“Bu vahşetin sorumlusu kim?”
Gazeteler devasa yazılarla neredeyse beş asırlık Badem Ağacı’nın binlerce parçaya bölünmüş olarak bulunmasını böyle sorarak duyurmuştu. Bir sonraki haber ise yüreklere düşen bir yıldırımdı.
“Kutsala saygısızlığın bedelini kim ödeyecek?”
Büyücüler şehri Altınyer endişelerin gelgitleriyle sarsılıyordu. Nitekim çok zaman geçmeden birer ikişer sebepsiz yere hastalanan insanların haberleri gelmeye başladı. Hastalık insanı yemeden içmeden kesiyor, mum gibi eritiyordu. Şifacılar ellerinden geleni yapsalar da hastalığın karşınsa başları eğikti. Çaresizliğin kara bulutları akla çöküp yüreklere korku yağmaya başladığında umudun çoraklaşmış topraklarında öfke tohumları çok çabuk yeşeriyordu. Ve bu zehirli fidanları kurutmak içinse insanlar, ulu bir ruhun evi olan Badem Ağacı’na kıyan her kimse onun başını istiyorlardı.
Tüm bunlar birkaç hafta önceydi. Bugün ise ilkine nazaran daha küçük harflerle yazılarak arka sayfalara itilmiş haberde son hastalarında iyileşmeye başladığı yazıyordu. Israrlı aramalar sürdürüldüğü halde densizliği yapan akıl yoksunu daha bulunamamıştı. Lakin Badem Ağacı’nda yaşayan Ruh evini yakıp yıkandan daha merhametli davranmış, insanları affetmiş olmalıydı ki insanlar iyileşiyordu. Ama insanların bu densizliği yapıp da yüreklerinin korkuyla sarsılmasına sebep olanı affetmeye hiç niyetleri yoktu.
Yaman Bey iç çekip, az ötesinde başını eğmiş bir şeyler yazmaya çalışan kızına sevgiyle baktı. Bir eşi, dokuz yaşında bir kızı, beş yaşında bir oğlu vardı. Ya onlar da hastalansaydı? Ya kendi hastalanıp da iki çocukla eşini bir başına bırakmak zorunda kalsaydı? İçi titredi. Elindeki gazeteyi katlayıp koltuğun üzerine bıraktı. Yavaşça kalkıp kızının yanına gitti. Kestane rengi saçlarına usulca dokundu.
Zeren babasının kocaman elini başında hissedince kafasını kaldırıp merakla babasının yüzüne baktı. Sevecen bir ilgiyle karşılaşınca çocuklara has o narin anlayış ve kabulleniş ile tam olarak babasının istediği şeyi verdi; tüm tasalardan arınmış, sabırsız, sevimli, güneş gibi bir gülümseme.
Kalbindeki karanlığı dağıtan güneşin tatlı ışıklarıyla keyiflenen Yaman Bey başıyla masanın üstündeki buruşturulmuş kağıtları gösterdi.
“Ne yapıyorsun?”
“Bilge Ertemir yaşadığımız bir olayı ve ondan çıkardığımız dersi yazmamızı istedi. Onu yazıyordum.”
“Bak sen. Neymiş o ders?”
Zeren ağzını açmıştı ki duraksadı. Söylemesem mi, diye bir an düşündü. Kararsızlıkla gözleri bir sağa bir sola gitti. Sonunda yazdıklarını Bilge’nin bile beğeneceğine kanaat getirince ağzındaki baklayı çıkardı.
“Bir sineği çat diye öldürmeden önce insan en az beş kez düşünmeli.”
“Doğru,” dedi Yaman Bey başıyla onaylayarak. “Büyük küçük fark etmez. Üçyer’in bütün ruhlarına her zaman saygı duymalıyız.”
“Ondan değil,” diye atıldı Zeren. “Her vızıldayan şey sinek olmayabiliyormuş. O yüzden.”
Yaman Bey bir kahkaha attı. Çatılan kaşlarla sarkan dudakları gördüğünde eğilip kızının yanağına bir öpücük kondurdu. “İlginç. Bitirince getir de bir okuyalım bakalım.”
Babası odadan çıkarken Zeren asılmış bir suratla onu izledi. Babasının niye güldüğünü anlamamıştı. Kendine göre fıstık gibi bir konu bulmuştu işte. Omuzlarını silkti. Bir zamanlar bir tavuğun kanadını süslerken şimdi güzel bir kalem olan tüyünü özenle mürekkebe batırdı. Şişenin ağzına hafifçe vurarak fazla mürekkebi akıttıktan sonra kağıdının üstüne eğildi. Dikkatini toplamaya çalışırken kaşları çatıldı, mürekkep bulaşmış parmakları kasıldı. Kelimeler zihninde güzelce sıralandığında bir parça rahatladı ve en güzel yazısıyla başladı yazmaya.
“Her şey kulağımın dibinde vızıldayan bir sineği öldürmek istememle başladı. Sinek çok inatçıydı. Bir türlü gitmiyordu. Sonunda elimi savurmamla sineğin duvara yapışması bir oldu. Birde ne göreyim, meğerse sinek aslında sinek değilmiş…”
Yaramaz minik bir periydi.
Biraz geç olsa da Zeren’in de fark ettiği gibi sinek, sinek değil; insanlara sataşmaktan hoşlanan haylaz mı haylaz bir periydi. Şarkılarıyla kulakları çınlatmaya, insanların saçlarını çekip kaçmaya, hiçbir şey yapamıyorsa küçük şeyleri çalıp sahiplerini kıvır kıvır aratmaya bayılıyordu. O günde konserinin şanslı dinleyicisi olarak Zeren’i seçmişti. Daha doğrusu seçmek zorunda kalmıştı. Zira ne tarafa giderse gitsin kendini Zeren’in yanında buluveriyordu. Bir türlü eğlenemiyordu. Onun haricindeki herkes damağında yavan bir tat bırakıyor, bir şeyler eksikmiş gibi geliyordu. Anlayamadığı bir şey onu Zeren’e itip duruyordu. Eh, bükemediğin bileği öpeceksin derler. Derler de peri daha ilk bakışta bu kızın diğerlerinden farklı olduğunu anlamış ve kanatlarının sağlığı için kızla arasına güvenli bir mesafe koymuştu. Saatler geçip de perinin canı iyiden iyiye sıkılmaya başladığında doğal olarak düşünceleri de değişmeye başladı. Mesela ufacık bir mesafe ihlalinin sorun olmayacağını düşünmek gibi.
Perinin şarkısı normal olarak Zeren’in kulağını çınlatmalıydı. Fakat yaşadıkça Zeren’in de öğreneceği gibi ‘normal’ kelimesi bu kızın hayatında fazla barınamıyordu. Diğer büyücülerin hemen hemen hepsinden daha güçlü algılara sahip olan Zeren periyi rahatça duyabiliyordu. Ama perilerin lisanından bihaber küçük bir çocuk için perinin kendi dilinde söylediği şarkı anlamsız vızıltılardan öteye gitmiyordu. Bir iki kovaladı. Baktı ki olmuyor taşmış sabrının öfkesiyle düşünmeden savurdu elini. Alev gibi bir rüzgar kırbacın zalimliğiyle perinin üzerine çöküverdi. Bir anda kendini duvarda bulan pericik öyle kötü yaralandı ki o günden sonra asla tam olarak iyileşemedi.
Eh, haliyle bu durum perinin arkadaşları tarafından hiç hoş karşılanmadı. Zeren’i lanetlemek için bir saniye bile beklemediler.
Görünüşte lanetin pek bir tehlikesi yoktu. Sadece Zeren’i gören her kuş zavallı kızın üstüne pislemek için inanılmaz bir istek duyuyordu. Genellikle atışları da isabetliydi hani. Biçare kızcağız ikinci günün sonunda saçlarından kuş pisliklerini temizlemeye çalışırken sinirden resmen ağlıyordu.
Gündüzler ayrı, geceler ayrı bir işkenceydi. Çok sevdiği uykusuna sığınamıyordu artık. Perilerin musallat ettiği karasineklerin sabahlara kadar süren vızıltıları beynine saplanan koca koca çivilerdi sanki.
Uykusuz geçen ikinci gecenin sabahında Zeren sinirden yay gibi gerilmiş, hayata küsmüş, ağlamaktan gözleri şişmiş bir haldeydi. Kaçmaya çalışmanın faydasızlığını öğrenmiş birinin bezginliğiyle ayaklarını sürüye sürüye okula giderken yanağına gelen yeşilimsi sıvıyla bir anda mantığının tüm zincirleri koptu. Bu bardağı taşıran son kuş pisliğiydi. Öfkesinin alevi gözlerini köreltirken sıkılı yumruklarını açtı. İçindeki tüm acıyı, öfkeyi yıkıcı bir güçle kuşa savurdu.
Yakınlardaki yenice çiçeklenip bembeyaz olmuş bir badem ağacına konan, ne yaptığının bile farkında olmayan kumru feryat bile edemedi. Minicik kalbi içinde parçalara ayrılırken bir an dondu kaldı. Kalbinin hemen ardından kemiklerinin ince çatırtıları duyuldu ve aniden gövdesi onlarca parçaya ayrılıverdi. Kanlı parçalar dört bir yana dağılırken ağacın minik beyaz çiçekleri uçuştu ve zarifçe süzülerek kumruyla aynı talihsiz kaderi paylaşan birkaç serçenin daha üstünü örttüler. Derin bir sessizlik çöktü. Derken saniye geçmedi ağaçtan inlercesine bir çatırtı yükseldi. Dalları titredi. Tutunamayan çiçekler havaya fırladı. Kar gibi bembeyaz, yumuşacık yapraklar toprağa inerken koskoca ağaç gök gürültüsünü andıran bir sesle minicik parçalara ayrılıp olduğu yere yığılıverdi. Kumdan bir heykelmişçesine basitçe saniyeler içinde yok oldu.
Öfkesinin duyarsızlığı ağaçla beraber silinip gittiğinde Zeren’in yüreği korkuyla kasıldı. Yaptığı şeyin dehşeti usul usul aklına çökerken etrafına bakındı. Birileri olmalı ve yaptığının kötü bir şey olmadığını söylemeliydi. Korkacak bir şey yok, demeliydi. Bu basit bir kazaydı. Ama kimseler yoktu. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Arkasını döndü ve koştu, koştu, koştu. Eve nasıl geldiğini, kendini yatağa nasıl attığını anlamadı bile. Yorganın altına sinip her şeyin bir rüya olduğunu sayıklayıp durdu.
Badem Ağacı’nın parçaları arasından bembeyaz küçük bir el uzandı. Ardından saçları önüne düşmüş bir kafa göründü. Küçük kız doğruldu ve gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Öyle uzun zamandır karanlıktaydı ki güneşin ne kadar parlak olduğunu unutmuştu. Koşarak uzaklaşan birini gördü. Sanki onu yakalayabilirmiş gibi panikle ileri uzandı. Olmadı. Haykırdı.
“Gitme!”
Ama küçük kız sesini yine kimselere duyuramadı. Öyle ki sanki o yokmuşçasına yerdeki çiçekler bile kıpırdamadı.
Uzun zaman önce bir adam bir kadını sevdi. Lakin kadın adamın evlenme isteğine yanaşmadı. Küçük kızı üvey baba elinde büyüsün istemedi. Adam kararlıydı, vazgeçmedi. Sözlerin bittiği yerde kara büyüye danıştı. Bir gece küçük kız derin uykudayken kızın ruhunu bedeninden koparıp aldı ve bir serçe kuşunun içine hapsetti. Uçamasın diye kanatlarını kesti. Kimseler sesini duyamasın diye Badem Ağacı’nın oyuğuna sakladı. Sonra da derin uykulara dalıp da uyanamayan kızının başında gözyaşı döken kadına dedi ki:
“Şifacıları yorma boşa. Kızının ruhu bendedir. Ya bana eş olursun ya da kızın bir daha uyanmaz.”
Kadın adama yalvardı yakardı. Nafile. Ne yapsın, kızının canı adamın elinde rehin. Çaresiz, sonunda başını eğdi. Lakin insanoğlu bu. Sözü can değil, sırtına yük; istemedi mi atar. Adam da sözünde durmadı.
Biçare kadıncağız kızının “anne” deyişine hasret yemeden içmeden kesildi. Yataklara düştü. Çok geçmeden de ölümün eli ona uzandı.
O vakit adam serçeyi beslemek için Badem Ağacı’na gelmez oldu. Günlerden sonra da Badem Ağacı’nın oyuğundaki sessiz hıçkırıklar dindi, gözyaşları kuruyup gitti.
O yıl Badem Ağacı kandanmışçasına kıpkırmızı çiçekler açtı ve o çiçekler döküldükçe zalim adam da elden ayaktan kesildi. Yataktan kalkamaz oldu. Yetmedi. Soyunun da çiçekler gibi dökülüp gittiğini gördü. Lakin küçük rehinenin ne acısı dindi ne de bekleyişi bitti.
Badem ağaçları bir parça insana benzer. Güneşi görüversinler hemen aldanırlar. Açılırlar, serpilirler. Fırtına gelir mi diye düşünmezler. Ardından bir bakarlar ki kara rüzgar narin çiçeklerini kopara kopara uğuldar. Ömürleri de bir insan ömrü kadardır. Bazen elli bazen yüz. Oysa bu Ağaç, birkaç yüzyılın kışına direnmiş, birçok yazın sıcağında kavrulmuş, yine de yıkılmamıştı. Şimdiyse paramparçaydı. Ardında da şaşkın, korkmuş küçük bir kızın ruhunu bırakmıştı ve şaşkınlığını sessizlikle, korkusunu kızgınlıkla sarıp sarmalayan o ruh kendisinden koşarak uzaklaşan çocuğu bulmakta pek zorlanmadı.
“Sabah göğsümde bir ağrıyla uyandım. Soğuk bir ağırlık ciğerlerime çökmüştü. Boğuluyor gibiydim. Gözlerimi açtığımda benim yaşlarımda bir kızın hayaletini gördüm. Suratı tam burnumun dibindeydi. Göğsüme oturmuş, kızgın gözlerini suratıma dikmişti. Öleceğimi sandım.
Önce ondan kaçmak için bayağı uğraştım. Bildiğim tüm büyüleri kullandım, ama pek işe yaradıklarını söyleyemem. Hatta sinirleri daha da tepesine çıktı. Evi öyle bir salladı ki neredeyse başımıza yıkıyordu.
Sonunda konuşmaya karar verdiğinde benden bir ağaç istedi. Yaşadığı ağacı paramparça ettiğimi düşünürsem uygun bir istekti. Bende ona sahip olduğum tek ağacı teklif ettim. Doğduğum gün dikilen güzel bir meşe ağacı. Fakat beğenmedi. Neymiş efendim, meşenin çiçekleri olmuyormuş.
İki gün boyunca şehirde gezmediğimiz yer kalmadı. Yok o çok küçük, yok onun yeri iyi değil diye diye yorgunluktan öldürdü beni. Yürümekten ayaklarım su topladı, kıpkırmızı oldular. Bir de sabırsızdı. İki dakika yere çöküp dinlenmeme izin vermedi. Onun için hava hoştu tabii. Kuşların tuvalet yerine kullandıkları kişi o değildi. Ayrıca kışın ayazını hissetmediği gibi, yürümek için havada süzülmesi de yeterdi.
Sonunda güzel Tanrım dualarımı duydu. İstediği gibi bir ağaç bulduk. Bir tepenin üstünde çiçeklenmeye başlamış küçük bir badem ağacı. Hemen dallarının arasına kuruldu.
Bazen onu görmeye gidiyorum. Oturduğu yerde sessizce insanları izliyor. Benden başka kimsenin onu görememesi kötü. Ama bunu pek takmıyorum, çünkü sanırım artık bana kızgın değil. Hatta geçen gün gülümsedi bile.
İsmi Çiçek. Kötü bir adam tarafından kaçırılıp hapsedilmiş. O zamandan beri annesinin gelip kendisini kurtarmasını bekliyormuş. Çünkü babası öldüğü için annesinden başka kimsesi yokmuş.
Onu cesaretlendirmek için, “Eminim gelecektir,” dedim. Başını salladı. Öyle üzgün bir yüzü vardı ki kalbim acıdı.
“Gelmeyecek,” dedi ve gülümsedi. “Ama seni gönderdi. Artık beklememe gerek yok.”
O an onu üzmemek için söylemedim, fakat annesiyle hiç konuşmamıştım ki beni göndersin. Yine de özgür olmasına sevindim.
Her neyse, sonuçta her zaman olmasa da kuşlar hala üstüme pisliyor. Ayaklarım da çok acıyor ve annem göbekli bir amcanın ağacına bir hayaleti yerleştirdiğimi öğrenirse bana ne yapar bilemiyorum.
Hayat çok zor. Daha da zorlaştırmamak için anladım ki insan bir sineği öldürmeden önce onun sinek olup olmadığına iyice bakmalı, mümkünse nazikçe kovalamalıdır.
İmza
Zeren TOLAN”
Yaman Bey gözleri gazetede çalışma odasına doğru yürüdü. Bir grup öfkeli adamın büyükçe resminin altında, Badem Ağacı’na yapılan vahşetin peşini bırakmayacakları yazıyordu. Yaman Bey de bir an gerçekten merak etti. Böyle bir salaklığı kim yapardı ki?
Odaya vardığında kızını akşam bıraktığı yerde, çalışma masasının üzerine eğilmiş bir halde buldu.
“Zeren?”
Kız başını kaldırıp öfkeden ağladı ağlayacak bir suratla bakınca oyalanan kızını azarlamayı boş verdi ve neredeyse bilgelik dolu bir anlayışla gülümsedi.
“En iyisi seni bu gün okula ben bırakayım. Yirmi dakika daha kazanmış olursun.”
Kızın etrafında dalgalanan öfke belirgin bir biçimde azaldı, ama çatık kaşları aynen duruyordu.
“Ne yazıyorsun?”
“Mete ödevimi yaktı.” Sesi titredi. “Çok da güzel olmuştu.”
Sabahın köründeki kargaşanın nedeni anlaşılmıştı. “Kurtarabiliriz belki. Parçaları duruyor mu?”
“Annem denedi, ama olmadı. Büyünün düzeltebileceğinden fazla yanmış.”
“Aynısını mı yazacaksın?”
“Hayır,” dedi Zeren başını sallarken. “O kadar şeyi baştan yazacak vaktim yok ki.” Başını kaldırıp meraklı bir beklentiyle babasına baktı. “Ne yazdığımı söyleyeyim mi?”
“Söyle bakalım.”
“İnsan, suçunu annesine ispiyonlayan kardeşinin dudaklarını birbirine yapıştırmadan önce ödevlerini ortadan kaldırdığına emin olmalı, yoksa yakabiliyor.”
Neredeyse kahkahayı basıyordu, ama Yaman Bey karısıyla geçen on iki yılın getirdiği engin tecrübeyi konuşturarak içinde patlayan fırtınayı dudaklarına bir tebessüm şeklinde yansıtmasını bildi. Ne de olsa kadın her yaşta kadındı. Burnundan soluyorken sinirlerini daha da zıplatacak bir şey yapmaktansa aç bir kurtla aynı kafese girmenin hayati tehlikesi daha azdı.
“Çok güzel,” dedi ve kaçarcasına güvenliği yüksek başka bir odaya geçti.
Zeren babasının cevabından memnun olmasa da yapacağı bir şey yoktu. Tüy kalemini mürekkebe batırıp kendi hayatını ve Çiçek’in huzurunu kurtardığının farkında olmayarak isteksizce yazmaya devam etti.
“Her şey annemin kükreyerek kuş pisliklerinin banyoya nasıl geldiğini sormasıyla başladı. Tabii ki hayatı bana zindan etmek için doğmuş kardeşim Mert bu fırsatla sırıtıverdi. Bazen düşünüyorum da kaderimizi yazan Tanrı sanırım en az kardeşim kadar yaramaz…”
Aynı anda başka bir yerde küçük bir badem ağacının çiçekleri arasında oturan kız çocuğu, lekesiz göğün masmavi sonsuzluğunda usulca yükselen güneşe gözünü kırpmadan bakıyordu. Güneşin ışıklarının onu fark etmiyormuşçasına içinden geçip gitmesine aldırdığı yoktu. Birden şaşkınlıkla dudakları aralandı. Sonra gülümsedi. Uzun, upuzun yıllardan sonra ilk kez içinden şarkı söylemek gelmişti.
Tebrikler, öykü betimlemeleri ve biraz da karamsar duruşuyla göz dolduruyordu. Ayrıca içten içe bahsi geçen küçük ayrıntılarla yazım tarzının ahenkle dans edişi öyküyü bir çırpıda okumamı sağladı.
Kaleminize sağlık 🙂
Teşekkür ederim. 🙂 Beğenmenize çok sevindim. Sağ olun. 🙂
Gerçekten çok beğendim.Anlatımın akıcı ve güzel olduğu için kendini okutuyor.Karakterler kaliteli olmuş.Olay geçişleri iyiydi ve konu çok hoşuma gitti . 🙂
Olumsuz yönde eleştirebileceğim bir yer göremiyorum. -aradım yalnız :D.-Çok kıskandım. 😉
😀 Teşekkür ederim. Beğenmene sevindim. Kıskanmana daha çok sevindim. 😛 Mutlu oldum bak şimdi. 😀