunda değiliz. Birini öldürmüş olması bunu tekrarlanacağı anlamına gelmez. Ona boyun eğmeyelim.” Dediğinde seyis yavaşça elini omzundan indirdi ve yerde hâlâ duran ve kurumaya yüz tutan kanı gösterdi, ardından da ölen adamın bedenini gömmeye giden insan kalabalığını.

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? Bir can daha mı kaybedeceğiz sırf bu kelle yüzünden!” Ona katıldığını gösteren birkaç kişi ile beraber tüccar uzun bir nefes verdi ve gözlerini umdu. Başını yavaşça sallayarak gözlerini açtığında ona baktı. “Peki öyle olsun. Ama bunu senin yapmana izin veremem. Bu çok tehlikeli bir durum. Geride durmanı istiyorum.”

“O kafayı ben götüreceğim. Merak etmeyin lütfen, hiçbir şey olmayacak ve sapasağlam geri döneceğim.” diyerek mahzene giden yolu yürümeye başladı. Arkasından sıkıntıyla nefes veren tüccarın birkaç uyarılarını duymamıştı bile.

Mahzenden çıkardığı kafaya iğrenerek bakarken meydanda onu bekleyen insanları geçti ve ormana yürümeye başladı. Ona verdikleri pusula ile ormanın kuzeyindeki kayalıklara ulaşmayı başarmıştı. Etrafta herhangi bir şey yoktu. Kayalıklara yaklaştığında kırmızı renkle işaretlenen bir çarpı işaretini gördü ve elindeki cam fanusu tam üzerine bıraktı. Geri dönmeden önce son kez gözleri kapalı duran minotorun kafasına iğrenç bakışlar attı. Tam geri dönerken sağından bir ses geldi. Birinin orada onu beklediğini düşünerek temkinli bir şekilde o tarafa adım atıyordu. Küçük bir kayanın arkasından çıktığında gözleri yere kilitlendi.

“Bir insan ruhu almak tüm intikamımı temizledi.” Toprağın üzerine kanla yazılı olan bu cümleyi okuduğunda dehşete uğradı. Yazının hemen yanında babasına ait bir parça gördü. Minotor denilen bu varlık ölüp kasaba ondan kurtulduğunda buna neden olan babasını halk gururla kucaklamıştı. Ve yaşlı seyis bir süre sonra ölmüştü. Babasının ölümüne neden olduğunu anladığında dizlerinin bağı çözüldü ve durmadan akan göz yaşları yanaklarından süzülüp yere döküldü. Acı içinde toprağa vurarak feryatlar etti. Ama değiştiremeyeceği bir şey vardı ve babası ölmüştü.