Öykü

İstihkak

Alçak tavanlı penceresiz oda kirli bir kablonun ucunda sarkan sarı bir ampulle aydınlanıyordu. Daha doğrusu, ampulün üstünü kaplayan kül ve tozdan dolayı pek de aydınlandığı söylenemezdi. Sadece tavandan duvarlara sefaletin sarı izi yayılıyordu.

Kapının tam karşısındaki kavlamış duvarın önünde nefes alan bir beden vardı. Belinden sarkan bir bez parçası hariç çıplak olan zavallının kolları çarmıha gerilircesine açılmış ve bilekleri duvara zincirlenmişti. Önüne eğik kafa derisindeki taze yaralar küllü ışıkta parlıyordu. Ayaklarının dibinde ise fare leşini andıran kıl yumakları vardı, tutsağın kafasından yolunup atılmış saçlar.

Odanın manzarası her ne kadar Orta Çağ’ı andırsa da ne takvimler 15. yüzyıldan öncesini göstermekte ne de tutsak, bir imparatorluğun zindanında bulunmaktaydı. Dışarıda, 2 ile başlayan dört haneli bir yılda modern hayat akıp gidiyordu. Duvardaki adam ise akışın içinde yüzerken tutulmuş, toprakta beyhude çırpınan bir balıktı. Karşısındaki demir kapıdan anahtar sesi gelince korkuyla titredi ve başını kaldırdı.

İçeriye, ortamla pek uyumsuz bir insan girdi. Altın renkli örgüleri omuzlarından sarkan kısa boylu bir kadın… İpek beyaz çorabı ve bordo elbisesi vardı. Adam, hayal gördüğünü sanarak başını salladı ve gözlerini birkaç kez kırptı. Hatta bir an için ölüm meleğinin onu almaya geldiği düşüncesine kapıldı.

Kadın ise nefesini tutmuştu, adamı ve yaralarını süzüyordu. Tenindeki beyazlık pudrayla beraber düştüğü dehşetten de kaynaklanıyordu. Göz bebekleri irileşmiş, ardından süzülen yaşlarla bulanıklaşmıştı.

Odadaki iki insanın ortak noktası, ikisinin de hayal gördüğünü düşünmeleriydi. Kadın yüzünü sıvazladı ve cılız sesiyle, sessizliği tam ortasından böldü.

“Kaya?”

Tutsağın kalbi hızlanmıştı. Bu ses, bu tanıdık ses ona hayal görmediğini, her şeyin gerçek olduğunu haykırıyordu. Birinin onu ziyarete gelmesi yaralarını iyileştirmemişti fakat kimsenin acısını duymadığı cehennemden onu çekip çıkartmıştı. Cevap verebilecek dermanı bulabilmek için uzun uzun nefes alıp vermek zorunda kaldı.

“Sunay…” dedi ve ardından tek bir hece. “Su…”

Sunay’ın eli ayağına dolaştı. Su getirmediğini bildiği halde ufak bir cüzdanın zorlukla sığacağı küçüklükteki çantasını aradı. Bulamayınca hayal kırıklığıyla başını eğdi. Hissettiği dehşetten dolayı fark etmeden örgülerini asılıyordu.

“Git buradan,” dedi aniden tutsak. “Yoksa seni de… Seni de…”

Cümlesini tamamlayamadan kapıda biri belirdi. Kafasını kocaman bir bereyle örtmüş, dağınık sakallı, kirli yüzlü, çatık kaşlı, uzun boylu ve iri bir yaratık Sunay’ı içeri doğru itiverdi. Vücudunun görünen yerleri kıllarla kaplıydı. Kaya’ya günlerdir işkence eden bu yaratık, insan ve ayının bir karışımı gibiydi.

Genç kız dizlerinin ve ellerinin üzerine düşmüştü. Yaratığın yanından geçişini korku dolu gözlerle izledi. Derken bir çıtırtı sesi duydu, yaratığın oyuncakla oynar gibi tutup kırdığı Kaya’nın boynunun sesini. Yürek parçalayan bir çığlık attı. Ansızın kendine geldi ve ayağa fırladı. Hücreden dışarı çıkıp boş koridorda koşmaya başladı.

Yaratık tutsağın bileklerini çözüyordu. Derken ölü adamı elinden düşürürcesine yere bıraktı. Yavaş hareketlerle arkasını döndü ve hücrenin kapısına doğru yürüdü. Koridora çıkar çıkmaz, kaçan kızı insanüstü bir hızla kovalamaya başladı. Koşmuyordu. Tıpkı bir örümcek gibi bütün uzantılarıyla duvara temas ederek ilerliyordu.

Labirente benzeyen koridorda nefes nefese kalan Sunay her ne kadar mümkün olduğunca yön değiştirip hedef şaşırtsa da yaratıktan sonsuza dek kaçamayacağını biliyordu. Nereye saklanırsa saklansın kokusu yayılacak, Hansel ve Gretel masalındaki çakıl taşları gibi gittiği yolları ifşa edecekti.

Çok geçmeden adım atamayacak kadar bitkin düştü. Çaresizce duvara yaslanıp sonunu beklemeye başladı. O sırada gözüne malzeme dolabı ilişti. Demir kapaklı gömme dolabın anahtarı kilidin üzerinde sallanıyordu. Kalbi kaburgalarını kırarcasına atan kız tereddütle dolaba doğru ilerledi. Metalin soğukluğunu parmaklarının ucuyla hissettikten sonra dolabı açtı. İçeriyi kazarcasına boşalttıktan sonra arkasını döndü ve kendisini içeriye çekti. Cenin pozisyonunda ucu ucuna sığabiliyordu.

Sunay hesaba katmadığı bir durumla o anda yüzleşti. Dolap içeriden kilitlenemiyordu. Yaratığa karşı hareket alanını kendi eliyle daraltmış, kendisini ona altın tabakta sunmuştu. Yaptığı hatayı fark edince çıkabilmek için dolabın kapağını açtı.

Yaratığın dolabın önünde durduğunu ve sırıtarak onu izlediğini görünce cılız bir çığlık attı.

Sanki mümkünmüş gibi kendini geriye, dolabın içine doğru itmeye çalıştı. Duvar yarılsa, o da bu yarıkta kaybolsa memnun olacaktı. Sunay yaratığın kolunu içeri uzatıp onu çekmesini beklerken yaratık sakince dolabın kapağını kapattı. Anahtar takırdadı, kilit çalıştı.

İçeriden boğuk çığlıklar yükseldikçe yaratığın coşkusu büyüdü. Dehşetin seslerini piyano resitali dinler gibi dinleyen yaratık, arkasını dönüp sakince uzaklaştı.

Metruk apartmanın bodrum katının koridorlarında dolaştı. Her biri bir daireye tahsis edilmiş olan ve koridordan paslı demir bir kapıyla ayrılan bölmelerin birinden içeri girdi. Burası ilk tutsağının öldüğü bölmenin bir benzeriydi. Yerler cam kırıklarıyla kaplıydı. Ortada bir tabure, köşedeyse naylona sarılarak duvara yatırılmış boy aynaları vardı.

Yaratık aynalardan birini naylondan kurtararak taburenin karşısına kurdu. Kendisi de geçip tabureye oturdu. Yansımasındaki kıllı suratın ortasındaki konurca gözlerin içine bakarken hafızası kıpırdandı. Şuuru giderek insanlaşırken sol yanında bir acı duydu.

En fecisi de buydu, hastalık ve sağlığın arasında kaldığı, hayvanlaşmış bedeninde insani zihnine kavuştuğu anlar. Ihlamur çayının yağmurlu günlere benzeyen tadını anımsıyordu. Okulda, pencereye yakın sırada oturduğunu, büyük beden ceket giyip bir elinde bitki çayıyla ısınırken diğeriyle ders kitabını okuduğunu; yönetmeliğin izin verdiği kadar uzun kumral saçlarını, uzun zayıf bedenini, isminin “Deniz” olduğunu anımsıyordu. Bunlara asla bir daha kavuşamayacağını anımsıyordu.

Acı kıyastan gelirdi. İbn-i Haldun’un tespitine göre, insanı açlık değil, alıştığı tokluk öldürürdü. Başından beri hayatı zorluklar içinde debelenerek geçenler alıştıkları bu halde devam edebilir çünkü bu gücü edinmiş olurlardı. Peki güzel günlerini bir anda yitirenler dayanma gücünü ne ara, nasıl toplasın?

Deniz, aynaya baktığında bir yaratığın suretini görmeye dayanamıyordu. Değişmeyen bir tek gözleri kalmıştı. Eskisi gibi müzik eşliğinde saatlerce koşacak kadar hafif hissetmemeye; ağır, hantal ve öldürücü güç taşıyan bedenine; kilolarca et ve kemik yemeden dinmeyen korkunç açlığına alışamıyordu. Çoğu vakit dürtülerine direnecek iradesi ve aklı bulunmuyordu. Sadece bazen bir süreliğine bilinci geri gelir gibi oluyordu.

İşte bu kısacık sürelerde acı çekmek pahasına aynanın karşısına geçiyor ve kendi gözlerine bakıp zihnindeki, her seferinde daha da küçülen son insanlık kırıntısına tutunuyordu.

Türünün tarihindeki en büyük teknolojik atılımların yapıldığı yüzyılda yaşıyordu. Güneş Sistemi dışına insanlı seyahat düzenlenmiş, insansız fabrikalar yaygınlaşmıştı. Elde edilen refah eşit dağıtılamamıştı. Uçurum büyüdükçe büyüyordu. Bir tarafta “canlı binalar” denen doğayla iç içe lüks merkezlerinde yaşayan, beynindeki yongayla zevkleri birkaç kat yoğun deneyimleyen zengin kesim, diğer tarafta robotların işini elinden aldığı, tenekeden gettolarda hayatta kalmaya çalışan milyonlar vardı.

Deniz, bu iki kesimin de tam ortasındaydı. Araftaki umutlulardandı. Gece gündüz çalışıp rakiplerinden daha donanımlı olursa sınıf atlayabileceğine inandırılmış orta direktendi. Annesi ve babası, patronlarını memnun etmek için bütün gün çalışıyor ve her ay oğullarını okuttukları koleje bir servet ödüyorlardı. Öğrencilerini biyoloji, genetik mühendisliği, doktorluk gibi mesleklere yönlendiren lise seviyesindeki bu okulun mezunları iyi yerlere gelirdi. Çünkü biyoloji, hâlâ insanlara iş olanağı sunan nadir bilimlerdendi.

Deniz’in en sevdiği ders “mikroorganizmalar”dı, bu derste bakterilerin, tek hücrelilerin ve virüslerin yapısını öğreniyorlardı. Laboratuvarda bu minicik oluşumlarla bire bir çalışma olanağı buluyorlardı. Okulun depolarında tehlikeli virüsler de saklanır, öğrencilerin elektron mikroskobuyla onları gözlemlemelerine izin verilir ve güvenlik de çoğunlukla sağlanırdı.

Çoğunlukla ama her zaman değil.

Deniz’le “inek” diye dalga geçmekle başlayan akran zorbalığı, sınıftan iki kişinin hapis cezası alıp okuldan atılmasına neden olan virüs hırsızlığına kadar varmıştı. Deneysel virüslerden birisi laboratuvardan çalınmış ve açık yarasına sürme yoluyla Deniz’in vücuduna sokulmuştu.

“Kurt adam virüsü” diyorlardı. Bulaşı zordu, salgın yaratacak bir virüs değildi. Doğada görülmemişti. Aşı ve ilaç üretimi amacıyla laboratuvarda sentezlenmişti. Bilgisayar simülasyonları virüsün memeli hayvanlara ve insanlara bulaşabileceğini gösteriyordu. Kuduz gibi saldırganlık eğilimini artırıyordu ancak ölümcül değildi. Girdiği organizmayı her geçen gün daha da deforme ediyordu.

Okul yetkilileri nüfuzunu kullanarak olayı örtbas etti. Basına yansımasına engel oldular. Deniz’in annesiyle babasına tazminat ödediler. Deniz hastaneye yatırıldı, “deneysel” olan ama hiç denenmemiş ilaçlarla tedavisine çabalandı.

Vücudu her geçen gün daha da irileşti. Kılları çoğaldı. Avuç içleri ve ayak tabanları hariç, dış derisinin her santimetrekaresinde koyu renkli kalın tüyler çıkmaya başladı. Önceleri günde bir kere vahşet nöbeti geçiriyordu, sonra iki, sonra üç; derken gecenin çeyreğini insani bilincinden yoksun geçirmeye başladı, sonra yarısı, sonra üç çeyreği; kendisi olabildiği zaman dilimleri, elinde kırıntılar kalana dek küçüldü.

Doktorlar gün be gün dönüşen ve ölmek için yalvaran delikanlıya kof ceviz gibi bomboş umutlar veriyordu. Yalnızca çarkların döndüğü illüzyonunu sürdürmek için, Deniz’in ebeveynleri yeni bir dava açmasın diye. Sistemin, alt sınıfın haklı öfkesiyle, üst sınıfın korkusu arasına tampon olarak yerleştirdiği orta sınıfa verdiği umutlar da böyleydi. Orta direğin kaderi boş umutların loş ışığıyla aydınlanmaktı.

Nihayetinde hastaneden kaçtı. Gettoların yakınındaki metruk apartmana sığındı.

Her hafta gettolardan insan avlıyordu. Her hafta umudundan soyunmuş bir insanı sefaletinden ayırıyordu. Yiyecek bulmasının en kolay yolu buydu. Kenara atılmış insanların hayatı organik çöplerden daha ucuzdu. Yakaladığı birini oracıkta boynunu kırarak öldürüyor, sonra da kaldığı izbeye gidip kemiklerini kemiriyordu. Tekrar acıkana dek çıkmıyordu kaldığı yerden.

Kimse neden onu gelip almazdı? Hastaneye kapatmaya kalkışmazdı? Henüz sisteme tehdit oluşturmadığı için mi? Annesinin, babasının burada olduğundan haberi var mıydı? Bu soruların cevabını düşünecek hali de vakti de yoktu. Nefes almayı sürdürüyor, yemek yiyor ve insanlığının son ışıklarını korumaya çabalıyordu. Bir şarkıdaki gibi ne gülüyor ne kahkaha atıyor ne de yaşıyordu.

Virüs hırsızları Kaya ve Sunay, macera arayışıyla Deniz’in son halini görmek için metruk apartmana geldiğinde aradan bir yıl geçmişti. Sessiz sedasız gizlenmişti sabıka kayıtları, eğitim hayatlarına başka bir prestijli okulda devam etmekteydiler. Henüz reşit olmadıkları için bir yaz tatili boyunca hapiste kalmış, güzel havaları kaçırdıklarına üzülmüşlerdi.

Dedektif gibi iz sürüp hayatını mahvettikleri eski arkadaşlarını bulmadan önce aralarında iddialaşmışlardı.

“Kızım, sen hayatta gidemezsin oraya.”

“Niye ya? Giderim. Korkacak mıyım?”

Kahkahalar…

Canavar, git gel içerisinde, sözleri anlamasa da sesleri tanımıştı. Gelip alay eden, kızdırıp kaçmaya çalışan, aynı zamanda deli gibi de korkan ziyaretçileri tüylerini diken diken etmişti. Önce korkuya, sonra da biçimsiz bedenini yırtıp çıkacak somut bir öfkeye kapılmıştı.

İnsani ve canavar yanları ilk kez uzlaştı. İlk kez işkence yaptı. Kaya’ya, masum avlarına yaptığı gibi hemen öldürmeden, uzun uzun acı çektirdi.

Aynanın karşısında otururken konuşmak istedi. Ona virüs bulaştıran kişiye tek bir soru sormak istedi. Bu isteği güçlü bir şekilde duyabilmesine ve farkında olmasına şaşırdı. İyileşiyor muydu? Dış görünüşü değişmese bile içsel olarak tekrar eski Deniz olabilir miydi? Bir hışımla ayağa kalktı. Son ışık gitmeden… Son ışık yitmeden… “Neden?” diye sormalıydı.

Dolabın kapısını açıp eğildi, Sunay’ın yüzüne baktı.

Canhıraş bir çığlık attı.

Canavarın kükreyen çığlığına kızın tiz sesi karıştı. Sunay kendini dolaptan itip koşarak apartmandan çıktı. Boş arsada nefesi tükenene kadar koştu, ardından dizlerinin üzerine düştü.

Polis ekipleri metruk apartmana gelip onu bayıltıcı iğneyle etkisiz hale getirdiğinde, Deniz’in başı hâlâ yukarıdaydı. Ağzı çığlık atmak için açıktı.

Kayışlarla hastane yatağına bağlıyken kaderine karar verildi. Deniz’in hayatının tıbbi olarak sonlandırılması için ailesinden imza aldılar. Yatıştırıcılar damar yoluna verilmeden önce, son kez, hafifçe, inler gibi bir çığlık attı.

Babası kederini boğazına sakladı, sükunetle veda edebildi. “Hâlâ oradaysan, beni duyup anlayabiliyorsan, seni seviyorum oğlum.” dedi.

Çıldırmış gibi “Görmüyor musunuz, hissediyor! Bilinci yerinde. Ben anneyim, tanımaz mıyım oğlumu? İmzayı geri alıyorum. İznimi geri alıyorum. Bırakın oğlumu. Bırakın!” diye bağıran anneyi doktorlar dışarı çıkardı.

Metruk apartman yıkıldı. Molozların arasında çığlıkların ve mutsuz bitmiş bir öykünün izleri kaldı. Alttakiler, tenekeden evlerinden, üsttekilerin pırıl pırıl gökdelenlerini seyretti. Ortada kalanlara birileri, gündelik boş umut istihkakını dağıttı.

Gizem Çetin

Adım Gizem Çetin. 1997 yılında Uşak’ta doğdum. 2008 yılında memleketimiz olan Konya’ya taşındık ailecek. 2013 yılında Meram Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İsyancı adında bir bilim kurgu romanı yazıyordum, bu tamamlanmış ilk çalışmam olacaktı: daha sonra Üç Kentin İsyancısı adıyla internette yayınladım. 2014 yılında Wattpad’de hesap açıp yazdıklarımı okurlara ulaştırmaya başladım. 2015 yılında Papatya Tarlasında Rönesans‘ı yazmaya başladım. Üç yılın ardından Başlangıç Yayınları’ndan çıktı. 2017 yılında yedi kitaplık bir bilim kurgu roman serisi olan Yedi Mum serisini yazmaya başladım. Üç yıl içerisinde, yani 2020 yılında tamamlandı. Aynı yıl TOBB ETÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Şu an özel bir firmada çalışıyorum. 2021 yılında Yedi Mum Serisi'nin ilk ve ikinci kitapları olan Yedinci Mum ve Altıncı Mum, Nar Ağacı Yayınları'ndan çıktı. 2023 yılında ise Beşinci Mum çıktı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Tarzınıza az çok alışmaya başladım. Önce bir olay örgüsü seriyorsunuz, sonra da bu olayların sebeplerini / öncesini anlatıyorsunuz. Önceki bir kaç öykünüzde de aynı tarzı kullanmıştınız. Bu bir eleştiri değil, sadece bir tespit.
    Öykülerinize gri, uğursuz bir ton hakim. Bu öyküde ise grilik siyaha doğru kaymış durumda. Uğursuzluğun dozunu ise oldukça artırmışsınız. Ben bu tarzı oldukça severim ve bu öykü benim açımdan oldukça başarılı bir öykü. Kaleminize sağlık.
    Öyküdeki İbn-i Haldun referansı tarihle/felsefeyle ilgili biri olduğunuzu da gösteriyor. Ve tabii ki Türkçe’yi kullanma becerinizi tebrik ediyorum.
    Not: “Hissettiği dehşetten dolayı fark etmeden örgülerini asılıyordu.” Sadece bu cümleyi anlayamadım.

  2. Çok teşekkür ederim güzel yorumunuz için. :slight_smile:

    Şöyle hayal etmiştim. (Hızlı çizince biraz cin alimsi oldu :smiley: )

  3. “…örgülerine asılıyordu.” Bir harf hatası cümleyi eksik bırakmış. :slight_smile:

  4. İnce iş, daha çok dikkat etmeliydim :slight_smile:

  5. Minik bir hata, olur böyle şeyler. Öykünün güzelliğinin yanında adı bile anılmaz aslında ama gene de haberiniz olsun istedim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for hayalperest44 Avatar for acimatriyarka