Öykü

Sınırdaki Dehşet

Üstü başı çamur ve kan içindeydi genç Kitbuga’nın. Ömründe belki yirmi kış görmemişti. Ama gözlerinde, taş döşeli geniş avluyu yanında iki muhafızla geçerkenki yürüyüşünde yılların yorgunluğu saklıydı. İki muhafızdan iri olanı avlunun sonundaki siyah renkli kesme taş binanın kapısından içeri girdi. Kısa bir tekmil verip dışarıdaki Kitbuga’ya içeri girmesini söyledi.

“Gel bakalım, evlat” dedi masanın arkasındaki adam. “Gel, şöyle otur.” Masanın önündeki tabureyi işaret ediyordu. “Biz de seni bekliyorduk.”

Kitbuga çekinerek oturdu ve etrafına baktı. Köşedeki şöminenin içinde yanan ağacın reçinesi tüm odayı sarmıştı. Sağındaki geniş pencereden güzün son güneşi içeri vuruyordu. Pencere önünde asık suratlı, kır saçlı bir adam okumakta olduğu kitabı kapatıp duvardaki nişlerden birine koydu. İfadesiz gözlerle Kitbuga’yı incelemeye başladı. Arkasında, kapının yanına yaslanan, beline kıvrık süvari kılıcı kuşanmış genç adamı ise en son fark etti.

Onu davet eden Sancakbeyi Terek idi. Bir yara izi sağ kaşından aşağı iniyor, adeta yüzündeki ciddi ifadenin altını çiziyordu. Kırk yaşlarında, orta boylu, yapılı bir adamdı. Duruşundan, konuşmasından, tavırlarından emretmeye ve sözünün dinlenmesine alışık olduğu belli oluyordu. Genizden gelen sesiyle konuşmaya başladı.

“Bu dağların” dedi elini sola, şehrin yaslandığı dağ sırasına doğru sallayarak “ bu uç beyliğin, yani İmparatorluğun sınırlarını çizdiğini biliyor muydun, Kitbuga? Kuzeyden güneye doğru aman vermeden uzanır. At sırtında iki hafta yolculuk etsen öte yana geçecek güvenli bir geçide belki ulaşabilirsin. Bu özelliği de Karaorman Dağları’nı doğal bir sınır yapıyor. Hiçbir ordu bu dağları kolay kolay aşamaz.” Durdu ve soğuk bir gülümsemeyle “Tabi bu denemedikleri anlamına gelmiyor.” Diye ekledi. Ayağa kalkıp şöminenin önüne geçti.

“Herhangi bir şey ekemeyeceğin kadar sert bir iklimi, daha da sert bir eğimi var. Ama, nedenini Tanrı bilir, bu kaya yığınlarının arasından çam fışkırıyor. Haydutlara, eşkıyalara, yolkesenlere ve başka türden tehlikelere de ev sahipliği yapıyor. O tehlikelerden biriyle karşılaşmışsın.”

“Ee.. Evet, beyim. Karşılaştım,” dedi Kitbuga.

“Karşılaşmış ve hatta öldürmüş, Togun” dedi Terek pencere kenarında oturan adama hitaben.

Togun Kitbuga’ya dik dik bakıp homurdanarak “ve hayatta kalmış,” dedi.

Terek şöminenin ateşine sırtını dönüp Kitbuga’ya baktı. “Ve hayatta kalmış… Bu dağların gölgesinde ancak sizin kadar zorlu insanlar yaşayabilir, Kitbuga. Ben buna inanıyorum. Burada yetişmiş bir insanı yüz kişi arasından seçebilirsin. Vücut yapısından veya güneşin ve ayazın kararttığı teninden bahsetmiyorum. Gözlerinden, genç adam. Zorlu bir adamı bakışlarından anlarsın. Hayatın sunabileceği her tehlikeyle sınanmış bir insanın çevresine, olaylara ve insanlara bakışı değişir. Bu diyarlar bir demirci ustasının cevhere şekil vermesi gibi işliyor insanı. En harlı ateşlerde döverek, haddeleyerek, en soğuk sularda tavlayarak en sağlam çeliği; yani senin gibi adamları veriyor bu dağlar.”

Kitbuga ani övgü seli karşısında sersemlemişti. İçine ufak bir şüphenin karıştığı böbürlenmeyle tabure üzerinde daha dik oturmaya başladı.

“Anlat bakalım,” dedi Terek masanın arkasına geçip oturarak, “serüvenini duymak isteriz.”

“Serüven nedir, beyim?”

“Yaşadıkların, Kitbuga. Temirkırnağı nasıl avladın? Zehirli pençelerinden nasıl kurtuldun ve en önemlisi çığlığını duyup da aklına nasıl mukayyet oldun? Hepsini bilmek istiyoruz.”

Kitbuga bir an durdu. Tereddüt ederek anlatmaya başladı. “Beyim, benim köyüm bu yaratıktan çok zulüm gördü. Yaz boyunca koyunlarımıza dadanıp, kışın ağıllarımıza girip ne kadar canlı bulursa hepsini öldürdüğü oluyordu. Bazı geceler çığlığının yankısını dağlardan duyardık. Bir zaman sonra köyün sınırındaki büyük ağacın dibine, alsın da köye bulaşmasın diye bir iki koyun bağlar olduk. Geçen gece de aynı çığlığı duyduk. Koyun bağlama sırası bizdeydi. Babam ve amcam ağacın dibine hayvanları bağlayıp dönmüşler. Ama kurtlar Temirkırnak’tan önce davranmışlar.”

“Beyim,” dedi Kitbuga sesi kısılarak, “O yaratığın çığlıklarıyla delirmiş olan adamları görmüştüm. Ben de baş ucumdaki mumu ezip kulaklarıma tıktım ve saklandım.” Kitbuga iç çekti ve önüne baktı. “O gece ağıllarımıza girip bütün hayvanları telef etmiş. Babam elinde kılıçla, dedem ve amcam da mızraklarla karşısına çıkmış.” Genç adam elindeki kan izlerine bakıp durakladı.

Kitbuga gözlerinde soğuk bir öfkeyle Terek’e döndü. “ Onları çığlıklarıyla delirtmiş, beyim. Babam delilik anında dedemin karnına kılıç saplamış. Dedemin ölmesi yarım saati bulmuş. İhtiyar dedem ölürken hâlâ kahkaha atıyordu. Babam ve amcam ise kendi kafalarına, kulaklarına taşlar vurarak öldürmüşler.”

“İntikam istedim beyim,” dedi Kitbuga sıkılı yumruğuna bakarak. “Kan beynime sıçramıştı. Atalarımın mezarı üzerine kanımı akıtıp ant içtim. Korkup saklandığım için kendimden nefret etmiştim. O yaratığı bulup karnını deşmek istedim. Babamın kılıcını, kalan mızrakları aldım. Parçaladığı koyunlardan birinin postunu yüzüp yanıma aldım. Komşulardan kandil yağlarını istedim. Vermeyenden de çaldım. Kalan paramla da iki koyun satın alıp dağın yolunu tuttum. Dağda pusu atmak için güzel bir yer buldum. Kokumu alamasın diye yanıma aldığım postu üzerime attım. Kandil yağını bir ağacın üzerine kovayla bağladım. Altına koyunlardan bir tanesini bağladım. Diğerini de biraz uzakta, rüzgarın güçlü estiği bir noktada kestim. Kanlarını etrafa saçtım ve pusu attığım yere döndüm. Kulaklarıma mum tıkalı halde beklemeye başladım.”

“Gece ayaz çöktüğü vakit geldi, beyim. Devasa bir yaratıktı. Ay ışığında dört ayağının üzerinde yürüyordu. Küt burnuyla havayı kokladı. Sarı dişlerini göstererek yalandı ve ipini çekiştirip bağıran koyunun yanına geldi. Pençesini kaldırdığında ağacın tepesindeki kandil yağını tuzak ipini keserek üzerine boca ettim. Temirkırnak ürküp geriye sıçradı, beyim. Ama yağ koyunla ikisine de bulaşmıştı. Ben de vakit kaybetmeden kavla tutuşturduğum yanan okları üzerine attım. İlk ikisini tutturamadım. Ama üçüncüsü isabet etti.” Kitbuga daha dik oturdu. Gözlerinde gurur vardı. Devam etti.

“Koyunla beraber alev aldılar. Çığlığı bana, kulağımdaki mum sayesinde işlemedi. Ama acıyla kıvranıyordu, beyim. Mızraklarımı alıp yanına koştum. Alev almasına rağmen hâlâ çevikti. Arka ayaklarının üzerinde yükseldi. Delirmiş gibi pençelerini savuruyordu, beyim. Kenara çekilip mızrakla ayak kirişlerinden birini kestim. Tekrar çığlık attı. Gözlerim bir an kararır gibi oldu. Yaratığa fırsat vermeden mızrakla bir daha saldırdım. Bu sefer sol ön ayağından yaraladım. Topallayarak geri çekildi ve birden üzerime atladı. Beyim, zebani gibi üzerime çöktü. Ben sendeleyip mızrağın dibini yere gömdüm. Mızrak yaratığı delip geçti. Ama yine de devrilmedi. Ben de kılıcı çektim. Sendelemeye başlamıştı. Pençesini güçsüzce savurduğunda kılıçla karşıladım. İkinciye savuruşunda sağ kolunu da kestim ama koparamadım. Uzaklaştım. İyice halsiz düşmüştü. Sonra yaklaşıp boynunu vurdum. Kafasını da ispat olarak köye getirdim. Sizin erleriniz de ertesi günü köye geldi.”

Terek ilgiyle dinledi. Elini masaya vurarak Togun’a döndü. “Aynı masallardaki gibi, Togun. Öyle değil mi? Ailesinin intikamını alan, cesur genç…” Kitbuga’ya döndü. Müşfik bir gülümsemeyle “Peki ne zaman öldürdüğünün sadece bir yavru olduğunu anladın?”

Kitbuga şaşırmıştı. “ Yavru mu, beyim?”

“Yavru ya… Çok büyük de değil üstelik. Onlarca yıl sonra ortaya çıkan tek yavrularıydı. O yaratıklar bu dağlarda tesadüfen ortaya çıkmadı, Kitbuga. Bu büyüklükte sınırı korumak kolay bir iş değil. Atalarım yüzlerce yıl önce onların tohumlarını attı. Büyük bir özenle sayılarını kontrol altında tuttu. Bu dağları aşmak isteyen tüm akıncıların, orduların korkulu rüyasıydı Temirkırnaklar. Demirden sağlam zehirli pençeleri, iri sarı gözleri, uzun gövdeleriyle her çocuğun yatağını ıslatma sebebiydi.” Terek önündeki afallamış genç adama baktı. “Ve sen de gittin onların kalan tek yavrularını öldürdün.” Terek ayağa kalktı. Bakışları sertleşmiş, sesi soğuk ve buyurgandı. “Senin aldığın intikamın karşılığı olmayacak mı sanıyorsun? Çok matah bir şey yapmış gibi kellesini de evinin kapısına asmışsın! O yaratıklara işaret ateşi yaksan daha az dikkat çekerdin!”

“Be… beyim ben… Ben bilemedim. Gözüm kararmıştı. Babamı, amcamı öldürdü. Dedemi öldürdü o.” Çaresiz bir farkındalıkla bir Togun’a bir Sancakbeyi Terek’e bakıyordu.

“Dedeni baban öldürdü. Sonra da amcanla beraber kendi canlarını almışlar. Az önce sen kendin söyledin.”

“Ama beyim, o canavarla savaşmalıydık! O yaratıklar bize zulmediyordu.”

“O yaratıklar bizim için sınırı koruyordu. Köyünüze bırakılan emirlerden bihaber misin sen? Onlara dokunulmayacaktı! Bu dağların ardındaki şeylere karşı tek korumamız o canavar dediğin şeyler. Sen de gidip onların yavrusunu katlediyorsun.” Yumruklarını masaya dayayarak eğildi Terek. Dişlerini sıkarak konuşmaya devam etti.

“Bütün köyünü ölüme mahkum ettin, Kitbuga. Ama bu gece, ama bir ay sonra mutlaka geleceklerdir. Geldiklerinde ise ne bağladığınız koyunlar onları durdurabilecek, ne de paslı kılıçlarınız. Çıkarın şunu buradan!” Kitbuga’nın arkasındaki adam kapıyı açıp muhafızları içeri aldı.

Kitbuga kekeleyerek muhafızların kollarında odadan çıkartılırken dehşetle Terek’e bakıyordu. Terek ise çoktan Togun ile konuşmaya başlamıştı.

“Ne yapabiliriz, Togun? Sınır boyunca gözcü çıkarıp takip mi edelim? Köyü mü boşaltalım?”

“İlk yapılacak şey köyü boşaltmak olmalı. Ama onları avlayamayız. Hepsini birden üstümüze çekeriz.”

“Zaten dağların öte tarafındaki her demirci ocağında kılıç, mızrak dövülürken böyle bir şey yapamayız. Bu dağların Temirkırnaklardan temizlendiğini öğrenirlerse…”

“Öğrenmeyecekler,” dedi Togun.

Terek şöminede yanan ağaca baktı. Kıvılcımları bacaya doğru yükseliyordu.

“Dağların kabusu diyorlar bunlara,” dedi Togun ayağa kalkarak. “Ünlerini hak etsinler diye özellikle uğraştık. Bu sınırlardaki dehşet, bu deli yaratıklar…” Kafasını iki yana salladı. “Bu dağlara korku ektik, beyim. Yıllarca bunun hasadını düşman akıncıları aldı. Her baharda nehir taşkınları bu adamların en az iki üç tanesinin çürümüş cesedini kusar. Bizim payımıza da elbet bir şeyler düşecekti. Bence bu kaçınılamaz bir sonuçtu. Köylüye ormandan uzak durmasını ne kadar emredersen emret, bir yerden sonra onlar bildiğini okuyor. Baharın sonuna doğru tükenen erzakları, yeni ekilen ve henüz yetişmemiş ekinleri derken geceler boyu aç yatıyorlar. Açlıkla savaştıkları her gece onlara yaratığa bıraktıkları koyunları hatırlatıyor. Açlık, beyim, imparatoru bile tanımaz. Bu kadarla sıyırdığımıza şükretmeli ve önümüzdeki soruna bir çare düşünmeliyiz.” Togun çenesini kaşıyıp “Aslında bu durumdan kurtulmanın bir yolu olabilir,” dedi.

Terek şömineden pencere kenarına doğru yürüdü. Isıtmayan güz güneşiyle yıkanan avluya, Kitbuga’nın götürüldüğü zindanlara inen merdivenlere açılan kapıya baktı. “Açıkla,” dedi.

“Çocuğu ormana bağlayalım. Dibine de aldığı kelleyi koyarız. Belki oğlanı alırlarsa sakinleşir, bizlere saldırmazlar.”

Terek bir süre düşündü. “Togun,” dedi kısık sesle. “Bu benim bile aşmak istemeyeceğim bir sınır.”