Bir insanın keşif hissini doyasıya yaşayabilmesi, o ana kadar bildiklerinden daha yeni ve farklı deneyimlerle karşılaşabilmesine bağlıdır. Bunun için ya yepyeni dünyalara gidilmeli ya da bir çocuk gibi henüz yaşadığı dünyaya yabancı olmalıdır. Ben de henüz çocuk olmanın verdiği öğrenme ve keşfetme arzusuyla kendimce çıktığım keşiflerden birinde ne o zamana kadar karşılaştığım ne de daha sonrasında karşılaşacağım bir şey’le karşılaştım.
Bundan yaklaşık 15 sene kadar önce henüz ilkokul yaşlarımdayken bir yaz, birkaç haftalığına köye gitmiştik. O zamanlar da şimdiki kadar sessiz olduğum ve yaşıtlarımdan kimseyi arkadaş edinmeye yanaşmadığım için Bekir Eniştem beni alır, gözüm gönlüm açılsın diye bağa bahçeye götürür gezdirirdi. Tarladan taze koparılmış acurun, domatesin tadı öylesine yoğun gelirdi ki sanki hayatımda ilk defa bu sebzeleri tattığımı hissederdim. Güneş altında ısınmış karpuzu dalından koparıp kırıp da yemek, suyunun yanaklarımdan kollarımdan akması benzerini evde yaşamış olsam da yeni ve buraya özgün bir deneyimdi benim için ve bunlar beni daha yeni, daha farklı şeyleri görmeye itmeye başladı. Burada sıradan olmayan, şehirde bulamayacağım şeyler vardı evet, ama şehirde olmasına rağmen sırf buranın havasıyla suyuyla, okulların tatil olmasının verdiği rahatlamayla hissettirdiği farklı hisler de vardı. Tabii bunda eniştemin balkabağı kavurması gibi normalde bana hiç çekici gelmeyecek olan bir şeyi bile ballandırarak anlatıp önümde yemesiyle kendimi bundan alıkoyamamama neden oluşu gibi faktörlerin de olabileceğini inkâr edemem.
Her ne kadar konuşkan olmayıp insanlara, kişilere ve onların yaşamlarına ilgi duymasam da bu bulunduğum farklı ortamdaki her şey ilgimi çekiyordu artık. Gördüğüm bir zeytin ağacının gövdesinin, yapraklarının sıra dışılığı; geceleri vıraklayan kurbağaların insanı huzursuz eden sesi gibi gayet doğal olan şeyler bile farklılıklarıyla hem ilgimi çekiyor hem de hafiften korkutuyordu beni. Korkunç değildi ama farklıydı. Alışık değildim. Ama yine de kendimi yeni şeyler görme isteğinden kurtaramıyordum. Gelişimizin üzerinden bir hafta geçtiği için hem artık buraları kabaca tanıdığımdan hem de işleri çıktığından Bekir Eniştem artık beni gezdirmiyordu ama annemlerden izin alıp gözden pek kaybolmadığım sürece istediğim yeri gezebiliyordum. Sağı solu belli olmayan köpekler, inekler, horozlar yol üzerinde karşıma çıkar diye temkinli temkinli yürüyordum sokaklarda. Bazen avluların yanından geçerken yavaşlayıp o garip şiveye olabildiğince maruz kalıp yüzümde kocaman bir gülümsemeyle dinliyordum.
Gündüzleri gezerken geceleri de annemlerle oturup hikâyeler dinliyordum. Yaz olduğundan hava sıcaktı ve bahçeye sandalye atıp yıldızları izlerken annemleri dinlemek hayatımda şu ana kadar zevk aldığım en güzel şeylerden biriydi. Henüz küçük olduğum için bizzat bana yöneltilen soruların cevapları hep belirli oluyordu ve onları cevaplayıp bu konuşmalardan sıyrılabiliyordum. Asıl muhabbet büyüklerin kendi aralarında oluyordu ve şimdi olduğu gibi cevap vermek zorunda olmadan insanları dinleyebiliyor oluşumun verdiği rahatlıkla olayları, hikâyeleri, sohbetleri, tartışmaları dinleyip yıldızların keyfini çıkarıyordum.
Yine böyle gecelerden birinde anneannem, babasının zamanında başından geçtiğini anlattığı bir olayı bize anlatmaya başladı. Bir gece büyük dedem ve büyük nenem yaz sıcağı olduğundan bahçede römorkta uzanırlarken büyük dedem bir ses duyup kalkıp baktığında suyun başında bir peri kızı görmüş. Tabi anneannemin anlatmasına göre babası eski Türkçe okuyup yazıp, belirli duaları bildiği için peri kızını hasır iple yakalarsa gömülerin yerini kendisine söyletebilirmiş. Bu yüzden “De gidi anasını de!” deyip yerinden kalkıp koluna hasır dolayıp atın sırtına atlayıp başlamış peri kızını kovalamaya. Büyük dedem suyun başına gidiyormuş, peri kızı kaybolup öte tarafta tekrar görünüyormuş; büyük dedem atı oraya sürüyormuş, kız yine hemen başka bir yerde görünüyormuş. Atın gövdesi beyaz köpükler içinde kalana kadar kovalama devam etmiş. En sonunda kız dağın tepesine kadar gidip gözden kaybolmuş. “Ah bir yakalasam ona neler söyletirdim.” dermiş hep büyük dedem bu olayı anlatırken.
Tabi bunu duyar duymaz hem bir merak hem bir korku sardı beni. Gözüm hep ışığın ulaşamadığı yerlere kayıp, hem bir şey var mı diye kontrol ediyor hem de göreceğim şeylerin hayaliyle beni korkutuyordu. Işığın ulaşamadığı yerler uzakta kaldığından nispeten sıkıntı yaratmıyordu ama ışığın ulaşıp tam aydınlatamadığı yerler asıl sorundu benim için. Nesneler gözüküyordu ama ne oldukları belli değildi. Bu belirsizliği de henüz peri masalı duymuş olan beynim ustaca tamamlıyordu. Allah’tan çok korkunç bir olay değildi anlatılan ama tarifi eksik bir anlatı olduğu için tam aydınlanmamış nesnelerin nasıl hayal edileceği konusunda fazlaca özgürlük veriyordu beynime.
Birkaç günü bu şekilde hava karardı mı korkup, pusup bizimkilere yakın oturur bir şekilde geçirdim. Korkuyordum ama merak da ediyordum bir yandan. Acaba nasıl görünüyordu? Peri kızıydı sonuçta güzel olması lazımdı. Öyle cindi, üç harfliydi gibi bir şey denmemişti. Hem yazık değil miydi kızı bağlayıp da gömü bulmak için kullanmak? Bulunan gömüler de kim bilir hangi ecnebi ailenin mübadele öncesi, belki tekrardan geri döner çıkarırız umuduyla gömdükleri altınları olacaktı. Ahlı paradan hayır gelir miydi? Sürekli artık bu hikâyeyi düşünür hale gelmiştim. Olayın geçtiğinin anlatıldığı yerleri bir hacı misali dolaşıyor nerede ne olduğunu aklımda canlandırmaya çalışıyordum. Ah bir de ben görseydim. Hem ben zarar vermek istemiyordum benden kaçmazdı belki. Ama beni nasıl anlayacaktı ki? Ayrıca ben onu görünce nasıl tanıyacaktım? Belki de bunca zaman dolaşırken arada görüp bizim köyün kızlarından biri sanıp yanından geçtim. Ama yok peri kızıydı bu, farklı olmalıydı herhalde. Görünce anlardı insan.
Bizim oralarda zaman zaman yaz yağmurları olur. Böyle aniden bastırır, kısa sürer ama her tarafı çamur yapıp gider. Böyle olduğu zamanlarda tabii çıkıp gezemiyordum ama yağmurun delmek için uğraştığını düşündürtecek şekilde yüksek sesler çıkararak demirden mi çelikten mi olduğunu bilmediğim, bizimkilerin ethernet dedikleri metal çatıyı dövüşünü dinleyerek dışarıyı izlemek, koca çizmeleriyle geçen adamları takip etmek günümün boş geçmesini engelliyordu.
Yine bunun gibi bir günün ertesinde, öğlen vakti olmasına rağmen bulutlardan kararmaya başlayan havada etrafın hafif kurumasından yararlanarak bizimkilerden izin alıp çıktım. Gözden kaybolmayacak şekilde gezebilecektim. Bu sefer gözümü karartıp olayın son bulduğu dağın tepesini de bir görmek istiyordum. Yokuşu yavaş yavaş dikkatli adımlarla çamurdan kaymamaya çalışarak tırmanırken, bir yandan da peri kızını düşünüyordum. Kızsa bu kızın anası babası da olmalıydı. Eşi, dostu, köyü yok muydu ki? Niye görenler bu kadar azdı? Ben niye göremiyordum. Hiç fotoğrafını çeken falan da mı olmamıştı? Gerçi forum sitelerinde böyle şeyler okuyup, o zamanlar aklımı alan gifler görüyordum ama yine de bir acaba dedirtiyordu bu az görülmeler. Ben yukarı çıktıkça hava kararmaya başladı. Hele şu tepeye bir ulaşayım da hemen aşağı inerim diyordum kendi kendime. Nihayet tepeye vardığımda boyum kadar ufak bir tümseğin haricinde dümdüz bir tepe olduğunu görmem biraz şaşırttı açıkçası. Kayalar, çalı ağaç arası bitkiler haricinde pek bir şey yoktu etrafta. Köye dönüp baktığımda pek bir hareketsizdi. Zaman durmuştu sanki. Gökyüzünde de döne döne hareket eden gri bulutların sayısı iyice artmaya başlamıştı. Hadi inmeden önce buraya kadar gelmişken şu tümseğin de tepesine çıkıp öyle ineyim dedim. Tümseğe doğru ilerledikçe havanın mı yoksa gözlerimin mi karardığını hâlâ anlamadığım bir olay yaşandı. Beynimizin içinde kendi kendimize yaptığımız konuşmalar olur ya, onların hızı ve sayısı birden arttı. Sanki kendi düşüncelerim değil de başkalarının düşünceleriydi bunlar. Yabancıydı, hızlıydı anlaşılmazdı. Rüyalarımızda gördüğümüz şeylerin ne olduğunu nasıl ki hiç konuşmadan, herhangi bir açıklama dinlemeden içimizde biliriz, ona benzer bir histi. Birisi, bir şey, bir şeyler sanki benimle konuşuyordu ama ses duymuyordum. Cümleler halinde aklımdan geçmiyordu. Yalnızca anlıyordum. Bu o aradığım peri kızıydı. Biliyordum. Kendisini göremiyordum, duyamıyordum ama bana kendisini anlatıyordu. Benden, bizden onu rahat bırakmamızı; kendisinin henüz insanlar bu topraklarda yokkenden beri buralarda yaşadığını, bizden ne kendisine saygı ne de tapınma istediğini, yalnızca kendisini rahatsız etmememizi istediğini anlatıyordu. Daha fazla bu duruma dayanamaz oldum. Başım dönüyordu gözlerim kararıyordu. Aniden her taraf bembeyaz oldu, sanırım şimşek çakmıştı ama ben gök gürültüsünü bile duyamadan bayılmıştım. Gözümü açtığımda İzmir’de hastanedeydim. Bayıldığım için beyin tomografisi çektirmeye gelmiştik. Hastanede böyle bir durumda olduğum için annemlere yaşadığım şeyi, dolaşmama bundan sonra izin vermezler diye anlatamadım. Aklımda hâlâ peri kızına soracak sorularım olmasına rağmen bırakın tekrardan o tepeye tırmanmayı, bu soruları aklımdan geçirmeye bile korkar oldum. En iyisi iyi sıhhatte olsunlar deyip kendi haline bırakmaktı. Sonrasında da zaten buna benzer bayılmalar yaşamadım.
Cinlerin Türk korku filmi yapımcılarına bir gün uygulayacağı tarife:
Öyküde bir patlama noktası bekledim, beklediğimden daha sakin bir öyküydü. Anı tadında bir öykü olmuş. Emeğinize sağlık.