Öykü

Evliya Çelebi ve Metal Canlılar

Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun kesilmesinin çok kısa bir süresinin ardından o asil canlı, suya karşı doyumsuzluğunu yere nazaran, bir tık daha derin olan ve içinde şu birikintisi ile gidermek üzere adımlarını attı. Bu sefer dörtnala gitmiyor, onun yerine kuyruğunu yavaş adımlarla, kuyruğunu sallaya sallaya rahat, acelesiz bir pozisyonda hedefinin bulunduğu yere intikal etti.

Sahibinin o kadar rahat olduğu söylenemezdi. Normalde yağmur sonra açan havanın doğa ile karışan ve mis gibi koku yayan oksijeni paha biçilemez olsa da bu defa yağmurun yağışı kendisi için çok hayırsızlığa vesile olan bir durum olmuştu. Yazdığı yazıları olsun, çizip tasarladığı haritaları olsun, keşfettiği olağanüstü yerlerin kanıt niteliğinde tutmuş olduğu belgeleri olsun büyük bir hasara uğramıştı. Gerçi bu kendisi için ilk denemezdi. Bu sebeple geri dönüşü olamayacak şekilde kaybettiği yazı ve çizimleri de olmuştu maalesef. Ama sonuçta Evliya Çelebi olmak kolay bir şey değildi.

Evliya, kana kana şu içmekte olan atına yavaş ve sakin bir biçimde bindi. Daha gideceklerini uzun bir yol vardı. O yüzden fazla yormak istemiyordu atını şimdiden.

Yola çıktıkları yerden az gidip uz gittiler. Tabi dere tepe düz gittikleri de söylenemez. Özellikle kıvrımlı yollar, dönemeçli yerler söz konusu olunca… Böyle yerlerde temkinli olmak gerekirdi. Evliya Çelebi gibi kültürlü ve bilge bir insan dahi olsanız temkinsizlik ufak tefek kazalara sebebiyet verebilirdi. Bir dağ yolundan dönerken yapılan manevra Evliya ve bu asıl atın yoldan çıkıp taşlı tümsek alandan kaymasına ve düşmesine sebep olmuştu.

Birden gözleri hemencecik açıldı. Uykudan uyanır gibi olduğu pek söylenemezdi. Uykudan uyanıklığa geçmek her zaman gözlerin yavaş ve ufak bir biçimde açılması ile olurdu. Bu durum pek de öyle değildi. Evliya’nın o gözleri çok anı ve beklenmedik bir biçimde açılmıştı. Öyle ağır bir kazadan sonra ölmüş olması gerekirdi. Hayatta kalsa bile fazlasıyla acı içinde olması veya felç geçirmesi gerekiyordu. Ama eskisinden daha sağlam hissediyordu. Artı olarak etraf kısmen karanlıktı. Etrafı daha da incelendiğinde etrafta birileri vardı. Ama bunlar insan değildi. Hayvan falan da değillerdi. Çok garip şekilli olan ve vücutları onlara çok benzeyen bir şeydi.

Yoksa… Tabi ya, ölmüştü! Kendisi muhtemelen öbür dünyadaydı. Karşısında duran bu canlılar da öbür dünyanın melekleri olsa gerekti. Etraftaki meşaleye benzeyen aletlerin olması ve bunların ateş bulunmadan çalışıp, bir de üstüne beyaz ışık saçması…

Birden kendisinin; havada duran ve elips şeklinde olan kenarları ise metalden olan ve mavi parıldayan ve ışık saçan bir platformun üzerinde olduğunu fark etti. Gerçekten de mahşer dünyasının, gerçek dünyadan çok daha ileri bir yeniliğe sahip olduğunu düşündü Evliya.

Yalnız bu melekler çok yapay gelmişti Evliya’ya. Kendileri sanki et parçasından değil de metalden yapılmış gibilerdi. Kafaları; insan kafasına benze de onlarınkine nazaran bir tık daha büyük ve daha köşeliydi. Açık gri tonda bir renge, daha ince bacaklara, daha çok kare şeklinde parmaklara, sürekli renk değiştirebilen ve ışık saçan gözlere sahiplerdi.

Evliya kendine gelir gelmez, üzerinde yatmış olduğu elips platform aniden ses çıkarmaya başladı. Bir ördek vaklaması ve bir horozun sabah vakti ötme sesinin bir karışımı idi sanki.

Bu tuhaf sesi duyar duymaz metal canlıların dört tanesi Evliya’ya doğru yürüdü. Birbirlerine bakıp garip garip sesler çıkarmaya başladılar. Evliya ne dediklerine anlam veremedi.

“Meleklerin farklı bir dili mi var?”

Bu metal canlıların duraksayıp birbirlerine baktılar. Bu canlılardan birden tuhaf sesler çıktı ve hepsinin gözleri yanıp sönmeye başladı. Ardından aralarından bir tanesi öne çıktı. Etraftaki diğer metal canlıların çoğu açık gri iken, azınlık bir kısmın da beyaz renkte olduğunu fark etti. Bunlar heralde diğerlerine göre daha statülü ve nitelikli olanlardı. Öne çıkanı ise o beyaz olanlardan biriydi. Birden o tuhaf, metal, beyaz canlıdan o ses çıktı. Sesi sanki bir boruya ağzını tutup konuşuyor gibiydi.

“Dil algılandı… Osmanlıca… Gezegen; Dünya, Irk; İnsan…”

Evliya, yavaş yavaş karşısındaki canlıların, melek olmadıklarını düşünmeye başlıyordu. Bunlar sahiden de metalden bir canlı grubuydu. Destanlarda ve mitolojilerde yer alan hikâyelerdeki olağanüstü güçlere sahip yaratıklara benzeyen türlerdi.

Arkada duran metal yaratıklardan biri biraz daha öne geldi.

“Şaşkınlık ifadesi var… Bizim türümüz ona yabancı şef… Şuan şokun… etkisinde… olsa gerek.”

Şef olan metal canlı söze girdi.

“Tabi ki… O dünyalı bir insan çünkü. Bizim inovasyonumuzun… çok… çok… çok… çok… ge-ri-sin-de…”

Evliya şaşkın ve dili tutulmuş bir biçimde söze girdi.

“A… anlayamıyorum… Dünyalı derken? Benim ölmüş olmam… Eğer siz melek değilseniz?”

Metal canlılardan biri lafına devam etti.

“Biz melek denilen… dini figürlerden biri değiliz. Biz ‘robot’ diye hitap… edilen canlılardanız… Sen de ölmedin. Sen hayattasın. Bizim tıp… yöntemlerimiz ileri seviyede. Bizim… teknolojimiz… var.”

Evliya, ‘Robot’ isimli bu metal ırkın ne demek istediğini tam anlamamıştı.

“Tekno… ne? Ben rüya falan mı görüyorum, yoksa bulunduğum yerde bir halüsinasyon falan mı bu?”

Aralarından şef olanı söze devam etti.

“İkisi… de değil… insan… dünyalı. Henüz bu… gezegende… böyle bir rüyayı… görecek kadar… hayal gücü gelişmiş… insan milyonda… birdir. Mesela… Leonardo da… Vinci gibi. Biz uzak… bir galaksiden geliyoruz. Dünya’nın… çok… uzağından. Biz canlı değiliz. Bizi… sizin gezegendeki oyuncaklar… gibi düşün… Bizi diğer… gezegendeki farklı türde… canlılar yarattı.”

Evliya derin bir nefes aldı. Ağzındaki baklayı çıkarıp, açık açık sormaya karar verdi.

“Peki ya sizin geldiğiniz gezegenler? Onlar nasıl bu kadar kendini çabuk geliştirebildi?”

Cevap gecikmemişti.

“Bizi tasarlayanlar… birbirleri ile… savaşmak yerine… birbirlerine kazık atmak yerine… paylaşmayı… sevgiyi… birlikteliği… yardımlaşmayı… benimsemiştir. Görüyorsun… bu sebeple insanlardan hep… uzak duruyoruz.”

Evliya’nın kafasında hâlâ cevaplandıramadığı bir soru daha vardı.

“Peki neden? Neden buraya geldiniz?”

Robot isimli bu metal yaratıklardan biri cevaplamaya kalkıştı.

“Uzay gemimiz… ufak bir onarıma ihtiyacı… vardı. Bu sebeple… inmek zorunda… kaldık. Bir süre… sonra… senin ağır yaralandığını görünce… yardım etmek istedik. At türündeki… hayvanın da gayet iyi. Merak etme. Ona da… tedavi uyguladık.”

Evliya kafasındaki sorulara cevapları iyi oturmuştu. Her şey hâlâ bir şaka gibi geliyordu kendisine. Tedavisini olduktan sonra atıyla birlikte dinlenmeye başladı. O esnada robot denilen bu yaratıklar, fazlasıyla tuhaf ve büyük bir şeye doğru yöneldiler. Başka yapılara nazaran yontulmamış bir kaya parçasına çok benziyordu. Pasparlaktı. O sırada metal canlılardan o şeyin uzay gemisi denilen bir şey olduğunu ve havada uçarak gittiğini öğrendiğinde çok şaşırmıştı. Metal canlılar, yani robotlar, uzay gemisi olduğu kastedilen şeye yaklaşıp kapının açılmasını sağladılar. Araca bindiler ve araç çok hızlı bir biçimde görünürdeki kayboldu. Adeta bir yandan çıkmış ok gibi…

Evliya Çelebi, bunu yazmayı düşünse de başkalarının buna inanmayacağını düşündü. Atına bindi ve temkinli bir şekilde yoluna devam etti…