Ahmet Maço güzel bir bahar gününün tadını çıkartarak elleri kot pantolonun ceplerine yarı yarıya girmiş halde yürürken bir yandan da etrafına bakıyordu. Uzun zaman sonra tekrar eve dönmek, tekrar o alıştığı sokaklarda gezmek ona o kadar iyi gelmişti ki midesinde adeta kelebekler dans ediyordu. Olgunlar Sokağın köşesine geldiğinde sağ tarafında ikinci el kitapçılar ve onların ilerisinde de içlerinde dönerden sac kavurmaya kadar ucuz ama lezzetli özellikle de doyurucu öğrenci dostu büfeleri gördü. O kitapçılara da o büfelere de çok uğramış, kullanmadığı kitaplarını satıp cebine harçlık yapmış, en sıkışık zamanında o büfelerde ucuza köfte ekmek yiyip karnını doyurmuştu. Şöyle bir düşününce o günlerin üzerinden sanki koca bir çağ geçmiş gibi geliyordu. Sol tarafına baktığında Kocatepe’ye çıkan yokuşu gördü ve o tarafa yöneldi. Ne zaman o yokuşun başına gelse tepeye kadar çıkmanın yorucu olacağı hissine kapılırdı. Ama tıpkı şimdi olduğu gibi o yolu yürümeye başladığında aslında o kadar da zorlanmadığını fark eder ve nefes nefese kalmayacağı için içten içe sevinirdi.
Pek çok arkadaşının uğrak mekânı olan Blue internet cafenin önünden geçerken içeride kimlerin olduğunu merak etti. Kendisi de oyun oynamaya bayılırdı aslında. Ama bilgisayarın başında saatlerce oturmak pek ona göre değildi. Cafeye sırtını verip karşıya geçtiğinde Shaman Bar’ın önüne geldi ve tıpkı umduğu gibi bahçede Semih’i gördü. En eski arkadaşlarından birisi bir masanın yanında ayakta durmuş kadın müşteriyle laflıyordu. Semih kendisine bakıldığını hissetmiş gibi bakışlarını Ahmet’ten tarafa çevirdi ve yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Heyecanla bir an Acaba mı? diye geçirse de uzun saçlı ve sakallı arkadaşı başını çevirip müşterisiyle muhabbetine kaldığı yerden devam etti. Semih, tabii ki onu tanımamıştı. İçinde anlık bir hayal kırıklığı hissetse de Ahmet yokuşun kalan kısmını yürümeye başladı. Yolun sonlarına doğru altında kırtasiye olan ve her bir katında farklı bir cafenin olduğu binanın yanından geçerken o tarafa bakmamak için adeta kendisiyle mücadele etti. Hayır, başını kaldırıp birinci kata bakmayacak, People’s Cafe yazısını görmeyecek ve orada yaşadığı anıları aklına bile getirmeyecekti.
Yokuşun sonuna doğru geldiğinde kalan kısmın daha rahat çıkılması için yapılan basamakları tırmanıp orada adeta bir nöbetçi gibi dikilen ve gelen geçenleri selamlayan çınar ağacının gövdesini okşayıp sağa döndü. Otantik Kumpir’in önünden geçerken çaprazında kalan Büyülü
Fener Sineması’nın afişlerine uzaktan göz gezdirdi. Nedense oraya film izlemeye hiç gitmemişti. O daha çok Metropol ya da Megapol sinemalarına gitmeyi tercih ederdi. Birkaç adım daha ilerledikten sonra sağa döndü ve üstünde ’‘Bahçedeyiz Cafe” tabelasının olduğu kapıya baktı. Aslında yoldan geçen herhangi birinin gözden çok rahatlıkla kaçıracağı bir yerdi. Altında bulunduğu bina üniversite hazırlık kursuydu ve cafenin kapısı binanın yanında arka bahçesine doğru olduğu için buraya müdavimler bir de teşkilattakiler gelirdi ki onlar arasında “Kervansaray” olarak bilinirdi. Üniversitenin daha başlarında takılmaya başladığı bu yeri ve sabahtan akşama kadar FRP oynadığı günleri unutması mümkün olmazdı. Ancak asıl unutmayacağı şey orada Onur İ. ve görüntüde mekânın sahibi olan ama aslında teşkilattakiler için gizli toplanma yerlerinden birine ev sahipliği yapan Mehmet abinin onun S.T.S’e davet ettikleri gündü.
’‘Biliyoruz yüreği ülke için çarpan birisisin ve okuldaki faaliyetlerin de bunu açıkça belli ediyor. Peki ya sana ülkene hizmet için daha etkili bir yol önersem?”
Sabah erken vakitte çocuklarla cafenin iç odasında toplanıp geç vakte kadar FRP oynamışlardı. Diğerleri tek tek ayrıldıktan sonra oyunun D&M i Onur İ. ile baş başa kalmışlar ve laflıyorlardı.
’‘Abi ne alaka şimdi” dedi Ahmet gülerek. ’‘Bir an oyunla ilgili geyik yapıyorduk şimdi konuyu vatana millete bağladın” dedikten sonra sigarasından son bir nefes alıp söndürdü.
Onur öne doğru uzanıp masadaki yirmilik zarlardan birini alırken hafifçe gülümsedi ve neredeyse omzuna kadar gelen arkadan bağladığı dalgalı saçlarını hareket ettirecek kadar başını “sen bilirsin” der gibi hareket ettirdi.
Bu manzara karşısında Ahmet’in keyfi daha çok yerine gelmişti. Onula’r çok uzun zamandır tanışmıyor olsalar da çok sık görüştükleri için aralarında sıkı bir bağ oluşmuştu. Ve o gerçekten iyi rol yapardı.
’‘Peki nedir bu etkili yol?” diye sordu Ahmet kısa kırmızı Marlboro’dan bir tane daha alırken. Sabahtan beri neredeyse bir paket sigara içtiği için artık ağzındaki tat alma duyuları neredeyse kaybolmuştu. Ama zaten sigara içmeden nasıl FRP oynanırdı ki? Üstelik Ahmet zaman zaman oyunlara puro da getirir çıtayı daha yukarı çekerdi.
Arkadaşının sorusu karşısında D&M’in top sakalla çevrili dudaklarında tekrar bir gülümseme belirdi.
’‘Gizli bir teşkilata girerek” diye cevap verdi elindeki zarı masaya savururken.
Aldığı cevap Ahmet’e o kadar içten ve doğal geldi ki bir yandan kahkaha atarken bir yandan da Amma iyi rol kesiyor diye düşünmeden edemedi.
’‘Hayır, o çok ciddi” diye bir ses geldi içeriden ve Mehmet abi görüş alanlarına girerek sakin adımlarla odaya girip Ahmet’in karşısına rahat bir tavırla oturdu.
Ahmet sigarasından gülerek bir nefes çekti ve ’‘Hah, Mehmet abiyi de kendine ortak etmişsin” dedi Onur’a. ’‘Yahu gece gece ne uğraşıyorsunuz benimle?”
Arkadaşı hiç istifini bozmadan mekanik bir şekilde yirmilik zarı atıyor sonra alıp aynı hareketi tekrarlıyordu. Yüzünden gülümseme, dilinden şaka hiç eksilmeyen Mehmet abi aynı serinkanlılık ve ciddiyetle Ahmet’e bakmaya devam ediyordu. Her ne kadar bu durum bariz bir şekilde ona yapılan bir şaka olsa da yine de ortamdaki ciddi havaya kendisini kaptırdığını hissediyordu. Bu bir şaka olsaydı artık iş kendini belli ederdi. Ama Gizli bir teşkilat ne abi? Burada Bahçedeyiz Cafe’de mi? diyordu içindeki ona hâlâ bunun bir şaka olduğunu ve eğer inanırsa kendisine güleceklerini fısıldayan koruyucu içgüdüsü.
’‘Bak, biz ülkemiz için çalışan resmi bir teşkilatız” diye söze girdi Onur ve elindeki zarı avucunun içine alıp geriye yaslandı. “Bize verilen her görevi yerine getirir ve ülkemizi korumak için elimizden geleni yaparız.”
“Senin gibi gençleri gözler, araştırır ve aramıza davet ederiz” dedi Mehmet abi yüzünde gülümsemeden eser yoktu.
Şöyle bir düşününce daha geçen gün bu adam iddia üzerine tavla turnuvasında Emre’ye yenilip “Sen Ortadoğu ve Balkanların en büyük tavla oyuncususun” diye not yazıp altına imza atmamış mıydı? Sürekli şen şakrak, mekânına gelen her bir müşterisiyle ayrı ayrı ilgilenen akşamları yakın dostlarıyla bahçede rakı sefası yapan bu adam değil miydi? Şimdi kalkmış gizli bir teşkilatız diyordu ve o kadar ciddi görünüyordu ki…
“Bak kardeşim inanması kolay değil biliyorum” dedi Onur dudakları arasında tuttuğu sigarasını henüz yakmamış ama çakmağı elinde hazır tutuyordu. Zaten ne zaman ciddileşse böyle yapmaz mıydı bu herif?
“Peki, diyelim ki inandım” dedi Ahmet en sonunda ama yine de temkini elden bırakmayarak. “Ya kabul etmezsem? Ne yapacaksınız, buradan elimi kolumu sallaya sallaya gitmeme izin verecek misiniz?”
“Herhalde seni öldürecek halimiz” yok dedi Onur sırıtıp.
“Ya bunları başkasına anlatırsam” diye cevap verdi Ahmet hızla. Böylece onu köşeye sıkıştırıp hâlâ şaka olup olmadığını anlıyordu.
“İyi de sana kim inanır ki?” diye sordu Mehmet abi ellerini iki yana açıp. “Ne anlatacaksın insanlara? Senin gibi üniversite öğrencisi bir gencin teşkilatta önemli bir yere sahip olduğunu mu? Yoksa Bahçedeyiz Cafe’nin sahibi kendi halindeki bir adamın aslında göründüğünden farklı olduğunu mu?”
“Zaten bu yüzden sen de hâlâ inanamıyorsun ya Reis” dedi Onur, Ahmet’in okuldaki unvanıyla hitap ederek.
Ahmet Maço paketinden bir sigara daha çıkarttı ve içinde kalan sonuncuya bakarken aklından bir yandan da bu saatte sigara almak için açık bir yer bulabilecek mi diye merak etmeden edemedi.
“Madem öyle diyorsunuz, o zaman sizi bir dinleyeyim.”
S.T.S, devletin en derin yerlerinden birinde ismi sıradan insanlar tarafından bilinmeyen ve bünyesinde bulunan ajanları daha çok genç yaşlardan itibaren seçip yetiştiren bir istihbarat birimiydi. Ajan seçimi yaparken, o kadar ince eleyip sık dokuyorlardı ki belirledikleri adayın birkaç kuşak öncesine kadar araştırıyorlar, izliyorlar ve kesin olarak emin oldukları kişileri bünyelerine katıyorlardı. Ahmet Maço da bu kişilerden birisiydi ve çok zorlu sıkı ve stresli bir süreçten geçmeyi kabul etti. Eğitimleri bitip teşkilata kabul edilene kadar kimse ama hiç kimseye bir tek bir kelime hatta ima bile edilmeyecekti. Aksi bir durumda hiç beklenmeyen şeylerin başına geleceği ona çok açık bir dille izah edilmişti. İşte bu yüzden Ahmet hem okuluna devam hem de teşkilat tarafında verilen eğitimlere katılmak tüm bunları yaparken de kimseye bir şey belli etmeyecekti ki zaten bu da sınavın bir parçasıydı. Stres yönetimini ne kadar iyi yapabilecekti, kimseye bir şey belli etmeden iki farklı hayatı nasıl dengede tutabilecekti?
Okuldaki arkadaşlarına ailevi durumlardan dolayı bir yerde çalışması gerektiğini duyurmuştu. Maddi olarak dara düşmüşler, o yüzden çalışıp hem eve katkı yapmak hem de ailesine destek olmak zorunda kalmıştı. Böylece okula daha seyrek gitmesi ve aynı zamanda da arkadaşlarıyla neredeyse hiç görüşmemesine iyi bir kılıf bulmuştu. Ailesine ise okulda başkanlığını yaptığı öğrenci kulübündeki sorumlulukları dolayısıyla çok aktif olduğunu ve arkadaşlarının öğrenci evlerinde kaldığını söylemişti. Bazen teşkilattaki eğitimleri o kadar yoğun oluyordu ki iki hafta üst üste ne okula gidiyor ne de eve uğruyordu. Tüm bu yoğun tempo içerisinde de okulunu zamanında bitirmesi bekleniyordu. Bu da testin bir parçasıydı. Zaman yönetimini yapabilecek miydi, kapasitesinin sınırlarını ne kadar zorlayabilecekti?
Eğitim tamamlanıp konuyu ailesine açtığında şaşkınlık ve kızgınlıkla karşılaştı. Zaten ne bekliyordu ki? Anne ve babasının sevinçten havaya uçacağını mı? Ancak iş işten geçtiği için itiraz etmenin bir faydası olmayacağını da anlamışlardı. Onur İ. tarafından kurulan ve içinde Ahmet’in de olduğu ekip dinleme, takip ve önleme gibi görevlere verilmeye başlamışlardı. Her bir görev sonunda daha zorlu görevler karşılarına çıkıyordu ki Ahmet hâlâ kendisine manasız gelen bir şekilde okuluna devam ediyor sanki hiçbir şey yokmuş gibi sınavlara girip çıkıyordu. Ayrıca okuldaki arkadaş grubundan da iyice uzaklaşmış ve insanlar onun neredeyse sınavlardan sınavlara okula gelmesini kanıksamışlardı.
’‘Evet millet size bir sürprizim var” dedi Onur elinde uçak bileti gibi duran koçanları sallayıp artık Kervansaray olarak andıkları Bahçedeyiz Cafe’nin şark köşesi odasındaki dolap süsü verilen kapının açıldığı gizli toplantısı odasında otururlarken. Sigara dumanı odaya bir sis gibi çökmüş adeta ekipten birisiymiş gibi tam ortalarında onlara eşlik ediyordu.
’‘Hayırdır lan?” diye sordu Ahmet sırıtarak elindeki tespihi sallarken. ’‘Yoksa o düşündüğümüz şey mi?”
’‘Bu ne düşündüğünüze bağlı” diye cevapladı Onur bıyık altından gülümseyerek. ’‘Evet yurt dışına çıkıyorsunuz” dedi ve ardından da biletleri masaya attı.
Görev çok basitti, Bali’ye gidecekler, uzun süredir aranan teröristi alıp geleceklerdi.
’‘Kadın bulunamayacağından o kadar emin ki” dedi Onur sırıtarak ’‘Ne etrafında bir koruma var ne de yaşadığı mütevazı tek katlı evinde bir güvenlik önlemi.”
Teröristin yaşadığı ev bel boyunda duvarla çevrili bir bahçenin içindeydi. Havanın bulutlu olması aydınlatmanın olmadığı sokakta işlerini zorlaştırıyordu. Üstelik şiddetli rüzgâr etrafa kulak kesilip dikkatlerini çekebilecek sesleri de engelliyordu. Ancak ekip kendinden emin ama dikkatli bir şekilde bahçe duvarına yaklaştıktan sonra bir süre evi gözetlediler. Perdeleri sonuna kadar kapalı odadan süzülen zayıf ışık dışarıda onlara yardımcı olmasa da içeride zaman zaman hareket eden birisini çok rahat ele veriyordu.
Ahmet ve iki kişi evin kapısının hemen önünde çömelmiş beklerken diğerleri arkaya dolanarak bir tuzak olup olmadığını kontrol etmek ve eğer terörist arkadaki pencereden kaçmaya çalışırsa yakalamak için ayrıldılar. Her ne kadar hedefleri henüz uyanık olsa da bir an önce
görevi tamamlayıp ayrılmak için harekete geçtiler. Ahmet çok sessiz bir şekilde kilide maymuncuğunu sokup belli belirsiz oynattı ve gelen klik sesinden sonra kapıyı hafifçe aralayıp elinde silahı dikkatli bir şekilde içeri girdi. Henüz iki adım atmıştı ki arkasından ’‘Ah” diye bir ses geldiğinde arkadaşlarından birisi yere düşerken hızla arkasına dönüp panikle çömelerek etraflarından vızır vızır geçen kurşunlardan sakınmaya çalıştı. Tuzağa düşmüşlerdi ve evin arkasından da çatışma sesleri yükseliyordu. Ahmet hızla ayağa kalkıp evin içine birkaç adım atmıştı ki duyduğu bir sesle yüzü bembeyaz oldu. En son hatırladığı şey ise kızıl, aman vermeyen alevlerin arasında kaldığıydı.
Gözlerini açtığında tüm vücudunun acıyla sızladığını fark etti ve dudaklarından istemsiz bir acı iniltisi çıktı.
’‘Kardeşim uyandın sonunda” dedi Onur rahatlamış ve bitkin bir ifadeyle görüş alanına girdiğinde. ’‘Dinlenmen lazım sonra”…
Ahmet tekrar kendinden geçerken cümlenin kalanını duymadı.
’‘Maalesef tuzak kurulduğunu fark edemedik” dedi Onur üzgün bir ifadeyle. Gözlerinin altındaki halka halka morluklar onun da aslında ne durumda olduğunu gösteriyordu.
Ahmet sırtını yastığa vermiş vücudunun izin verdiği ölçüde rahat bir pozisyonda dinlenmeye çalışırken bir yandan da arkadaşını dinliyordu. Yüzü bandajlıydı ama vücudunun kalan kısmında daha hafif yanıklar dışında büyük bir hasar yoktu. Her zamanki giydikleri koruyucu elbise vücudunu ateşten korumuştu.
’‘Ekipten üç arkadaşı kaybettik” diye devam etti şefleri dolu gözlerle.
’‘Buna bir cevap vermeyecek miyiz” diye sordu Ahmet çatlamış bir sesle. İçinde öyle bir öfke kaynıyordu ki bir an önce göreve başlamak harekete geçmek ve intikam almak istiyordu.
Onur derin bir nefes alıp ellerini önünde birleştirdikten sonra bir süre hiç konuşmadan dümdüz yere baktı.
’‘Bizim konuşmamız gereken daha önemli bir konu var kardeşim” dedikten sonra tekrar sessizliğe büründü ve bir karara varmış gibi kendi kendine başını salladıktan sonra ’‘Patlamadan ağır yaralı olarak kurtarıldın ve çok kan kaybettin.”
Bu sözler üzerine Ahmet’in eli yüzüne gitti. Durumun ne kadar kötü olduğuna dair fikirleri vardı ama ne doktorlara ne de Onur’a kendine geldiğinden beri bir şey sormamıştı. Hem buna cesaret edememişti hem de eğer çok kötü bir şey olsa zaten bunu ona hemen söylerler diye düşünmüştü.
Onur zorla da olsa yerinden kalkıp serin bir bahar havasının usul usul tülleri oynattığı pencerenin yanına gidip bir sigara yaktı.
’‘Yüzünün tanınmayacak halde olduğu bilgisi gelince yönetim de bir karar verip, yakın çevrene bir kazada öldüğünün duyurulmasına ve sana bir yüz nakli yapılmasına karar verdiler. Yeni bir kimliğin olacak ve teşkilata hizmete devam edeceksin” dedi bir çırpıda. Söylemek zorunda olduğu şeyden kurtulmak onu rahatlatırken aynı zamanda az sonra olabilecek şeyler için de kalbinin davul gibi attığını hissetti.
Ahmet duyduklarına gerçek manada inanamadı. Her iki eli de bandajlı yüzünde durmuş boş boş şefine bakıyordu.
’‘Nasıl yani?” diye sorabildi nutku tutularak. ’‘Yani, şimdi ben başka birisinin yüzünü mü taşıyorum? Üstelik ailem de beni öldü biliyor? ”
’‘Maalesef durum bu” dedi Onur üflediği dumanın arasından.
Düştükleri tuzak, arkadaşlarının kaybı ve yaşadıkları başarısızlık üstelik yüzüyle ilgili gizlediği endişe onu zaten yeterince yıpratmıştı. En sonunda bu aldığı şoke edici haberler bardağı taşıran son damlalar olarak taşarak gözyaşlarıyla beraber dışarı çıkmaya başladı. Bir yandan ağlıyor bir yandan da içinde garip bir merak ister istemez büyümeye başlıyordu. Böyle bir acıyı yaşarken bunu düşünmek her ne kadar tuhaf olsa da yüzünün nasıl göründüğünü merak ediyordu. Ona baktıklarında insanlar ne görecekti? O aynaya baktığında kimi görecekti? Arka arkaya aklına gelen bu sorular ona tüm hayal kırıklığını unutturdu ve koyu bir öfkeyi açığa çıkardı.
’‘Teşkilata hizmet etmeye devam mı edeceğim?” diye sordu hışımla. ’‘O lanet teşkilatın beni ve arkadaşlarımı tuzağın içine gönderirken ne düşünüyordu acaba? Ne koruma ne tedbir var, gidip alıp geleceksiniz demedin mi sen lanet olası?”
Az çok böyle bir tepki göreceğini önceden tahmin eden Onur ciddi ve sarsılmaz bir ifade takınarak ’‘Görevlerde risk her zaman vardır, en temel kuralları unuttun mu yoksa?”
’‘Ne kuralı lan yavşak? Tatile gönderir gibi gönderdiniz bizi oraya. Günlerdir izliyoruz, tereyağından kıl çeker gibi olacak dedin sen kendi ağzınla” diye lafı şefinin ağzına tıkan Ahmet ayağa kalktı ama başı öyle fena döndü ki Onur yetişmese yere yıkılacaktı.
’‘Dokunma bana!” dedi Ahmet arkadaşının elini iterek ve bir yandan da duvardan güç almaya çalışarak. ’‘Demek müthiş üst yönetimimiz yüzümün değişmesine, benim öldüğümün ilan edilmesine ve yeni bir kimlik verilmesine karar verdi.”
’‘Ahmet bir sakin ol, otur şöyle bayılıp kalacaksın” dedi Onur hem endişeli hem de kızgındı.
’‘Söyle o ibnelere, kimliği bir taraflarına sokabilirler” dedi Ahmet nefes nefese yatağına otururken. ’‘Ulan annem, babam ne haldedir şimdi bunu hiç düşündün mü?”
“Ölüm riski her zaman vardır, sen bankada çalışmıyorsun lan!” diye patladı şef yumruklarını sıkıp bembeyaz bir suratla.
’‘Bana bir baksana sen, hiç ölmüş gibi duruyor muyum? Benim kendi kaderimi belirlemede hiç mi söz hakkım yoktu? Ah anne”… diye gelen inlemeyi hıçkırıklar takip etti.
O konuşmadan sonra Onur bir daha ziyarete gelmedi ve Ahmet günlerini hastane bahçesinde herkesten izole edilmiş bir şekilde geçirdi. Ona zaman akıp giderken sıkılmasın diye bol bol kitap gönderilmişti. Aslında nerede olduğunu da bilmiyordu ve zaten bunun önemi de yoktu. Ondan haber bekleyen kimse yoktu ki nerede olduğunun bir anlamı olsun. O yüzden neredeyse kimseyle konuşmuyor kendi içine kapanmış bir şekilde iyileşmeyi bekliyordu ki zaman zaman yeterince yaşamamış gibi yeni travmalarla yüzleşmek zorunda kalıyordu.
Doktorlar, yüzündeki bandajları ilk açtıklarında ona tutulan aynaya bakıp istemsiz bir çığlık attı, yanında duran hemşireyi korkuttu. Gördüğü yüz sanki bir kazadan yeni çıkmış birisinin yüzü gibiydi ve sanki hep öyle kalacakmış gibi duruyordu.
’‘Merak etmeyin zaman içerisinde yaralar, iyileştikçe vücudunuz uyum sağladıkça size naklettiğimiz yüz de çok daha iyi görünecek ve en sonunda doğal konumunu alacak” dedi doktor güven verici bir sesle.
Her gün bir önceki gibi ilerlerken bir sabah kahvaltıdan sonra artık arkadaş olduğu hemşirelerden birisi ona bir mektup getirdi. Aylar sonra Onur’dan ilk defa haber alıyordu…
Sevgili Kardeşim,
Uzun süredir arayıp sormadığım ve uğramadığım için beni affet. Sana olan mahcubiyetimden uzak durmaya karar verdim. Yapılan yüz nakli ve tanımlanan kimlik meselesi ile ilgili benim bir ilgim olmadığını bilmeni isterim. Her şey olup bittikten sonra ben de öğrendim ve müdahale edemeyeceğim kadar geç olmuştu…
Bu durumu telafi etmek için yukarıyla büyük bir kavga verdim. Şimdi önünde iki seçenek var:
- Tedavin bittikten sonra Ankara’ya geldiğin gün eğer Kervansaray’a gelirsen geleceğini konuşuruz ve omuz omuza devam ederiz.
- Kendine yeni bir hayat kurarsın ve teşkilat defterin kapanır ki sana açılan hesaba yüklü bir ödeme yapıldı bile.
Senin için ancak elimden bu kadarı geldi. Kardeşin Onur
İçinde karmaşık duygularla ve doğru yapıp yapmadığından emin bile değilken Kervansaray’ın kapısına doğru yaklaşıyordu. Bir an başını hafifçe sağa çevirdi ve az önce önünden geçmiş olduğu People’s Cafe’nin arka tarafa bakan penceresine gözü takıldı. Ahmet’in durduğu yerden pencerenin hemen altındaki uzun yeşil koltuk ve masa görünüyordu. Eğer birileri şu anda orada oturuyor olsaydı yüzlerini çok net seçebilecek kadar yakındı pencereye. Kendisi de orada defalarca oturmuştu, onunla ilk kez orada öpüşmüştü. Zaten o ilk öptüğü kızdı. O ilk öpüşme anını asla unutamazdı. Ne kadar da güzelmiş diye geçirmişti içinden. Ve sonra bir daha ve bir daha ve bir daha öpmüştü ta ki dudaklarının uyuştuğunu hissedene kadar. Onun o masum bakışlarını, utangaç yüzünü, mahcup gülümsemesini bir ömür de geçse unutamayacaktı. Seninim demişti Ahmet’e bir keresinde yine aynı masada oturduklarında Sadece senin.
“Acaba buluşup konuşabilir miyiz?”
Telefonu eline aldığında ondan gelen bir kısa mesajı görmüştü. Teşkilattaki eğitimleri başlamadan önce hayatında birileri varsa mutlaka çıkartması gerektiği tembihlenmiş ve uzun bir süre kimsenin olamayacağı açık açık belirtilmişti. İşte bu sebepten Ahmet aralarındaki bir sorunu bahane ederek görüşmeyi bıçak gibi kesmişti. Hatta okula gittiği nadir zamanlarda sırf onunla karşılaşmamak için derslere bile girmiyordu. Öyle ya, hem aynı bölümde okuyorlar hem de aynı dersleri alıyorlardı. Uzun bir süre hiç onu aramayınca kızın kendisinden vazgeçtiğini düşünüp tamamen eğitimlere odaklanmıştı. İçi yanmıyor muydu? Hayır yanmıyordu çünkü buna hakkı yoktu. O bir tercih yapmış başka bir şeyden vazgeçmişti. Her tercih bir vazgeçiştir sözünün ne demek olduğunu daha o zaman tüm benliğiyle kavramıştı.
Acımasız bir katilin soğukkanlılığıyla tuşlara basmaya başlamıştı. Biliyordu ki ekrana yazılan her bir harf kızın kalbine inen bir çekiç etkisi yaratacaktı.
“Seninle konuşacak bir şeyimizin kalmadığını düşünüyorum. Sence de öyle değil mi?”
Ve hemen arkasından tek kelimelik bir cevap gelmişti. O tüm kırgınlığını, kızgınlığını, hayal kırıklığını ve yıkılan umutlarını tek bir kelimeye sığdırmayı nasıl başarmıştı ki?
“Haklısın.”
Bir gün bir yerde tekrar karşılaşırsak eğer, benimle yeniden tanış…
Kervansaray’ın kapısına birkaç adım kala hastanede yattığı sırada okuduğu şiir kitabından bir dize süzüldü bilinçaltının derinliklerinden. O zaman okuduğunda da bu söz ona çok etkileyici, fiyakalı gelmişti. Ama asıl, şimdi o tek bir dizenin sayfalarca şey anlattığını, çok derin bir felsefenin, bir anlamının olduğunu kavramıştı. Tabii ya…
Mehmet abi onu aydınlık bir yüzle kapıda karşıladı.
“Hoş geldin kardeşim” dedikten sonra kapıyı sonuna kadar açılıp yana çekildi.
Cafenin kapısından içeri girdiğinde ortalarda kimseyi göremedi. Ama zaten burada böyle bir duruma alışkındı. Sağa dönüp ilerledikten sonra tekrar sağa döndü ve yeşil koltuğa otururken hissettiği özlem, mutluluk ve hüznü sanki aldığı son nefesmiş gibi içine çekti.
“Hoş geldiniz, ne alırdınız?” diye sordu garson kız önüne menüyü koyarken. “İki tane çay rica edeyim” dedi Ahmet gülümseyerek.
“Eğer arkadaşınız gecikecekse, onun çayını daha sonra getireyim soğumasın”
“Arkadaşım bugün hiç gelmeyecek” dedi Ahmet mahcup bir ifadeyle. “Ama siz yine de onun çayını getirin. Kim bilir belki bir gün yeniden tanışıp buraya geliriz.”
- Geçiş - 23 Mayıs 2024
- Kaçış Oyunu - 1 Aralık 2022
- Geleceğe Dönüş - 1 Kasım 2022
- The Game - 1 Eylül 2022
- S.T.S - 1 Mayıs 2022
Akıcı bir öyküydü, devamı olmasını isterdim Ahmet ne yaptı ne etti diye. Emeğine sağlık.
Bir an Onur “Kardeşim uyandın sonunda” dediğinde sandım ki Ahmet Kervansaray’da bayıldı, ajanlık işleri mişleri hep rüya - amma lakin ki öyle değilmiş.
Değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim Merak uyandırabildiysem ne mutlu bana. İnsanı devam etmeye, bir adım bir adım daha atmaya teşvik ediyor böyle yorumlar. Bir başka öyküde kalan hikayeyi anlatırım :))
Neydi , “Her tercih, bir vazgeçiştir” ve
“Bir gün bir yerlerde tekrar karşılaşırsak eğer, benimle yeniden tanış”. Belki çay içeriz beraber ve sigaranı yakmak için çakmağımı istersin… Kalbe dokundu.
Geç cevap verdiğim için kusura bakmayın lütfen. İş yoğunluğundan dolayı bugün fark ettim yaptığınız yorumu. Çok teşekkür ederim
‘‘Belki çay içeriz beraber ve sigaranı yakmak için çakmağımı istersin’’ bayıldım bu söze
Sorun değil, ben de zaten etiketlemeyi unutmuşum Yaptığınız alıntı çok hoşuma gitti ufak bir ekleme yapayım dedim naçizane.Beğendiğinize sevindim