Öykü

Dağ

Dışarıdaki fırtınayı, yağan karı ve öldürücü soğuğu bir nebze unutmak ve bir gece beraber vakit geçirebilmek için kasaba halkının neredeyse tamamı tavernada toplanmıştı. İçerisi, dışarıdaki kasvetli havanın aksine renkliydi ve soğuğun aksine insanın hem içini hem de dışını ısıtan bir sıcaklığa sahipti.

Henüz on altılarında olan bir delikanlı kafasına vurulmasıyla daldığı rüyadan uyandı. Kafasına vuran göbekli, saçı sakalına karışmış adamın “Ne düşlüyorsun velet, çal!” diye bağırmasıyla elleri ister istemez lavtasının tellerine gitti ve aklına gelen ilk parçayı çalmaya başladı.

Ortalama bir kasabayı yönetmesine rağmen kendisine Kral dedirten bir adam, boyutu diğerlerinden daha büyük ve yapısı diğerlerinden daha rahat olan sandalyesinin kollarına parmaklarıyla ritim çalarak topluluğu izliyordu. Yüzüne zuhur eden, diğerlerini daha aşağı gören ifadeyi fark etmemek mümkün değildi. Kendi kendine başını salladı ve ayaklandı. “Evet, baylar bayanlar!” diye bağırarak dikkatleri üzerine çekti. Herkes söyleyeceklerini yarıda bırakıp kendisine odaklanmıştı. “Burada bugün toplanmamızın…” dedi ve sözünü kesmesine neden olan öksürükle bir süre debelenmesinden sonra sözlerine başka kelimelerle tekrar başladı. “Bugün buradayız çünkü…” derken yine bir öksürük krizine tutuldu ve sözleri tekrar yarım kaldı. Sonunda pes edip “Afiyet olsun!” diye bağırdı ve halkın tezahüratları eşliğinde tekrardan yerine oturdu.

Taverna tamamen taştan yapılmıştı ve içerisini yağlı fenerler aydınlatıyordu. İçeriye girildiğinde sağda içeceklerin servise hazırlandığı bir tezgâh, karşıda tahtadan sandalyeler ve masaların düzensiz bir şekilde dizildiği bir alan bulunuyordu. Birkaç yerde ortamın sıcaklığını koruması için ateşler yanıyor, odunları sürekli yenileniyordu. En karşıda ise yanında iki muhafızın dikildiği, kralın rahat sandalyesi göze çarpıyordu. Rahat olmayan sandalyelerde oturan kasaba halkı, kralın yapamadığı konuşmasını görmezden gelmek zorunda hissettiler ve hiçbir şey olmamış gibi kendi aralarındaki sohbetlerine devam ettiler.

“Beni dinleyin,” diye fısıldadı, kızıl saçlı bir adam. Dört kişiyle birlikte tavernanın bir köşesinde herkesten ayrı bir yerde oturuyordu. “Her gün aynı şeyleri yaşamaktan sıkılmadınız mı? Şu an burada oturup bira içmemiz farklı bir şey yaptığımızı mı gösteriyor?”

“Benim için farklı,” dedi, sıska olan. “Normalde bu saatte ne yapıyor olurdum?” Bakışlarını yukarıya doğru çevirerek düşünmeye başladı. Tam düşüncesini ifade edecekken kızıl saçlı adam tarafından sözü başlamadan kesildi. “Evde karını dövüyor olurdun.” Sıska bu cümleye kahkaha attı ve kadeh kaldırdı. Diğerlerinin yüzünde mimik yoktu.

Esmer tonlu delikanlı en fazla yirmilerindeydi. Birasını yudumladıktan sonra gözlerini şiddetle kırpıp geğirdi. “Ben karımı dövmem,” dedi.

“Sana demiyorum,” diyerek derin bir nefes verdi kızıl saçlı. “Şu an duvara konuşacağımı hissediyorum ama umurumda değil. Kuzeydeki İnsangeçirmez Dağı’nı yarın geçmek için…” diye başlayıp kimsenin kendisini dinlemediğini bildiği hâlde içindekileri dökme ihtiyacıyla sözlerine devam ederken herkesin aynı anda bağırarak şarkı söylemeye başlamasıyla ve masasındaki sarhoşların da ayaklanıp şarkıya eşlik etmesiyle başını umutsuzca eğip etrafı izlemeye koyuldu.

Dışarıdaki fırtına şiddetini artırmıştı. Şüphesiz kışın en soğuk, en acımasız dönemi yaklaşıyordu ve bu dönemin uzun süreceği kesindi.

Kızıl saçlı, şarkının sonlara yaklaştığını anlayınca ayağa kalktı ve yavaş adımlarla tavernanın tam ortasına yürüdü. Şarkı bittiğinde herkes birbirini alkışladı ve kızıl saçlı krala dönerek bağırdı. “Kralım!” dedi, bu adama kral dediği için kendinden utanarak. “Sizlerden bir ricam olacak!” Herkes susmuş bu adamı izliyordu.

Kral, doğruldu ve şarabından bir yudum alıp ricasını söylemesi için adama eliyle işaret etti.

“Sizin de izniniz ve desteğinizle, yarın öğle sularında İnsangeçirmez Dağı’na çıkmak istiyorum.”

Tavernadaki herkes iki saniye bekledikten sonra kahkaha attı ve aşağılayıcı cümleler dile getirdi.

“Deli bu adam!”

“Biraların içine bir şey mi kattınız?”

“Evine git uyu kardeşim, alkolü fazla kaçırmışsın!”

Kızıl, insanların kahkahası bittikten sonra alaycı bir gülüş takındı ve sesini yükseltti. “Bugün bir bardak bile içmedim. Akıl sağlığım da bilincim de gayet yerinde. Yarın o dağı keşfetmek ve her gün ineklerle konuşmaktan beynini yitirmiş siz aptallardan farklı bir şey yapmak istiyorum.”

Adamlardan biri ayaklandı. “Sen kime aptal diyorsun?”

Biri daha ondan destek alıp masaya vurdu, ayaklandı ve sandalyesini yere düşürerek geri adım attı. “Seni,” dedi ve geğirdi, “hemen buracıkta gebertirim!”

Kızıl, yüzündeki gülümsemeyi bozmadan iki adım geri çekildi ve ayaklananları izledi. Bu sırada kral, elindeki şarap dolu kabı bir kenara koydu ve şiddetle bağırdı. “Benim huzurumda ne cüret? Oturun yerlerinize!” Kızıl hariç herkes yerlerine oturdu ve kral sözlerine devam etti. “Oraya gitmek istemenin sebebi nedir?”

“O dağın arkasında bir şeylerin olduğuna inanıyorum. Yeni bir yer keşfetmeyi diliyorum.”

Arkadan biri bağırdı. “Adı üstünde, İnsangeçirmez Dağı!”

Bir başkası ortaya çıkıp “Oraya kim İnsangeçirmez Dağı demiş ki, başka isim mi yok?” diyerek konuyu farklı bir noktaya çevirdi.

Başkası bir önceki konuda durmakta kararlıydı. “O dağ dünyanın sonu, seni ayyaş! Gerisi yok!”

Kızıl, gözlerini kralın üzerinden çekmiyordu. Kral bir el hareketiyle diğerlerinin de cesaret alıp bağırmaması için ortamı susturdu. “Bana bak,” dedi Kızıl’a, sert ve kendinden emin bir sesle. “Benimle dalga geçenlerin başına ne geldiğini biliyorsun değil mi?”

Kızıl başını salladı. “Sizinle dalga geçmek haddime değil. Her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkıldım…”

Kral sözünü kesti. “Sıkıldın ve o dağa çıkıp ölmek mi istiyorsun?”

“Hayır efendim,” dedi Kızıl. Gözlerini iki saniyeliğine kapattıktan sonra sözlerine devam etti. “Oraya çıkmak istememin sebebi sıkılmam değil. Uzun zamandır aklımda olan bir şeydi. Aylardır dağı inceleyip hesaplar yapıyorum ve bugün cesaretimin olduğu kanısına vardım. Orayı keşfetmek ve gerekirse bir amaç uğruna ölmek istiyorum.”

Kral başını salladı, aşağılayıcı bakışlarını Kızıl’ın üzerinden çekmeden oturdu. “İyi, gidip canından olabilirsin.”

Kızıl kaşlarını çattı. “Bana biraz ya…”

Kral yine sözünü kesti. İnsanları konuşturmayı pek sevmezdi. “Sana yardım falan etmeyeceğim.” Şiddetli bir şekilde öksürdü, dudaklarından akan tükürükleri ayı kürkünden yapılmış paltosunun yakalarına sildi ve güçlükle cümlelerine devam etti. “Hem nasıl bir yardım beklerdin?”

“Alet, giysi, yiyecek,” dedi Kızıl, ümitsizce.

Kral bir kahkaha attı ve diğerleri koyun misali kralın kahkahasını taklit etti. “Ölecek bir insan için kısıtlı erzağımızı ziyan mı edelim?” dedi kral. “Bana mantıklı bir istek gibi gelmiyor.”

“Bakın,” dedi Kızıl, “o dağın arkasında bir şeylerin olduğuna inanıyorum ve eğer haklıysam emin olun erzağımız bir daha kısıtlı kalmayacak.” İnsanlar yine kendi aralarında konuşuyor, gülüyordu.

“O dağa çıkamayacaksın. Yarısında inmek isteyeceksin ama bir şansının olmadığını anlayınca pişmanlık dolu bir hisle kendini aşağı bırakacaksın. İnan bana, insanların gözüne girebilmek için bu tür zırvalıklara gerek yok.”

“İyi dilekleriniz için teşekkürler,” dedi Kızıl. “Ancak bunu insanlar için değil, kendim için yapacağım.” Bakışlarını kralın üzerinden çekip tavernadaki insanların üzerinde gezdirdi. “O dağın arkasında ne olduğunu yazdığım bir notu cebime sıkıştırıp kendimi gururla aşağı bırakacağım,” diye bağırdı ve kapıya doğru yürüdü. “Yarın biraz zahmet edip cesedimi arayın.” Yürürken, kendi arkadaşları da dahil herkes arkasından kahkaha atıyordu.

Kapıdan çıktığı gibi yüzüne çarpan rüzgârın şiddetiyle kendini buzla kaplı bir denizin altındaymış gibi hissetti. Elinde bir fener yoktu ancak ay gecenin karanlığına ışık olmaya yetiyordu. Yağan kar, yerleri ele geçirmeye başlamıştı. Kollarını göğsünde birleştirip bedenini kamburlaştırmış bir hâlde, arkasında izler bırakarak evine doğru yürümeye koyuldu Kızıl. Daha şimdiden içeride esip gürlediği için derin bir pişmanlık duydu. Bir an için, herkesin sarhoş olduğunu ve belki de kimsenin bunları hatırlamayacağını düşündü. İnsanlara kendisinin sarhoş olup ne dediğini bile hatırlamadığını söyleyerek onları kandırabilirdi de; ama kendisini kandıramazdı. Kafasına koymuştu ve o dağa çıkacaktı.

* * *

Bir odalı, tahtadan yapılmış, barakaya benzeyen evindeki yatağında doğrulduğunda güneş daha yeni doğmuştu. Yatağın sağında yemek yapması için tezgâh, ilerisinde bir adet çekmeceli masa ve masanın önünde sandalye, sağında odunlar bulunmaktaydı. Odunlarla tezgâhın arasında ateş yakması için alelade bir yerin üzerini gri közler fethetmişti.

Yatağının yanındaki ayakkabıları giydi ve ayaklandı. Soğuğu en derinlerinde hissetti. Evin kapısını açıp dışarı çıktığında beyaz renklerle bezeli dünyanın aydınlığı, karanlığa alışmış gözlerini kısmasına neden oldu. Sağına soluna bakındığında kasaba halkının işlerine doğru yol aldığını gördü ve hiçbiriyle muhatap olmak istemediği için tekrar içeri girerek kendine bir yemek hazırladı.

“O dağa çıkmakta ne var? Kimse denemediği için insanların gözüne zor geliyor. Yüksek bile değil,” diye kendi kendine mırıldanırken yemeğini yemediğini fark etti. Konuştuğunda ağzından buharlar çıkmıştı. Bir süre duvarı izledikten sonra yemeğini yedi, kabını tezgâha koydu ve yatağın altından bohçasını kaptı. “Sen ne yüksek dağlar gördün, insanlar aşmış geçmiş. Bunların üzerinden geçtiği en büyük şey nedir ki? Ne diye ciddiye alıyorsun aptal?” Yatağının üzerindeki battaniyeyi katladı ve bohçanın en altına yerleştirdi. “İnsangeçirmez Dağı’ymış… Kimse çıkmayı denemedi bile.” Masanın yanına yürüdü ve bohçasını masanın üzerine bıraktı. “Pişmanlık hissiyle aşağı düşecekmişim,” diye kendi kendine konuşmaya devam ederken masanın çekmecesinden kâğıt, kaz tüyü ve mürekkep kabını çıkarıp bohçasına koydu. “Kendini aptal bir kasabanın kralı ilan eden insan…” Alt çekmeceyi açtı ve içinden sargı, çakmaktaşları, yarısına kadar dolu viski şişesi alıp bohçasına yerleştidi. Ayaklanıp tezgâha doğru yürüdü ve tezgâhın altındaki dolaptan kendisini idare edecek yiyecekler toplayıp bohçasına yerleştirdi. “Geri zekalılar. Bunlar ciddiye alınacak tipler olsaydı şu kıllı yumağı kral ilan etmezlerdi.” Başını, kendisine katıldığını belli eden haklı bir ifadeyle salladı. “Tamam, onu koydum, şunu koydum, başka…” dedi bakışlarını evin içinde gezdirirken. “Ucu çivili uzun bir sopa bulmam gerek, üzerime daha kalın şeyler de lazım.” Bohçasının ağzını iyice kapattı. Önceden delikler açıp geçirdiği halatları omzuna doğru attı ve bohça sırtında olacak şekilde evinden çıktı.

Kapıdan çıktığında gözleri bu sefer dünyanın beyazlığına karşı çıktı ve kısılmadı. Sağına soluna baktı. Kasaba sessiz gözüküyordu. Üzerine basıldığında sert bir elma ısırıyormuşçasına sesler çıkartan karlarda yürümeye başladı. Sol taraftaki diğerlerine göre biraz daha iyi gözüken evin önünde oturan ihtiyar bir kadın bağırdı. “Günaydın!”

“Günaydın,” diye karşılık verdi Kızıl saçlı. “Hava düne göre biraz daha sıcak gibi.”

“Evet,” dedi ve kendi kendine güldü ihtiyar. “Yine de dağa çıkmak için uygun bir hava değil!”

Kızıl, gülümsemekle yetindi ve yürümeye devam etti. Yüz metre ilerledikten sonra bir evin önünde durup etrafına bakındı. Siyah bir köpekten başka kimse gözükmüyordu. Bu evin sahibi, bu saatlerde, karısıyla beraber ormana gitmeyi rutin hâle getirmişti. Ormanda ne yaptıklarını ne aradıklarını bilen ve bunu merak eden kimse yoktu. Kızıl, bunu fırsat bilip içeri girmek için kapıya yaklaştı ve bir umutla kapıyı açmayı denedi. Kapı açılmıştı.

Bu evin de kendi evinden pek bir farkı yoktu. Ateş yeni yakılmıştı ve içerisi bir nebze sıcaktı. Masanın üzerinde yarım yamalak şeyler yazılmış kağıtlardan başka bir şey yoktu. Bu evde yaşayanlar evliydi ve evin içerisinde iki adet yatak vardı. Görünüşe göre ayrı yatmayı tercih ediyorlardı. Kızıl, daha fazla zaman kaybetmeden evi aramaya başladı ve dolabın içinde, kralın üzerindeki kadar kalın kürklü bir palto buldu. Hızla paltoyu giyip dolabın altındaki çekmeceleri açtı. En alt çekmecede deri eldivenler bulup giydi ve açtığı çekmeceleri kapatıp ayaklandı. Bu evde aradığı sopanın olduğuna emin bir şekilde evin içerisini aramaya devam etti. Soldaki yatağın altına baktı ve kapana kısılmış fare ölüsünden başka bir şey göremedi. Sağdaki yatağın altına baktığında haklılığının gururunu yaşayıp gülümsedi. Aradığı sopayı bulmuştu. Elini uzatıp ucuna çelik çivi montelenmiş sopayı aldı ve ayaklanarak kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtığında karşısında evin sahiplerini gördü.

“Onurlu bir kâşif,” dedi kadın, alaycı bir ses tonuyla.

“Ya, ya, ne demezsin,” diyerek ona katıldı adam. “Ölü bir adamın üzerinde kürkümü görmem içimi ürpertiyor.” Kadın güldü.

Kızıl, ne yapacağını bilemez hâlde, mahcup bir ifadeyle ikiliye baktı. “Lütfen, bu cesur ve size daha refah dolu bir hayat sunmak için canını ortaya koymak isteyen adama izin verin,” dedi.

“Cesur ama onursuz,” dedi adam. Ağzından çıkan buharlar kaybolduktan sonra sözlerine devam etti. Bu sırada Kızıl, elindeki bohçasını sırtına yerleştiriyordu. “Bizden rica etmek yerine hanemize tecavüz etmen pek hoş bir davranış değil.”

Kızıl başını eğdi. “Haklısınız,” dedi ve kimse bir şey demeyince konuşma gereği hissetti. “Sizde dağa çıkabilmem için ihtiyacım olan bu sopanın olduğunu biliyordum, onun için geldim. Kürkü de bulunca hayır diyemezdim. Sizden isteseydim bana muhtemelen deli der, hiçbir şey vermezdiniz.”

“Kesinlikle,” dedi kadın ve gülümsedi. “Yine de bunu yapmanı gerektirmezdi. Bu yaptığına üzüldük.”

“Madem yaptın bir şey,” diye söze girdi adam, “o zaman aldıklarınla işinin başına git. Bir şeyler başarsan iyi edersin.”

Kızıl teşekkür etmeye niyetlenirken kadın sözü aldı. “Yiyecek bir şeyin var mı?”

“Var,” dedi Kızıl, minnettar bakışlarını ikilinin üzerinde gezdirerek. “Pişman olmayacağınıza emin olun. Aldıklarımı geri getirecek, güzel bilgilerle süslendireceğim.”

İkisi de gülümsedi. Adam, “Pekâlâ, bol şanslar,” dedi ve içeri doğru hareketlendi. Kızıl, başını sallayarak tekrar tekrar teşekkür ederken yoluna yürüdü ve kısa bir süre sonra durup geri döndü. Kadın hâlâ kapının önündeydi. “Her gün o ormanda ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

Kadın mimiksiz bir ifadeyle, “Şansını zorlama,” dedi ve Kızıl başını sallayıp yoluna devam etti.

* * *

Rüzgâr varlığını hatırlatıyor, yükseklerde daha güçlü olduğunu haykırdığı ürkütücü sesler çıkarıyordu. Kızıl’ın bunlara aldırmak gibi bir niyeti yoktu. “Çıkacağım,” dedi kendi kendine ve kararlı bir şekilde yürümeye devam etti. Çıkacaktı ve o dağın arkasında ne olduğunu öğrenecekti. İşe yarar bir şey olmasa bile en azından merakını gidermiş olacak, bu dünyadan gözü açık gitmeyecekti. Sağda solda tek tük karla kaplanmış ağaçlar vardı ve ağaçlar bazen gayret gösterip karları aşağı döküyordu. Kızıl, bakışlarını dağdan çekmeden yürümeye devam etti. Dağın yükseklerini kaplayan beyazlık, aşağılardaki griliği de ele geçirmeye çalışıyordu.

Dağa iyice yaklaştığında bohçasından yiyecek çıkarıp yedi ve bohçasını tekrar sırtına yerleştirdi. Elindeki sopayı şu an için kullanmasına gerek yoktu. Yürüyebileceği kısımları yavaş adımlarla, ihtiyatlı bir şekilde yürümeye başladı.

Yüksekliğe çıktıkça kar ve rüzgârın soğuğu şiddetini artırıyordu. Paltosunun kapüşonunu kapattı ama burası rüzgârın krallığı olduğu için her şey onun istediği gibi oluyordu. Kapüşon açıldı. Başına bir şey almadığı için kendine küfürler savurarak, kambur bir şekilde, yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Önünde uzun bir süre vardı ve negatif şeyler düşünmenin sırası değildi. Oraya çıkacağı zaman aşağı inemeyeceğini düşünüyordu ama belli olmazdı. Gücünü iyi koruyup havanın da yardımıyla çıkabilir ve cesedini aşağı bırakmasına gerek olmadan gördüklerini kendisi aktarabilirdi. Bu düşünceler biraz daha moral kazanmasını sağladı.

Aylardır yaptığı gözlemler sonucu gitmesi gereken rotayı biliyordu. Biraz yürüdükten sonra, belirgin bir kayalığın yanında durup yaslandı ve bohçasının içerisinden viski şişesini çıkarıp yudumladı. Yanakları ve kulakları, sarımsı ten rengine karşı çıkıyor ve kırmızılaşıyordu. Bir yudum daha aldıktan sonra arkasına bakıp yürüdüğü yollara ve uzaktaki kasabaya göz attı. Uzaklarda üç kişi yan yana dikilmiş, kendisini izliyordu. “Göreceksiniz,” dedi. Şişenin kapağını kapatıp bohçasına yerleştirdi ve bohçanın başını bağlayıp sırtlayarak yürümeye devam etti.

Artık kambur yürümesi de yetmiyordu. Adımlarını eğilerek ve sopasından destek alarak atmalıydı. Sopayı yavaşça yere saplayarak karları deliyor, daha yavaş hareketlerle adımlarını atmaya devam ediyordu. Biraz daha böyle devam ettikten sonra, çıkıntı olan kayalıkların altına girip rüzgârdan korunabileceğini ve biraz dinlenebileceğini; ardından yaklaşık kırk metre tırmanması gerekeceğini ve sonra yine yürüme kısmının başlayacağını yaptığı gözlemler sayesinde biliyordu.

İçindeki keşfetme tutkusu, tarihe adını yazdırma düşüncesi ve kendisine inanmayan insanların karşısında yine o tavernada gururlu bir şekilde gördüklerini anlatma hayalleri biraz daha dinç olmasını sağlıyor, pes etmesini engelliyordu. En azından böyle düşünüyordu. Kafasında tekrar tekrar o hayalleri başa alıp yaşarken yürümeye devam ettiğinin farkında bile değildi. Hayalinin etkisiyle gülümsedi. Başını salladı, “Evet, evet,” dedi. “Öncelikle bana inanmayanlara birkaç kelam etmek isterim.” Gülümsemesi daha da büyüdü. “Bana deli diyen hanginizdi? Ya, sen mi? Şimdi ne düşünüyorsun? Hahaha… Evet, deliyim ama işe yarar bir deli. Pekâlâ, bunu da kabul ederim.” Bir anda kahkaha atmaya başladı. “Artık kral ben mi olsam, ne dersiniz? Şu kıllı ihtiyarın sizin için ne yaptığını sayabilecek biri var mı?” Kimseden ses seda çıkmamıştı. “Ne gördüğümü anlatmamı mı istiyorsunuz? O kadar kolay değil…”

Bir süre sonra kendine geldiğinde titremeye başladığının ve ellerinin hissizleştiğinin farkına vardı. Göz kapakları bir anda açıldı ve kalbinde bir sızı hissetti. Rüzgâr, geri dönmesi için elinden geleni yapıyor, yükseldikçe artan soğukluk rüzgâra destek çıkıyordu. Kızıl, bir anda yürürken bacaklarının da titremesiyle diz üstü yere çöküp karlara gömüldü. Arkasına baktığında kasaba artık zor gözüküyor, geldiği yol ona azap gibi geliyordu. Kralın söylediklerini anımsadı: “O dağa çıkamayacaksın. Yarısında inmek isteyeceksin ama bir şansının olmadığını anlayınca pişmanlık dolu bir hisle kendini aşağı bırakacaksın,” demişti. Kral haksızdı. Kızıl pişman değildi ve sonuna kadar o dağa çıkacak, amacını gerçekleştirecekti. Yeni bir yer keşfedecek, tarihe adını yazdıracaktı. Kasabadaki insanların refahı umurunda bile değildi ama sırf o insanlara karşı haksız çıkmama ve o kral denilen soysuzu haklı çıkarmama düşünceleri, direnmesi ve zirveye çıkması için ona güç veriyordu.

Henüz tahmini 300 metre çıkmıştı ve önünde bunun en az on katı vardı. Ayaklandı ve sopasından destek ala ala çıkıntı kayalıkların altına doğru yürümeye başladı. Rüzgârın haykırışı kulaklarını kesiyor, gökten yavaş yavaş düşmeye başlayan karlar kızıl saçlarına ak bir görünüm katıyordu.

Kendini iyice kamburlaştırmış bir şekilde yürümeye devam etti ve sonunda hedeflediği yere, çıkıntı kayalıkların altına vardı. Vardığında badem gözleri iyice kapanmıştı ve hissiz bakışlarını tek bir noktaya odaklayıp olduğu yere çöktü.

Soluna doğru yatmış, dizlerini iyice göğsüne kadar çekip kollarını bacaklarının üzerinde birbirine dolamıştı. Yattığı yer tamamen taş ve karın ulaşamadığı bir yerdi ama rüzgâr planlarının aksine buraya uğruyordu. Burası yolun sonuydu, bundan sonrası yoktu. Artık yukarı çıkmaya, aşağı inmeye ve hatta olduğu yerden kalkmaya ne gücü ne de cesareti vardı. Bir an kalkıp kendini aşağı atarak en azından paltoyu sahiplerine geri vermeyi düşündü ama gücünün olmaması dışında bu kendini aşağı atma planı tamamen bir saçmalıktan ibaretti. Nereye kadar düşecekti ki? Bunu düşünürken ne yaşamıştı? Kendini, acımasız ve sert kayalıkların üzerine atıp parçalara ayırmak bu kadar kolay mıydı? Tir tir titrerken dünyaya son kez baktığının bilincindeydi. Görünürde sadece kar vardı. Aşağısı ve karşısı hiç gözükmüyordu. Dünya her yere sisini yaymış, son dakikalarında kendisini izlemesine izin vermemişti. Dünyanın bile kendisine karşı çıktığını düşündü. Şiddetle titremeye devam ederken gözlerini iyice kapadı. Böyle her şey daha güzeldi. Masalarda biralar doluydu ve insanlar gülüp eğleniyordu. “Beni dinleyin,” dedi arkadaşlarına, gür bir sesle. “Yarın karın yağışını kutlayalım. Henüz soğuklar gelmemişken dışarıda güzel bir ziyafet çekelim.” Esmer tonlu arkadaşı hevesliydi. “Güzel fikirler ürettiğinde seni seviyorum,” dedi, gülümsemeyle. Kızıl da gülümsemesine karşılık verdi. Diğerleri de bu fikre katıldı ve hepsi kadeh kaldırarak biralarını yudumladı. Sıska, Kızıl’a bakıp öksürdü. “Eee, ne yiyeceğiz, ne içeceğiz, nerede ne yapacağız?” dedi. Kızıl gülümseyen yüzüyle ona baktı ve “Anlık bir fikirdi, biraz bunu düşünelim,” dedi. Düşündü, düşündü, düşündü…

Batur Akgün

  • Dağ - 1 Şubat 2023

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Hepimizin içinde öteleri, bilinmeyenleri keşfetmeye dair bir arzu vardır. Bir de konfor alanından memnun olanların itirazları ya da içimizdeki korkular. Zaferler de bu korkuları ve itirazları yenebilecek, dağlara tırmanabilecek cesaretle doğar. İşte bu yüzden öykünün kahramanıyla özdeşlik kurdum.

    Gerçi sonu biraz üzdü. Ama yine de o umutsuz halde bile kendini atmaya kalkışmamasıyla hayranlığımı kazandı. Kızıl, sen dağın ötesine geçememiş olsan da gönlümün kâşifisin. Gerçi öykünün orada bittiğini kim söyledi ki? Belki Kızıl orada hayal kurup dinlendikten sonra yeniden yürüyecek güç bulmuştur, hava aniden düzelmiştir. Olumlu düşüneceğim!

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for acimatriyarka

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *