Oğuz, babası öldüğünde on yedi yaşındaydı. Çadırının önünde oturmuş, cenaze hazırlıklarını seyrediyordu. Obadakiler adamın atını vurdular, cesediyle birlikte odundan çemberin ortasındaki otağına koydular. Çalı çırpı alev alıp odunlar yanmaya başladığında Çıgay, delikanlının yanına geldi ve ufakça bir bıçak uzattı.
Bıçağı aldı ve elmacık kemikleriyle burnun arasına birer kesik attı Oğuz. Gözlerinden üç dört damla yaş akıp kanıyla karıştı. Çıgay çoktan atına binip yarenleriyle birlikte ateşin etrafında dönmeye başlamıştı. Obanın kutsal adamı boğazından anlamsız sesler çıkararak merhumun ruhunu onurlandırıyordu.
Tanrı Dağları, Ötüken’in ufkunda uzanıyordu. Oğuz onları seyrederken babasını düşünmemeye çalışıyordu. Üzgündü ama Çıgay’la aynı sebepten değil, diğer yarenleriyle aynı sebepten değil. Babasının yasını tutuyordu o sadece. Savaş meydanında fırtına estirmiş bir kahramanın değil, uyuması için beşiğini sağlamış babasının. Onlara at binmeyi, kılıç kullanmayı öğretmiş komutanın değil, kendisine yürümeyi öğretmiş babasının.
Saatlerce Tanrı Dağlarını izledi. Gün batarken Çıgay yanına gelip “Son ihtiyarımızı da kaybettik,” dedi.
“İyi bir babaydı, tini uçmağa varsın.”
“O bir avuç adam, Türkmen budunu Ötüken’de huzur içinde yaşayabilsin diye büyük bedeller ödediler.”
“Biliyorum Çıgay, birçoğuyla omuz omuza savaştım ama şimdi müsaade edersen babamın yasını tutacağım.”
“İşte ben de bundan bahsediyorum. Onlarla en çok savaşa sen gittin. Neden? Çünkü aramızda en çok sana güveniyorlardı. Kabul et Oğuz, bu obanın gençlerinin en akıllısı sensin.”
“Övgün için teşekkür ederim ama şu an yalnız kalmaya ihtiyacım var.”
“Bizim de sana ihtiyacımız var. Yas tutacak zaman değil Oğuz. Obaya önderlik etmelisin. Hatta bütün Türkmen budununa… Bir yanda tanrıtanımaz Çin öbür yanda Tatar barbarları, bir şey yapmazsak yok olacağız. Baban sana güveniyordu, ölenler sana güveniyordu, şimdi de yaşayanlar sana güveniyor.”
“Kim kim karar verdiniz buna?”
“Hepimiz böyle düşünüyorsunuz.”
“Git yarenlere söyle, bir şey yapmayacağız. Eğer bir şey yapılması gerekse babamlar yapardı. Farkında değilsiniz ama onlar savaşta ölmediler. Kimileri hastalığa, kimileri kazalara, kimileri de yaşlılığa kurban gitti. Yoksa obada güzel güzel yaşıyorlardı. Biz de aynı mutlu hayatı sürdüreceğiz ki bu noktaya gelene kadar harcadıkları emekler boşa gitmesin.”
“Onlar yapacaklarını yapmıştı Oğuz. Yeni bir şeye başlayacak zamanları olmadığını biliyorlardı. Budunun bize, gençlere ihtiyacı var. Bizim de senin yolbaşçılığına ihtiyacımız var.”
“Ne yapmak istiyorsunuz tam olarak?”
“Artık Türkmen budununu tek bayrak altında toplamamız gerek, zamanı geldi.”
“Esirmişsiniz siz.”
Oğuz, tam da söylediği gibi hiçbir şey yapmadı. Kengeş toplandığında bile dalgın dalgın oturup konuşulanları dinler gibi görünmekle yetinmişti. Yazlağa göçmeye az kalmış, oba yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı ki demir zırhlı askerler geldiler. Bu adamlar, Türkmenlerin bilmediği bir dil konuşuyordu. Sonunda bir tanesi bozuk bir Türkmenceyle, İmparator Çin adına vergi toplamak için orada bulunduklarını söyledi. Atlarının dörtte birini, büyükbaşların yarısını istiyordu. Obayı açlığa mahkum etmek demekti bu. Kanı kaynayan Çıgay, onların önüne atladı. “Bre siz kim oluyorsunuz da bizim hayvanlarımızı alabileceğinizi sanıyorsunuz?”
“Bu topraklar İmparator Çin’e ait,” dedi asker.
“Anamız yer, babamız gök ve ikisinin arasındaki her şey yerin ve göğün hakanı olan ulu tanrıya aittir.”
“Tanrı dediğin, siz barbarların kendinizi avutmak için uydurduğu bir masaldan ibaret.”
“Biz barbar değiliz, çalmayız, yalnızca kılıç hakkımızı alırız. Ötüken de bizim kılıç hakkımız. Çin, Ötüken’de bizden hiçbir şey alamaz.”
Asker, zırhlı eldivenini Çıgay’ın suratına geçirdi. Genç adam suratı kan içinde yere devrildi. Bir an sonra toprak zeminin kendisine yaklaştığını gördü asker. Vücudu da ondan bağımsız bir şekilde önce dizlerinin, sonra da göğsünün üstüne çöktü. Kafasının boynunun üstünde olmadığını fark etti ve bilinci kapandı.
Arkadan yaklaşan Oğuz, kılıcının tek hamlesiyle askerin kellesini gövdesinden ayırmıştı. Yarenleri de pusatlarına davranıp o yöne koştular ve birbirlerinin dilini anlamayan iki grup vuruşmaya başladı. Sonunda demir zırhlılar kaçmış ama Türkmenlerin hepsi yara bere içinde kalmıştı. Çıgay’ın keyfi yerinde gözükse de Oğuz her zamanki mahzun bakışlarını obanın üstünde dolaştırıyordu.
“Neşelensene,” dedi Çıgay. “Tanrının izniyle bir savaştan daha zaferle ayrıldık.”
“Bu bir savaş değil savaş ilanıydı. Çin’in bizim oba sayımız kadar tümeni olduğunu duymuştum. Bir tümen askerle savaşamayız. Biz savaşsak bile her oba başaramaz bunu.”
“Ne yapacağız o zaman?”
“Kaçacağız. Yazlağa gidersek bizi bulurlar. Annemin babası Kabi’nin obasına gidelim. Orada güvende oluruz.”
“Biz kutsal bir halkız Oğuz, kaçamayız.”
“Kaçmazsak kutsal ve ölü bir halk olacağız.”
“Tanrı’nın evlatları ölümden korkmaz.”
“Saçmalama. Kadınlarımız, çocuklarımız ne olacak?”
“Töremizi ve onurumuzu korumalıyız.”
“Geberip gidersek ortada ne töre kalır ne de onur.”
“Savaşmak zorundayız Oğuz. En tecrübelimiz olarak sen de bize yolbaşçılık etmelisin.”
“Size yolbaşçılık edeceğim zaten. Dediklerimi yapacak mısın?”
“Elbette.”
“Yarenlerimiz de dediklerimi yapacak mı?”
“Yapacaklar tabii.”
“O zaman kengeşi topla, en kısa zamanda Kabi’nin obasına doğru yola çıkıyoruz.”
Obanın ileri gelenleri, ne yapılacağına karar vermek için en büyük otağda toplandılar. Pek çok erkek, Oğuz’un kaçma fikrine karşı çıktı ama merhum babalarının, dedelerinin bu delikanlı hakkındaki görüşlerini bildikleri için onun önderliğini kabul ettiler. Türkmenler, birkaç gün sonra, obanın yeni beyi Karaoğlu Oğuz’la birlikte yola koyuldular.
Göçebeliğe alışkın oba için bu seyahat zor geçmedi. Yolda başka Türkmenlerle karşılaştılar. Obaların kimi açlık, kimi düşmanlar, kimi de kan davaları yüzünden yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştı. Bazıları kaçar gibi yola düşmüştü. Onların haline acıyordu Oğuz. Bir şey yapabileceğine inanmıyordu yine de. Danışabileceği kimsesi yoktu. Biraz da bu yüzden dedesinin yanına gitmek istemişti.
Attığı her adım, konuştuğu her insan, karşısına çıkan her hayvan ve mahlukat Oğuz’u derin bir hüzne sürüklüyordu. Mutlu olmak gibi bir becerisi yoktu sanki. Obasının hayatta kalmasını sağlamıştı. Yine de hiçbir şey yapmamış, bir iz bırakmamış gibi hissediyordu. O izi bırakacak, sorumluluk alacak cesaretten yoksundu sanki. Düşmandan değil etrafındakilerden korkuyordu. Onların güvenini boşa çıkarmaktan korkuyordu. Bu yüzden de hiçbir şey yapmak istemiyordu. İlerlemelerini sağlayan her adım, atlattıkları her tehlike onu kedere boğuyordu.
Kabi’nin obasına geldiklerinde alevler içinde bir kan gölü buldular. Hayatta kalan birkaç kişinin anlattığına göre Tatarlar obayı basmış, karşılarına çıkan bütün erkekleri öldürmüş, kadınları cariye, çocukları da köle olarak almıştı.
“Atam Kabi nerede?” diye sordu Oğuz. “Tatarlar onu da mı katletti?”
Anlattıklarına göre Kabi, geçkin yaşına rağmen pusatına ilk davranan olmuştu. Obanın delikanlılarını peşine takıp Tatar’la savaşmış ve şehit düşmüştü. Herkes onun yiğitliğinden ve cesaretinden bahsediyordu.
Oğuz Bey, Kabi’nin obasından kalanları da yanına alıp halkını hızla oradan uzaklaştırdı. Kamp kurdukları yerde derin düşüncelere dalmıştı ki Çıgay ortaya çıkıp “Ne yapıyorsun?” diye sordu.
“Atam Kabi’yi düşünüyorum. Duydun değil mi? Ondan övgüyle bahsediyorlar.”
“Tabii bahsedecekler. Kabi yiğit bir savaşçıymış. Sen de gücünü ondan almışsın belli ki. Oba hala tek hamlede adamın kafasını koparmanı konuşuyor. Eminim bu yüzden seni bey seçtiler, kaçmak istemene rağmen.”
“Savaşmayı sevmiyorum Çıgay. Savaşta yalnızca erler ölmüyor. Kabi’nin obasını görmedin mi?”
“Ama bu işte iyisin, çok iyisin.”
“Elimden gelse bütün savaşları bitirirdim.”
“Bitir o zaman, seni tanıyorum, yapabilirsin bunu. Topla bizi gidelim, Tatar Hanı Kıyant’ı öldürüp Kabi’nin intikamını alalım. Tanrı Dağları’ndan Çin Duvarı’na kadar bütün orduları yenelim. Babalarımız nasıl Ötüken’i yuvamız yapmak için savaştıysa biz de burayı güvenli hale getirmek için savaşalım. Düşman kalmazsa savaş da olmaz.”
“Esirmişsin sen.”
“Ne yapacağız o zaman?”
“Bilmiyorum Çıgay, bulmaya çalışıyorum.”
Herkesten uzaklaşmak istediğine karar veren Oğuz, fark edilmeden çadırların arasından geçip gitti. Hava kararmıştı. Obada yaktıkları ateşler uzakta ufacık görünüyordu. Bozkırın ıssızlığında, derin düşünceler içinde yürüdü. Gücü tükenince olduğu yere uzandı. Hareket edecek mecali yoktu. Böcekler bacaklarında yürüyor, otlar boynunu ve bileklerini gıdıklıyordu. Gözleri istemsizce yavaş yavaş kapandı ve uyuya kaldı.
Oğuz, rüyasında yine bozkırdaydı. Çok sıcak bir gündü, tam tepesinde parlayan güneş derisini yakıyordu. Sonunda dayanamayıp gölge yapmak için avucunu yukarı uzattı. Güneşin çok yakında olduğunu fark edince onu tutup çekiverdi. Gökyüzü kararmış, ayın parlaklığı kendini belli eder olmuştu. Sırf meraktan, diğer eliyle de ayı yakaladı. Bir elinde güneşi, öbüründe ayı tutarken çok yakından gelen bir hırıltı duydu.
Genç adam sesine etkisiyle uyandı ve epey iri bir dişi kurtla göz göze geldi. Hırıltı, Oğuz’un alnını yalayan hayvanın boğazından geliyordu. Delikanlı irkildi ama bunu belli etmedi. Sakinleşip kurdun gitmesini bekledi. Hayvan gitmiyor, bunun yerine Oğuz’un etrafında dönüp duruyordu.
Oğuz sonunda cesaretini toplayıp ayağa kalktı, yürümeye başladı. Kurt da peşinden geliyordu. Hayvanın aniden durduğunu fark edince dönüp ona baktı. Kurt ulumaya başladı.
Bu sefer de hayvanın uluduğu yöne döndü Oğuz. Gecenin karanlığında yükselen bir toz bulutu vardı. Bunun bir atlı grubu olduğunu ve otağlara doğru ilerlediklerini fark etti. Koşmaya başladı. Kurt hala arkasındaydı.
Çin’in atlıları, yok etmek için çadırların arasına daldılar. Kimseye kılıç çekecek fırsat vermiyorlardı. Buldukları her şeyi yakıp yıkıyor, önlerine geleni öldürüyorlardı.
Bir anda ortaya çıkan kurt, atlardan birinin dikkatini dağıtıp sürücünün düşmesini sağladı. Oğuz hemen boşta kalan ata zıpladı. Yarenlerinin etrafı çevrilmişti, çoğu silahsızdı. Altındaki yabancı bir at olmasına rağmen ustalığını konuşturarak askerleri yarıp geçti. Diğerlerine direnmeleri için gereken fırsatı sağlamıştı.
Oğuz durmuyordu, halkına emirler yağdırarak kimin nereden saldıracağını, nasıl savaşacaklarını söylüyordu. Çok kayıp verdiler ama yok olmadılar.
Oğuz ve kurdu, kampın yıkıntıları arasında dolaşıp Çıgay’ı aradılar. Bir ceset buldu genç adam. Ok sırtından girmiş, kalbini parçalayıp göğsünden çıkmıştı. Yoldaşı ölmüştü.
Yitirilenler için toplu bir cenaze düzenlendi. Karaoğlu Oğuz cenazede öne çıktı ve genç yaşına rağmen alevlerin çatırtısını bastıran gür sesiyle “Halkım,” dedi. “Beni affedin, kaçmak istedim. Kaçabiliriz sandım. Kaçmalıyız sandım. Düşmanın namusu olmadığını unuttum. Kadınlarımızı tehlikeden uzak tutabilir, çocuklarımızı güvenle yetiştirebiliriz diye düşündüm. Yanılmışım. Bugün kaybettiğim andam Çıgay haklıymış. Türkmen elleri kan ağlıyor. Kutsal Ötüken Ormanı’nın budunu, Tanrı’nın evlatları yok oluyor. Oradan oraya savruluyoruz. Göç etmek değil bu, sürüklenmek. Birlik olmalıyız. Birlik olacağız. Kimsenin Ötüken’e saldırmaya cesaret edeceği güne kadar savaşacağız. Bütün düşmanlarımızın kanını akıtacağız, intikam alacağız. Tanrı Dağları’ndan Çin Duvarı’na kadar tüm budunu, ilk yurdumuz Turan ovası ve Altındağları tek bayrak altında toplayacağız. Bozkırdaki her beylik, boy, aşiret bize biat edecek. Hayatta kalmamızın tek yolu bu. Bir geleceğimizin olmasının tek yolu bu. Halkım, benimle misiniz?”
Kurt ayaklarının dibinde uyuklarken önce yarenlerinden, sonrada iki obanın diğer erlerinden hayatta kalanlar tek tek Oğuz’un önünde diz vurup onu kağanları olarak tanıdıklarını bildirdiler. Çin’i vergiye bağlayan, bilinen dünyanın tamamına hükmeden Kadim Oğuz Türkmen Devleti işte böyle kuruldu.
Oğuz Kağan Türkmen Devleti adına yazılmış akıcı ve sıkmayan bir destan. İlk başlarda Oğuz Kağan’ın konuşmaları kulak tırmalıyordu fakat son konuşmada bu sorun düzeltilmiş. Yani konuşmalar o dönemin konuşmaları gibi değildi.