Öykü

Cânâver-i Bî-Rûh

Kahire şehir merkezinde yürümekte olan Osmanlı sarığı giyinmiş adama aşina olan çarşı esnafı görür görmez yüzlerinde bir tebessümle onu selamlıyordu. “Salamunaleykum” ve “aleykumsalam” gulgulesiyle yoluna revan olduğu çarşıda burnuna çarpan envai baharatın oluşturduğu rayiha ona bir zamanlar ölüleri tahnitleyen mumyacıların parçası olduğu medeniyetin kalıntıları üzerinde tayy-i zaman eyleyerek mistik bir seyahata çıkmış hissi veriyordu. Rüyasında “Seyahat ya Resulullah” diye dili sürçtüğünden beri Devlet-i Âliyye’yi köşe bucak geştügüzar ediyordu.

Baharat çarşısını geçer geçmez saptığı kumaş ve giyim çarşısında uzun elbiseler ve tuniklerle telebbüs etmiş her yaştan kadının gökkuşağını andıran kumaş ve kıyafet cümbüşünün içinde salınışları gönlüne letafet veriyordu. Baştan ayağa örtülü olsalar da kıvrımlarını belli eden elbiselerinin içindeki dişilikleri hissedilebiliyordu. Fakat, ahlaki ve dini kaidelerin aile ve topluma biçtiği değerlere istinaden zihninie üşüşen şehvani duyguları bastırarak hızla oradan ayrıldı.

Birbirlerine rabıtalı çarşılar arasında revan olup Nil Nehri gibi akıp giderken hem yerel ürünlerin hem de başka diyarlardan gelen malların sergilendiği dükkânlardan mürekkep yolda dizlerine kadar giydikleri tuniklerle ve gömleklerle oradan oraya koşturan yahut alışverişte pazarlık eden sarıklı erkeklerin sebep olduğu uğultuyu ardında bırakmak için adımlarını hızlandırdı. Farklı coğrafyalardan gelen tüccarların farklı farklı sardıkları ve envai renkteki sarıklardan oluşan kalabalık, çarşıların sosyal etkileşimin merkezi olduğunu ortaya koyuyordu. Hem yerel halk hem de farklı kültürlerden gelen tüccarların dükkân önlerine atılan iskemlelerde sakin olup hasbihal ettiklerini, Dersaadet’te vuku bulan son hadiseleri konuştuklarını da duyabiliyordu.

Divit, hokka ve aharlı kâğıtlardan oluşan yekununu taşıdığı heybesini yanındaki iskemleye bıraktığında yanına sokulan kahveciden soğuk şerbet isteyerek mekânı seyre koyuldu. Berberilerden ve Araplardan müteşekkil yerel halkın toplumsal bağları ve ilişkileri güçlendirmek adına her Allah’ın günü burada buluştuklarına hep şahit olduğundan tüm simalar ona tanıdık geliyordu.

Neşeli vakit geçirdikleri ve eğlendikleri sohbetlerinin yanında makrup, tavla, satranç, mi’raj, kâğıt ve zar oyunlarıyla kendi hâllerinde eğleşenlerin arasında bir sima gözüne battı ki yerel halktan olmadığı hemen anlaşılıyordu. Hırpani görünüşünün yanı sıra gözlerindeki keskin soğukluk sıcak Kahire öğleninde ruhunu üşüttü. Adam, gözlerini hiç kırpmadan ona bakıyordu. Bu göz temasından rahatsız olduğundan heybesinden tahrir ettiği evrakları çıkararak kıraat etmeye koyuldu.

Birkaç gece önce davetlisi olduğu bir Mısır eşrafının evinde ‘afrit’ diye adlandırdıkları cinler hakkında dinlediği acayipliklerden ve garaipliklerden sonra ilk kez bu kadar korktuğunu duyumsadı. İnsanlarda birlikte yiyip içen ve onlardan zürriyet sahibi olan cinlerden açılan bahis acayip bir hikâye ile devam etmişti. Günün birinde yerde tepinen bir çocuğun akşam uyumak için odasına çekildiğinde karşısına bir cinin çıkması ve cinin onun gözlerini çıkarmak için saldırdığıyla alakalı hikâyeyi merakla dinlemişti. Zira çocuk yerde tepinirken onun çocuklarından birinin başını yarmıştı.

Akşamın ilerleyen saatinde bardağından yere dökülen işretiyle ev sahipleri heyecanla “Destûr yâ mubârekîn” diye atılınca şaşırmıştı. Nitekim toprak altında yaşan cinleri kızdırmamak adına onları ikaz etmek için böyle yaptıklarını öğrenince bir hayli şaşırmıştı. Berberi atalarından kalan harabelerde yılan şeklinde görülen afritlerin hikâyelerinden kuleler gibi yukarıya doğru uzanan kum girdapları oluşturan cinlerin hikâyelerine kadar birçok garaiplikler ve acayiplikler dinlemişti.

Zihnine üşüşen bu ürkütücü hikâyeleri zihninden savuşturarak Kahire’nin çeşitli camilerini, çarşılarını, hanlarını, türbelerini ve diğer önemli yapılarını tasvir ettiği varakaları kıraat etmeye devam etti. Çok geçmemişti ki kahveci ona soğuk şerbetini getirerek diğer misafirleriyle ilgilenmek için hemen koşturmaya başladı. O esnada gözünü evraklarından bir anlığına ayırıp yabancının olduğu tarafa baktığında yerinde yeller esiyordu.

Tir-baran bakışlarıyla gönlünü delik deşik eden yabancının ortadan kaybolmasıyla gönlü ferahlamıştı ki yanı başından duyduğu hırıltılı bir “Selamünaleyküm” lafzıyla sırtındaki tüylerin tuniğini ve kaftanını ok gibi deldiğini sandı. Sarığının altında terleyen saç derisinden süzülen birkaç ter katresi kaşlarına doğru iniyordu.

“Ve aleykümselam.”

“Siz şu esnafın bahsettiği meşhur seyyah olmalısınız. Duydum ki Dersaadet’ten gelir imişsiniz.”

Adamın gözlerindeki delici bakışların yumuşadığını görünce seyyahın da gerginliği yavaş yavaş izale oldu. Fakat soluk göz bebekleri ve cildinin solgun rengi ona hâlâ biraz biraz ürperti veriyordu:

“Adım Derviş Mehmed Zillî’dir.”

“Duydum ki seyahat ettiğin yerleri tasvir eder, duyduğun rivayetleri kaydedermişsin.”

“Alâ, doğru işitmişssiniz.”

Yabancı bunun üzerine hemen yanındaki iskemleye kuruldu:

“Benim de anlatacaklarım vardır, dinler ve tahrir eder misin? Pek dehşetli bir hikâyedir.”

Derviş Mehmed, korkusunu bir kenara itip iyiden iyiye meraklanmıştı:

“Kimsin, burada ne iş görürsün? Nedir anlatacağın?” diye sorduğunda her kelimesinin insanı yavaş yavaş öldüren bir burudetin bedenine nüfuz eden tayflar olduğunu hissediyordu.

* * *

21 Şevval 996

Mombasa, Kenya

9 Muharrem 908 tarihinde Portekiz Donanması ile Mombasa Sultanlığı arasında gerçekleşen bir deniz muharebesi sonucu Portekizlilerin eline geçen Mombasa şehrinde İsevi tüccarların Müslüman ahaliye olan tecavüzleri gün geçtikçe artmıştı. Portekizli denizci Dom Lourenço de Almeida’nın komutasındaki Portekiz Donanması ile Mombasa Sultanı Melinde Ali Bey’in komutasındaki Mombasa Donanması arasında gerçekleşen savaşta sultanın mağlubiyetinden çok sonra Mısır ve havalisinin Osmanlı tarafından fethedilmesiyle Müslüman ahali, onlardan yardım istemeye karar verdi. Emir Ali Bey, küçük bir donanmayla 993/994 senesinde Mombasa’ya gelip Portekiz güçlerini alt ederek bir süre bölgedeki Müslümanlara ve onların ticari faaliyetlerine nefes aldırmıştı.

Şiddetli hararetin tesir ettiği bir iklimin etkisi altında yer alan bu şehir, sıcak ve nemli bir havaya sahip olup beyaz kumlu sahili, turkuaz renkli bahri ve palmiye ağaçlarıyla çevrili bir cennet bahçesi görünümü arz etmekteydi. Arap, Hint ve Swahili kültürlerinin meczolduğu yerleşim bölgeleri, kaleleri ve camileri ile göz doldurduğu muhakkaktı. Canlı pazarlara sahip olup balıkçı köyleri ile de civarda oldukça meşhurdu.

Yemen Beylerbeyi Hasan Paşa’nın emriyle Mombasa’ya gelen Emir Ali Bey, Müslüman halkı müdafaa etmek adına beş seneyi aşkın Portekizlilerle cenk etmekte idi. Bahr-i Hind’de ticari çıkarı zedelenen Portekizli tüccarlar ve denizciler, Thomas da Sousa Cochinço komutasında 18 Portekiz sefinesinden oluşan donanma ile Goa’dan yola çıktı. 21 Şevval 996’da Mombasa’ya vasıl olduklarında az sayıdaki Osmanlı sefinelerini ateşe verdiler.

Emir Ali Bey, bunun üzerine askerlerine Mombasa Kalesi’ne ricat emri verdi. Fakat Thomas da Sousa Cochinço emrindeki Portekiz neferlerinin önceden Zimba Kabilesi ile anlaşıp Mombasa’nın etrafını sardıklarından habersizdi. Leb-i deryadan saldıran Portekizz donanmasından sakınırken insan eti taam eden Zimba Kabilesi’nin mızraklarla donanmış neferleriyle karşılaştıklarında neye uğradıklarını şaşırmışlardı.

Emir Ali Bey’i ve emrindeki Osmanlı askerini dehşet-engiz hislerle tarumar eden asıl şey bu vahşi kabile neferlerinin görünüşü idi. Solgun siyah derilerinin içinde göz bebekleri solmuş ve aklarına şeytani bir kızıllık oturmuştu. Köpek hırlamalarına benzer nidalar yükselen leblerinin arasında görülen çürük dişleri çarpık çurpuk hâlde idi. En fenası ise devirdikleri askerlerin boyunları başta olmak üzere vücutlarının envai yerlerinden ısırıklar alarak onları taam etmeye başlaması mı yoksa ısırarak ruhunu teslim aldıkları neferlerin de bir süre sonra ayağa kalkıp birer cânâver-i bî-rûha bürünüp onlarla birlikte kendilerine saldırması mıydı karar vermek güçtü.

Muharebenin sonunda Emir Ali Bey, yaralı bir hâlde kendini güç bela Somali’deki Mogadişu’ya atmıştı. Bir süre köylülerce hıfzedilip bakılsa da birkaç gün içinde o da şehadet şerbetini içmişti. Ertesi gün, köylüler onu defnetmek için yattığı kamış ve sazdan yapılma çadırına geldiklerinde ortadan kaybolduğunu görmüşlerdi.

* * *

Derviş Mehmed Zillî, duyduğu acayip rivayet karşısında donakaldıktan bir müddet sonra aklına takılan bir husustan ötürü zihninde şüphe bulutlarından balkıyan şimşekler boşanıyordu.

“Amma biz Emir Ali Bey’in esir edilip Lizbon denen şehirde zapturapt edilerek hapsedildiğini işitmiştik. Sen bu rivayeti nereden bilirsin?”

Yabancı, iskemleden kalkıp libaslarını düzelttikten sonra seyyaha alaycı bakışlar atıp nikabını aralayınca sırıtan iki buz parçasını andıran leblerinin arasından çürük dişleri meydana çıktı:

“Derviş Mehmed Zillî, inan olsun ki bunu öğrenmek istemezsin. İşte, sana dehşet-engiz bir rivayet aktardım,” dedikten sonra masanın üzerinde duran evrakları göz ucuyla işaret etti:

“Artık tahrir mi idersin kendine mi saklarsın gayrısını sen bilirsin.”

Yabancı nikabını örtüp ardını dönerek payine tiz-reftar olarak oradan ıramaya başladığında seyyahın dudakları duyduğu şeyler sebebiyle Sahra Çölü’ne nazire yaparcasına kupkuru kesilmişti. Göz bebeklerinde ise Emir Ali Bey’in yıllar evvel ruhunu teslim eden bedeninin uzaklaşan aksi görünüyordu. Bu bî-rûh cânâverin nereye revan olduğunu ise ancak Allah bilirdi.

Bünyamin Tan