Öykü

Kum Saati

Kerem yerde az önce yaşadığı şokun etkisiyle baygın halde yatarken bir anda sesli ve derin nefesle kendine geldi. Etrafta hiç ışık yoktu ve pis bir koku vardı. Ama şuan bunları umursamıyordu. Neredeyse her eklemi ağrıyordu. Bir yerden düştüğünü gayri ihtiyari hatırlıyordu. Baş dönmesinin eşliğinde yattığı pozisyondan eliyle yerden destek alıp doğrulmak istedi. Elleri kuma battığı için doğrulmakta zorlansa da başardı. Bu bir bataklık değildi kesinlikle. Ama zor bir kumlu zeminle mücadele edecekti ve şu anki dengesi ile ayakta duramayacağı aşikardı. Sırtını yaslayacak bir yeri olmadığı için gereksizce efor harcamaya bir son verdi. Yattığı yerden bolca cebi olan krem rengi fermuarlı arkeolog yeleğinden el fenerini çıkarttı. Profesyonel bir arkeolog sadece baretindeki fenere güvenmezdi. Şu anda olduğu gibi baretsiz ve ışıksız kaldığı durumlarda cepte taşınan fener hayat kurtarırdı.

Kendisi ve ekibi Pers İmparatorluğunun başkenti Persopolis’in yakınlarında, dağa oyulmuş, yer altına inen bir mağarada kazı çalışmaları yapıyorlardı. Kerem’e hep bu antik yerde gizlenen bir sır varmış gibi geliyordu. Mağaranın yapısındaki taşlar daha çok gri ve pürüzsüzdü. Kapısı olmasa bile dikdörtgen şeklinde oyulmuş büyük girişi ve girişte yine oyma ile yapılan dikey şeritli sütunlar, bu mağarayı kral mezarı sanmalarına sebep olmuştu çok uzun zaman boyunca. Kerem ise bu bilgilerle yetinmekle kalmayıp, mağarayı profesyonel ekibi ve ekipmanları ile bir çalışma sahası haline getirmişti. Çalışmaları doğrultusunda mağara hakkında birçok şey keşfetmişlerdi. Kerem için bu keşifleri bile, otuz iki yıllık hayatının en önemli anlarıydı. Burada onu kendine çeken bir şey vardı.

Çalışırken onun için hiçbir şey önemli değildi. Beyaz teni güneşin altında yanıp kavrulsa da önemli değildi. Kumral saçları sakallarına karışana kadar fark etmezdi. Zaten kendisine yaşattığı bu yorucu tempodan dolayı kilolu kalması imkansızdı. Kendisi hakkında sevmediği tek şey boyuydu. Ortalama boyundan dolayı ne zaman bir yere uzanamasa sinirlenir sürekli “keşke Kürşat gibi uzun olsaydım” derdi. Kürşat onun en yakın arkadaşı ve ekibinin daimî üyesiydi. Liseden başlayıp, üniversiteye ve şu zamana kadar gelen bir arkadaşlık. Kürşat Kerem gibi beyaz tenli değil, esmerdi. O yüzden güneşten etkilenmezdi. Uzun ve yapılıydı. Karşıdan bakan birine göre biraz ürkütücü bir tipi vardı. Kerem kadar yakışıklı ya da kâşif ruhlu biri falan değildi. Arkeolojiyle ilgili alanı bile saha çalışması değil, bilgi işlemdi.

Bugünlerde İran’ın o tozlu, kuru sıcak gündüzlerinde çalışmaktansa akşamları çalışmayı tercih ediyorlardı. Küçük bir araba kadar boyu ve genişliği olan, çalışırken çok ses çıkaran jeneratörlerinden mağaranın içine kadar kalın kablo hatları çekmişlerdi. Bunun orda duran ayaklı led lambalara ve saha ekipmanlarına elektrik sağlaması ekip için çok büyük bir rahatlıktı. Üstelik akşamları daha soğuk ve nemli oluyordu. Mağaradaki garipliklerden biri de buydu. Sanki bir çıkışı varmış gibi dışarıda nasıl bir hava varsa içerde de benzeri bir hava oluyordu. Hava sirkülasyonu sadece girişte değil mağaranın en derin oyuklarında bile oluyordu. Hava akış ölçüm cihazları ve debimetreler bile aynı sonucu veriyordu.

Önceki gün yine aynı sebepten gündüz değil, akşam çalışma kararı almışlardı. Kerem akşama kadar uyuyup dinlenmek yerine kendini hemen Kürşat’ın karavanına attı. Karavanları minimaldi. İçerisinde fazla alan yoktu. Ama tuvalet, lavabo ve bir iki ekstradan oturacak yer olacak kadar genişti de. Kürşat karavanını hep toplu tutuyordu. Yattığından pikesine, lavabosundan buzdolabına… Kerem içeri birden girdiğinde bile Kürşat toplanmış yatağının üstünde bacaklarını uzatmış oturur, pozisyonda kucağında bilgisayarıyla bir şeyler üzerine uğraşıyordu. Kürşat Kerem’in işlerini anlamadığı gibi Kerem de onun işlerini anlamazdı.

“Bugün ne ile uğraşıyorsun?” dedi ve Kürşat’ın karşısına yatağın köşesine oturdu. Kürşat kafasını bilgisayar başından kaldırmadan “Unesco ile birkaç mail ve mağara hakkındaki nereden geldiği belli olmayan rivayetler. Genel olarak sıkıcı işler.” dedi ve hafif sırıtarak bilgisayar ekranını aşağı iterek kapatıp Kerem’e baktı.

“Yine kum saatiyle mi alakalı?” dedikten sonra Kerem’de Kürşat’ın bu sırıtmasına eşlik etmişti.

Kürşat yılgın bir hoşgörü ile bu durumu benimsediğini kaşlarını kaldırarak yaptığı mimiklerden ve ellerini çaresizce yana açmasından direkt belli ediyordu. “Mağaranın farklı farklı yerlerindeki bu kum saati sembolü algoritmik bir yol gösteriyor. Sen de biliyorsun bunu. Zaman yolculuğu rivayetleri ise insanların hayal gücü işte ne beklersin ki?” dedi ve kucağındaki bilgisayarı kalkıp masanın üzerine koydu. Kerem bir oflama ile “Biraz daha iş gücü desteği sağlanmasını beklerim aslında” dedi. Sonrasında Kürşat bilgisayarı masaya koyduktan sonra tekrar yatağa otururken “Kürşat bu akşam sahaya senin de gelmen lazım, çekim yapılacak.” dedi. Kerem’in bu söyleminden sonra Kürşat onaylarcasına başını sallamakla yetindi. Sahaya girmek alışık olduğu bir durumdu zaten. Biraz daha beraber zaman geçirdikten sonra Kerem, kendisinin ve Kürşat’ın da dinlenmeye ihtiyacı olduğunu hatırlayıp Kürşat’a veda ettikten sonra hemen yandaki kendi karavanına gitmişti.

Güneş yavaş yavaş batarken Kerem yine aynı profesyonel arkeolog kıyafetleriyle kendi karavanından çıkmıştı. Karavanları, kurdukları prefabrik istasyonun etrafında kümelenmişti. Üç beş karavan iç içe bile sayılabilirdi. Kerem ekibindeki diğer iş arkadaşlarını kontrol ederken az sonra Kürşat omzuna astığı fotoğraf makinesi ile karavanından inmişti. Son kontrollerden sonra jeneratör çalıştırılıp mağara aydınlatılmıştı ve içeri giriş yapıldı. Mağaranın giriş kısımlarında çok incelenecek bir şey yoktu. Lambaların beyaz ışıkları altında içerisi gündüz gibiydi. Kaybolmamak için kullanılan duvara çakılı güvenlik halatından tut, sondaj aletleri, kazma, kürek ve benzeri tüm teçhizatları hazır bir şekilde duruyordu.

Kerem önderliğinde mağaranın derine doğru gidildikçe labirenti andıran koridorlarına dalmışlardı. Kerem’in takip ettiği rota aslında kum saatlerinin oluşturduğu basit bir algoritmaydı. Kum saatleri gitmenizi istediği yeri işaret etmek için değil, gitmemenizi istediği yeri işaret etmek için oyulmuş gibiydi. “Mağaranın garipliklerinden bir diğeri” diye düşünüyordu Kerem. Milattan önce altıncı yüzyılda yaşamış insanlar için yapılamayacak bir tasarımdı. Zaten oyma koridorlar düzen oluşturmuyordu. Sadece bu semboller belirli bir düzen içindeydi. Mesela ne zaman dümdüz koridora oyulan kum saati görseler sonu çıkmaza gidiyordu. Kerem bunları düşünmeyi bırakarak güvenlik halatının olduğu koridorları hızlıca ilerliyordu. Yaklaşık yarım saatlik yürüyüşte ne zaman bir kum saati görseler yan koridorlara sapmışlardı ki karşılarına ekibin daha haritalamadığı bir koridor gelmişti ve artık sadece baretlerindeki lambalara güvenebilirlerdi. Koridorun tavanında biriken nemlerin oluşturduğu su damlacıkları ufak sarkıtların uç kısmından yere düşüyorlardı. Burası oyulmamıştı doğal bir fenomendi. Kerem başka bir keşfin hemen ucunda gibi hissediyordu. Kürşat’ın fotoğraflaması için tüm ışıklar tavana tutulmuştu. Hiç acelesi yokmuşçasına sakin bir şekilde Kürşat fotoğraf makinesini çıkartmış doğru açıyı yakalamaya çalışıyordu. Kerem ise heyecan titriyordu. Kürşat’ın bu yavaş hareketlerine daha fazla dayanamayan Kerem koridorda biraz daha ilerledi kimse o sırada kendisine dikkat etmiyordu. Kalbi ağzında atarken heyecandan titriyordu arkasındaki ekibini umursamadan yürümeye devam etmişti. Koridorun sonuna gelmeden sanki eliyle koymuş gibi eğildi ve sağdaki duvarda olan anca bir kişinin emekleyerek geçebileceği kadar küçük bir oyuğun içine baktı. Bununla da yetinmiyordu. Eğilmişken dizlerinin üstüne çöktü. Şu an zeminin neminden dolayı pantolonunun ıslaklığı onu rahatsız edemezdi ve eliyle oyuğun dışını tutarken kayma riskini düşünmeden daha da içeri bakmak için uzandı. Baretinin ışığı bu aşağı eğimli tünelin sonunu göremiyordu. Bu haldeyken bir anda Kürşat’ın kendi adını bağırmasını duydu. Kendisi de “BURDAYIM.” diye bağırınca Kürşat önderliğindeki ekip az sonra yanına geldi. “Kerem ne yapıyorsun? Bizi bırakıp gitmen mantıklı mı?” Kürşat bu soruları sormakta oldukça haklıydı. Kerem de bunu biliyordu. “Biliyorsun beni. Bazen dalıp gidiyorum. Kusura bakmayın millet.” Kerem Kürşat’tan başka ekipte kendisine hesap sorabilecek biri olmamasının rahatlığı içerisindeydi. Sonuçta kendisi profesördü. Altında çalışan insanlarda bunun farkındaydı. Bu yüzden çokça tolerans gösterebiliyorlardı. Tüm bunları geçip bulduğu tüneli işaret ederek “Halat hazırlayın. Kesinlikle bu tünele gireceğim.” dedi. Tünelden hafif bir esinti geliyordu. İçerisinde bir çıkış olduğu neredeyse kesin gibiydi. Tünel dar olduğundan dolayı Kerem beline bağlanan halat ile oturur pozisyonda aşağı kayıyordu. Tünelin ağzında ise Kürşat ve arkasındaki ekip sımsıkı şekilde halatı tutuyordu. Her şey yolunda giderken korkunç bir ses eşliğinde her yer titremeye başladı. Sanki mağara duvarları onlara tüm öfkesini kusarcasına bağırıyordu. Sıkışık tünel içerisinde kalmış Kerem, buranın onun canlı canlı gömüleceği mezar olduğunu düşüncesiyle deli gibi korkuyordu. Deprem olmuştu.

Kerem elinde el feneriyle mağara duvarına yaslanmış halde dururken bu ana kadar yaşadığı her şeyi anımsamış kafasını toplamıştı. İçine girdiği tünelin buraya düşmesine sebep olan çıkışını yaklaşık dört metre yukarıda tavanda görmüştü. Tabi bunlar artık onun için hiç önemli değildi. El fenerinin ışığıyla görebildiği o korkunç gerçeğin şokuyla baş başaydı. En yakın arkadaşının boynu kırılmış, kafatası yarılmıştı. Kürşat’ı bu şekilde görmek onu mahvediyordu. Sadece üç metre uzağında olmasına rağmen ona yaklaşamıyordu, yüreği buna dayanmazdı. Uzun bir süre gözünü kapatıp ağladı. Kürşat’la yaşadıkları her şey gözünün önüne geliyor, onun ölümü yüzünden kendini suçluyordu. Ellerini sürekli sıkıp kafasına vuruyor, içindeki bu acıyı kusmak istiyordu. Nafile olsa da haykırıp durdu. Ne kimse sesini duydu. Ne o içindeki acısını kustu. Aradan onlarca dakika geçtikten sonra daha fazla ağlayamıyordu. Artık üzülmek için bile enerjisi kalmamıştı. Böylece kafası öne düşmüşken bir süre sonra uyuya kaldı.

Gözlerini açtığında artık içeride el fenerinden başka ışık huzmeleri de vardı. Zifiri karanlık yavaşça dağılıyordu. Sırtını yasladığı duvarın sol tarafında Kürşat varken. Sağ tarafında kapı gibi bir aralıktan büyüyerek gelen bir güneş ışığı vardı. Yakında burası bile tamamen aydınlık olurdu. Şaşırması gerekiyordu ama Kerem hiçbir şey hissetmiyordu. Güneş ışığı tamamen bulunduğu odayı aydınlatınca Kerem’in dayanma eşiği çoktan geçilmişti. Kendi merakından dolayı bunları yaşamıştı. “Arkadaşımı kaybetmeme sebep olacak kadar değerli olan o şey ne olabilir ki?” diye sinirle düşünüyordu. Bu keşif çalışmasının en başından beri hata olduğunu düşünerek pişmanlıklarla ayağa kalktı. Sendeleyerek ışığa doğru yürümeye başladı. Kürşat’a bir an olsun arkasını dönüp bakmadı, bakamazdı.

Kapı eşiğini geçtikten sonra parlak ışığın gözünü almasını engellemek için sağ elini gözüne siper etti. Gözleri ışığa alıştıktan sonra gördüğü ilk şey kocaman bir kum tepeciği üzerinde duran hiç yoksa on metre kare genişliğe sahip altın renginde parlayan koyu sarı renkli çokça saçağı olan bir kristaldi. Kerem için en şaşırtıcı şey ise kristalin üzerinde devasa bir kumdan girdap olmasıydı. Girdabın ucu kristalin en üst kısmı ile temastaydı ve dönmeye devam ediyordu. İçeri güneş ışığı girmiyordu buna rağmen kumlar ve kristal altınmışçasına parlıyor, girdap yavaş bir şekilde dönerken tavana ulaşan boyuyla fiziğe aykırı duruyordu. Tüm bunlara şahit olurken farkında olmadan kristal onu elini uzatsa dokunabileceği mesafeye kadar çekmişti. Kerem büyülenmiş gibiydi burada çok farklı bir güç vardı. Kristale sağ elinin avucuyla dokundu. Birden kristal üzerinde buraya gelirken yaşadığı tüm şeyleri sanki film izlermişçesine görmeye başladı. Kürşat’la sabah olan konuşması, mağaraya akşam girişleri o yürüyüşleri ve deprem. Hepsini izliyordu. Şaşkınlıkla elini kristalden çekince o görüntüler kayboldu. Şuan Kerem için görülerin gitmesi, görüleri izlemesinden daha kötü bir durumdu. Hemen elini kristale geri koydu ve şimdiyi gördü kristale tekrar dokunduğu anı, görüntüler devam ediyordu.

Kristalden elini çekiyor gittikçe uzaklaşıyordu bir çıkış yolu aradığını fark etti. Farklı yolları kullanarak mağaranın labirentsi koridorlarına geri döndüğünü gördü. Kerem artık geleceği gördüğünün farkındaydı. Çok karmaşık şeyler hissediyordu. Kristale bakarken tüm bu izlediği şeyler içerisinde kendine bir yol arıyordu. Buradan çıkmanın yolu değil; geçmişe dönmenin, zamanda yolculuk yapmanın yolunu arıyordu. Bu umutla izlemeye devam ettikçe görüler garipleşti. Kristalin içindeki Kerem mağarada dolaşırken durdu ve geri dönmeye başladı. Kristalin olduğu odaya geri döndü. Kumu cebinden çıkarttığı spatulayla kazarak büyük büyük harfler yazmaya başladı. Kerem daha da yaklaştı iyice odaklanınca, kumda “Beni görüyor musun?” yazdığını fark etti. Tüyleri diken diken olmuştu. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zihni tüm bu yaşadıklarını kaldıramıyordu. Tüm bunlara rağmen elini kristalden çekmedi. Gelecekteki Kerem’i izlemeye devam etti. Tekrar kuma yazı yazmıştı. Bu sefer biraz daha uzundu. Kristalden tek tek okumaya başladı. “Senin-şimdin-benim-geçmişim-elini-çekme”. Kerem artık ne düşüneceğini hiç bilmiyordu. Paniklemişti ama yanlış bir hareket yapmak istemiyordu. İzlemeye devam etti. Ama yavaş yavaş bu duruma alışmaya başladı. Zaman ile alakalı fizik yasalarını bilmiyordu. Bilim adamı da değildi. Ama geleceği ile aynı zamanı paylaştığını anlayabiliyordu. Gelecekteki Kerem yazmaya devam etti. “Sıkışıp-kaldık” İşte bunun anlamını anlamamıştı. Nasıl yani? Mağaradan mı yoksa zamandan mı bahsediyordu? Gelecekteki Kerem “Geçmişe-gidemiyoruz-ama-değiştirebiliyoruz” bunu okuyan Kerem oldukça sevindi. Bir şans vardı o zaman her şeyi geri alabilmenin. Beklentisini daha da artırmadan izlemeye devam etti. “Kristali-izledim-sembolü-biz-oyuyoruz-sende-yap-gelecek-değişsin” Okudukları karşısında Kerem artık dayanamadı ve elini kristalden çekti. En başından beri kendisiydi gördüğü. Ne kadar kum saati varsa onun elinden çıkmıştı. Hepsi bu lanet duruma düşmemek içinmiş.

Kürşat Şimşek