Dojoyaburi: (Jap. 道場破り, “dojo baskını”) Japon dövüş sanatları geleneğinde rakip bir okulu ziyaret edip üyelerine meydan okumak.
Doksanlar, Paris…
Marie yirmili yaşlarında, oldukça hoş görünümlü bir kadındı. Arkadaşının bahçesinde oturmuş sigarasını tüttürürken birkaç haftadır birlikte olduğu delikanlıyı anlatıyordu. “Çok farklı biri,” dedi “Daha önce tanıştığım kimseye benzemiyor.”
“Bilemiyorum,” dedi ev sahibi. “Yakışıklı çocuk ama…”
“Ama ne?”
“Bizim gibi değil. Kendin demedin mi sürekli kavgalara karışıyor diye? Onun başına bir iş gelirse sen üzüleceksin.”
“Belki de bugüne kadar onu bekleyen biri olmadığı için kavga etmiştir.”
“Hadi ama, çocuğun işi bu, dövüşçü.”
“Hayır Lucie, sporcu. Tuğrul, dünya çapında şampiyonlukları olan bir kick-boksçu. Türk mahallesinde spor salonu işletiyor.”
“Arkadaş çevremizde pek görmediğimiz bir karakter olduğunu kabul et. Diğer ilişkilerin gibi olsa fikrimi kendime saklardım ama sen bu çocuğa epey bağlanmış gibi görünüyorsun.”
“Sanki içinde iki dünya var,” dedi Marie. “Onunla La Cassonade’da tanıştım.” Bahsettiği kafe, Paris entelektüellerinin buluşma mekânıydı. “Kabul ediyorum, başta biraz çekindim. Tıraşı, dövmeleri… Dediğin gibi, bize benzemiyordu. Ama etrafına toplanmış bir sürü insanın onun ağzından çıkanları duymaya çalıştığını fark ettim, onda farklı bir şey olduğunu…”
“Bence sen yine macera arıyorsun. Hayatına renk katmak için belanın peşinde koşuyorsun.”
“Tuğrul düşündüğün gibi biri değil. Zeki bir adam. Beş dil biliyor mesela. Fransızca, Türkçe, Korece, İngilizce, Tayca. Hepsini akıcı bir şekilde konuşabiliyor. Spor müsabakaları için Dünya’nın çok farklı yerlerinde bulunmuş. Sorbonne’da okumuş.”
“Mezun olabilmiş mi peki?”
“Hayır, bırakmış.”
“İşte, o farklı bir yaşam tarzını seçmiş. Sen onu değiştirmeye çalışacaksın, sonunda da mutsuz olacaksın. Ben seni düşünüyorum.”
Marie sigarasını söndürüp gülümsedi. “Hayatın neler getireceğini bilemeyiz, yalnızca umut edebiliriz.”
* * *
Tuğrul, nam-ı diğer Akrep, halı sahada kasları patlarcasına koşuyordu. Takımındakilerin “Hocam bas!” nidalarıyla gaza gelmiş, ayağındaki top dışında her şeyden soyutlanmıştı. Topa tüm gücüyle vurdu ve rakibin kalesinin yakınlarındaki bir oyuncuya pas verdi. Pası alanın topu karşı tarafa kaptırdığını görünce sinirlendi ve “Feriştahınızı sikerim düzgün oynayın!” diye bağırdı. Maçtakilerin çoğu Türkçe bilse de diğerleri bile onun ne demek istediğini anladılar.
Genç adam defans yapmak için kendi yarı sahasına koşarken birinin tribünde oturduğunu fark etti. Dikkat edince gördü ki bu Minjun Hoca’dan başkası değildi. Yalnızca elini havaya kaldırmasıyla maç aniden durdu. Herkes onu izlerken hızlıca tribüne tırmandı, yaşlı Korelinin yanına gidip elini öptü. “Hoş geldin dede, keşke yorulmasaydın, çağırman yeterdi.”
İhtiyar gülümsedi. “Evladım arada bacaklarımın açılması lazım, değil mi? Niye yatalakmışım gibi davranıyorsunuz?” Kore Savaşı’nda şeref madalyası kazanmış bir gaziydi ve gerçekten dedesi olmamasına rağmen Tuğrul onunla çok gurur duyardı.
“Yok dedecim, sen yorulma diye demiştim ben. Bir mesele mi var?”
“Çok ciddi bir şey değil. Senin çocuklar okulda babanın öğrencileriyle şakalaşıyorlarmış mı diyelim, itiş kakış oluyormuş… Baban rica ediyor, sen bir konuş da bulaşmasınlar.”
Tuğrul’un suratı asıldı. “Konuşurum konuşmasına da bunu babam kendi de söyleyebilirmiş. Yetmiş yaşındaki hocasını göndermesine gerek yokmuş.”
“Evladım sen de her şeyi tersinden anlıyorsun. Ben kendim seni görmek istedim. Hem bir şeye ihtiyacın var mı diye merak ediyorum.”
Genç adam hafifçe gülümsedi. “Zaten beni bir tek sen düşünüyorsun dede. Sen rahat ol, iyiyim.”
“Hâlâ spor salonunda mı yatıp kalkıyorsun?”
“He… Biliyorsun, Paris’te kiralar yüksek. Ama rahat oluyor böyle. Nasıl olsa bütün gün oradayım. Sadece uyumaya gitmek için ayrı daire tutmaya gerek yok. Hem çok rahat bir köşe yaptım kendime. Yatağım falan her şeyim var. Keyfim yerinde.”
“Odan aynı bıraktığın gibi duruyor. Gerçi daha derli toplu. Annen geri dönersin diye bekliyor.”
“Ben kovulduğum yere dönmem.”
“Deme öyle. Baba-oğul arasında olur böyle şeyler. O da çok üzülüyor ama belli etmiyor. Annen her akşam yemeğinde senin konunu açıyor. Kadının lafını ağzına tıkıyor ama ben gözlerinde görüyorum. Sen geri dönsen rahatlayacak.”
“Kuş yuvadan ayrıldı dede. Benim kendi hayatım var artık. Kaç yaşına geldim, annemin evine mi döneyim?”
“O dediğin Fransızlar için geçerli. Bizde kaç yaşına gelirsen gel ailenin gözünde yeterince büyümemişsindir.”
“İyi ama Koreli de değilim ki ben.”
“Sanki Türkler çok farklı. Her neyse… Bir şeye ihtiyacın olursa bizi nerede bulacağını biliyorsun.”
Tuğrul ona sarıldı. “Çocuklarla konuşayım, sonra meseleyi bitirmek için dojoya uğrarım. Babam inanmıyor ama ben onlara zorba olmayı öğretmiyorum, gerçekten.” Sahaya dönüp “Demba!” diye seslendi.
Siyahi bir delikanlı koşarak geldi. “Buyurun hocam.”
“Soyunma odasından benim arabanın anahtarlarını al, dedemi bizim eve bırakıver.” Minjun Hoca gidince yeniden çimlere indi. “Hadi bakalım… Maç yarım kalmasın.”
* * *
Genç çift, Sen Nehri’nin kıyısında el ele oturmuş, Eyfel Kulesi’nin manzarasına bakıyordu. “Maupassant’ın hikayesini biliyorsun, değil mi?” diye sordu Marie.
Tuğrul başıyla onayladı. “Hep kulenin altında otururmuş, çünkü kulenin görünmediği tek yer orasıymış.”
Genç kadın onun yanağına bir öpücük kondurdu ama belli ki Tuğrul’un kafası başka yerdeydi. “Ne oldu?” diye sordu.
“Hiç…” dedi sporcu.
“Ama bir şey olmuş. Bana anlatabilirsin.”
“Ailemle ilgili,” dedi Tuğrul. Daha önce onlardan bahsetmemişti.
Leb demeden leblebiyi anlayan Marie, “Aranız mı bozuk?” diye sordu.
“Babama göre fazla serseriyim.”
“Çok mu ciddi bir adam?”
“İlk nesil göçmenlerin hepsi öyle değil mi? Yani bu ülkeye çalışmaya gelmişler ve bunun için minnet duyuyorlar. Halbuki Avrupa’nın işçi ihtiyacı olduğu için bizi çağırdığını, bizim de haklarımız olduğunu düşünmüyorlar.”
“Ne iş yapıyor baban?”
“Tekvando hocası. İlginç bir hikayesi var aslında. Memleketteyken de bu sporu yapıyormuş ama tabii o zamanlar tekvando Türkiye’de bir meslek sayılmazmış. Federasyon bile daha kurulmamış. Buraya da fabrika işçisi olmak için gelmiş ama Minjun Hoca ona sahip çıkmış, babamı yanına almış.”
“Minjun Hoca, dedem dediğin mi?”
“Evet. Gerçek dedelerimle tanışamadım ama Minjun Hoca ben doğduğumdan beri bizimle yaşıyor. Artık çok yaşlandığı için dojoyla babam ilgileniyor. Aslında Koreliler dojang der ama Fransızlar ikisini ayırt edemediği için biz de alıştık, dojo diyoruz.”
“Peki sen niye onun salonunda çalışmadın da Scorpios’u kurdun?”
“Çocukken orada başladım zaten ama yöntemlerimizin pek uyuşmadığını fark ettim. Tüm o meditasyonlar, sürekli savunmada kalma hali bana göre değil. Babam Parisli olmaya çalışıyor, salonu da Fransızlarla ve kendini Fransız zannedenlerle dolu. Yanlış anlama Marie, seni çok seviyorum ve Fransızlarla bir problemim yok. Sonuçta sizin ülkenizde yaşıyoruz. Ama özümü inkar etmek istemem.”
Marie onun elini tuttu. “Merak etme, seni tamamen anlıyorum.”
Tuğrul gülümseyerek “Sevindim,” dedi. “Yani tekvando tamamen tekmeler üzerine. Ben bunu yumruklarla birleştirmek istedim, babamın pek hoşuna gitmedi. Eminim milleti yumruklayan göçmenlerin Fransızları korkutacağını düşündü. Neyse ki dedem bana destek oldu. Kendi stilimi bulmamın iyi olduğunu söyledi babama. Ben de Scorpios Fight Club’ı kurdum. Boks, kick-boks, muay thai eğitimi veriyoruz. Rengarenk bir ekibimiz var. Çoğu göçmen. Türkler, Kürtler, Araplar, Afrikalılar…”
“Peki bugün niye durgunsun? Yine mi tartıştınız?”
“Zaten bir süredir konuşmuyoruz. Biliyorsun, ben çocukluğumdan beri sokak kavgalarına karışıyorum. Babamın durumdan memnun olmadığını da tahmin edersin. Bir süre önce yine bir kavga oldu. Mahallede problem çıkaran tipler vardı, biz de toplandık bizimkilerle, bunları bir güzel patakladık, kovduk. Hani dükkân sahipleri falan geldi teşekkür etti bize bu yüzden. Sonra polise falan ifade vermemiz gerekti ama problem olmadı. Ama babam duymuş, delirdi. Yok ben sporcuymuşum bana yakışıyor muymuş, yok etrafımdakileri de tehlikeye atıyormuşum, adamlar silah çekse ne olurmuş?.. Sanki ben bunları düşünemiyorum. Siz spor kulübü falan değilsiniz, çetesiniz diye bağırdı. Scorpios FC benim ikinci ailem gibi. Ben de yediremedim, topladım eşyalarımı, bastım gittim. Arkamdan bağırıyordu, daha da gelme diye…”
“Bence senin için endişeleniyor.”
“Bence kendi itibarı için endişeleniyor.”
“İyi de o kadar kitap okumuşsun, gerçekten şiddetin bir çözüm olduğuna inanıyor musun?”
“Senin dünyanda olmayabilir prenses ama hükümetinizin bizi attığı banliyölerde maalesef öyle. Çocuklar bunu görerek büyüyor. Agresifler, kanları kaynıyor. Ben şiddeti doğru yere yönlendirmeye çalışıyorum. Mesela bizim lise tayfası babamın öğrencilerini biraz hırpalamış herhalde. Topladım konuştum. Yapmayın böyle, sizin branşlarınız farklı, kendinizi ispatlamak zorunda değilsiniz dedim. Sence ben onların kötülüğünü ister miyim?”
“Tabii istemezsin.”
“Bak, seninle kısa zamandır tanışıyoruz ama bunu görebiliyorsun. Babam göremiyor. Bu okul olayını da kendi söylemedi. Dedemle haber göndermiş. Bugün biz halı sahadayken geldi. Görüyor musun, babam bana kendi söylemiyor, başkasıyla haber gönderiyor. Hani Türkler aileye değer verirdi?”
“Demek problem buydu. Belki de ilk senin ona gitmeni bekliyordur. Büyük olan o olduğu için.”
“İyi de seninle bir şey konuşacağım diye çağırsa ben ayağına giderdim zaten. Sence ben ister miyim babamla küs kalmak?”
“Peki şimdi ne yapacaksın?”
“Tekvandoculara bulaşmasınlar diye çocuklarla konuştum ya, birazdan bizzat gidip söyleyeceğim. O bana dedemle mesaj yolladı ama ben başkasıyla haber göndermeyeceğim.”
“İstersen seninle gelebilirim. Yalnız kalmamış olursun.”
Genç adam biraz düşündü. “Sanırım kendim gitsem daha iyi ama söz, aramız düzelince seni babamla tanıştıracağım.”
“Dedenle de tanıştıracaksan anlaştık,” dedi Marie gülerek. Tuğrul ona aşkla baktı ve gözlerinin mavisinde kayboldu.
* * *
Tuğrul, salonun kapısından girerken stresten avuç içlerinin terlediğini hissetti. Babası Selçuk, içeride öğrencileriyle meditasyon yapıyordu. Onu gören gençler kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Tuğrul’un kolunda dövme, deri ceketinin sırtında yama olarak kendine yer bulan Scorpios FC logosunu tanımışlardı. Okullarındaki en problemli çocuklarda bu logonun olduğu tişörtler, kapüşonlular, bandalar vardı.
Selçuk’un hemen yanında oturan Jean-François, kısa bir homurtuyla tekvandocuları uyardı ve salon yeniden sessizliğe gömüldü. Tuğrul beklemeye başladı. Meditasyon faslının kendisi yüzünden bu kadar uzadığını tahmin ediyordu ama babasıyla konuşmadan gitme niyeti yoktu.
Selçuk Hoca sonunda meditasyonu bitirdi, oğlunun yüzüne bile bakmadan soyunma odasına gitti. Tuğrul onu takip edecekti ki Jean-François tam karşısına dikildi. “Hoş geldin Tugi, seni özlemişiz.”
Dojonun yetiştirdiği sporcular arasında en başarılısı kuşkusuz Jean-François’ydı. Yaklaşık Tuğrul’un yaşlarında olan Jean, milli takıma seçilmiş ve olimpiyatlarda Fransa’yı temsil etmiş bir sporcuydu. Küçüklüğünden beri Selçuk Hoca’nın yanında çalışmış, sonunda oranın antrenörlerinden biri olmuştu.
Tuğrul, onu oldum olası sevmezdi. Çelimsiz görüntüsü, züppe tavırları ve Selçuk’la gereksiz yakınlığı Akrep’i irrite ediyordu. Dojodan ayrılma sebeplerinden biri de Jean-François’ydı. Tekvandocunun suratına dik dik baktı ve bir şey söylemedi.
“Doğru,” dedi Jean. “Sana artık Tugi demiyorduk. Türkçe bir lakabın vardı. Neydi o?”
“Akrep,” diye hatırlattı Tuğrul, küfreder gibi.
“Akğep… Evet, evet. Le scorpio… Sana neden böyle diyorlar Tugi?”
“Sana ne?”
“Hadi ama… Biz eski takım arkadaşı değil miyiz?”
“Kendin söyledin bak, eski…”
Dojodaki çocuklar pür dikkat ikisini izliyordu. Jean onlara dönüp “Giyinin,” dedi. “Teriniz soğuyacak.” Tuğrul’a biraz daha yaklaştı, birbirlerinin nefesini duyabiliyorlardı. “Akrep ve kurbağanın hikayesini biliyorsun değil mi? Kurbağa akrebe yardım etmek ister, akrep onu sokar, ikisi de ölür. Sen kimi soktun da sana böyle dediler?”
Tuğrul artık burnundan soluyordu. “Birincisi, ima ettiğin şeyi anladım ve beğenmedim. İkincisi, dövüşçülerin havalı lakapları olur. Onlarla anons edilirler. Sen korumalıklara tekme atmaktan ibaret bir branşla uğraştığın için bilmiyor olabilirsin. Fazla mana arama, kasım ayında doğduğum için akrep oldum.”
“Burçlar… Hiç anlamam. Aynı senin tekvandodan anlamıyor olman gibi. Babanın sanatına azıcık ilgi göstermiş olsan böyle konuşmazdın.”
“Niye, yalan mı? Tekvandoyla dövüşebilir misin?”
“Tekvando kendini savunmak içindir.”
Tuğrul, onu sertçe ittirdi. “Çekil önümden Jean. Seni ayağımın altına alırım, hiçbir şey de yapamazsın. Babamla konuşmaya geldim.”
Tekvandocu kımıldamadı. “Seninle konuşmak istemiyor.”
“Aile arasına girme. Babam o benim.”
“Benim de hocam. Git buradan Tugi.”
Tuğrul, Jean-François’yı boynundan yakaladı, kendine çekip dizini adamın karnına geçirdi. Sonra onu savurup tatamilerin üstüne fırlattı. “Sana defalarca bana öyle seslenmemeni söylemiştim!” Ayakkabılarını bile çıkarmadan dojoya daldı ve soyunma odasına yöneldi.
Bu sırada kapı açıldı ve babası çıktı. Şimdi antrenmanda giydiği dobok yerine gündelik kıyafetler vardı üstünde. “Sen ne halt ettiğini sanıyorsun?!” diye bağırdı adam. Çocukların anlamaması için Türkçe konuşuyordu. “Sokakta dövüştüğün yetmedi, kavganı buraya da mı taşıdın? Böyle mi örnek oluyorsun sen öğrencilerine? Tabii, imam osurursa cemaat ne yapmaz? Sen dışarıda her gün kavga edersen, dojo basıp milletin hocasını döversen öğrencilerin de okulda bizimkilere saldırır.”
“Ben konuşmaya gelmiştim,” dedi Tuğrul. “Ama belli ki burada laftan anlayan kimse yok.” Arkasını döndü, çıkıp gitti.
* * *
Merzak, Scorpios FC salonundaki ringin köşesine oturmuş, hocasının kendinden geçercesine kum torbası dövmesini izliyordu. Paris’e üniversite okumak için gelen genç Cezayirli, salona zinde kalmak için kaydolmuş ancak kısa sürede vatanından uzakta yuva sıcaklığı hissedebildiği tek yerin burası olduğunu fark etmişti. O günden sonra Tuğrul’un en iyi öğrencilerinden biri oldu. Buraya öylesine bağlıydı ki ön baldırında kulübün kocaman bir dövmesini taşıyordu.
Sonunda dayanamadı, adamın matarasını bulup doldurdu ve yanına gitti. “Hocam en azından biraz su için.”
Akrep onu görmüyordu bile. O an için dünyası kendisi, yumrukları ve kum torbasından ibaretti. Merzak’ın adamı omzundan tutup sarsması gerekti. “Bölmesene antrenmanımı!” diye inledi hocası.
“Bu nasıl antrenman yahu? Bir saattir durmadınız. Bayılacaksınız birazdan.”
Tuğrul’un gözü salonun dışına kaydı. Havanın karardığını fark etmemişti bile. Damarlarındaki adrenalin çekilince üstüne bir yorgunluk çöktü, bulunduğu yere oturuverdi. “Ne gündü be… Sabahtan beri uğraştığımız şeylere bak.”
“Dert etmeyin bu kadar. Bizim çocukların da kötü bir niyeti yokmuş ki. Tekvandoculara şaka yapmak istemişler.”
“Ben biliyorum onların şakalarını. Rahat dursalar olmaz sanki. Hiç yoktan olay çıktı. Ama Jean denen embesili klince alıp öyle bir diz çektim ki… O güzeldi işte. Yerde yuvarlanıyordu en son, kendine gelemedi.”
Merzak güldü. “Elinize sağlık hocam.”
Kapının çaldığını duydular ve Berdan, “Akrep!” diye seslenerek salona daldı. “Aga bak bu Korsikalı dalyaraklar gene mahallede gezinmeye başladılar. Daha geçen patlatmadık mı biz bunları?” Merzak’ın salonda olduğunu görünce aynı şeyi Fransızca olarak tekrarladı.
Tuğrul bir an düşündü. “Patlattık.”
“Belli ki akıllanmamışlar,” diye fikrini belirtti Merzak.
Hocası “Hayır,” dedi. “Öyle olsa bu kadar beklemezlerdi. Bir şeye güveniyorlar.”
Berdan gözlerini devirdi. “Üç beş tane torbacı bunlar, neye güveniyor olabilirler?”
“Korsikalıları küçümsemeyin. Biz yeniyetmeleriyle kapıştık ama kodamanları harbi gangsterlerdir. Elleri kolları Avrupa’nın her yerine ahtapot gibi uzanır.”
“Eyvah,” diye mırıldandı Berdan.
“Ne oldu?”
“Cevo’yla onun yanındakiler biz bunları kovarız dediler.”
“Eeee?”
“Ben de bir şey demedim…”
Tuğrul ayağa fırladı. “Niye bana sormadan iş yapıyorsunuz? Koş, koş, koş!”
“Söylemeye geldim ya,” dedi Berdan. Hızlı adımlarla onun peşinden salondan çıktı.
* * *
Marie yatağına uzanmış, kendini abajurun ışığında okuduğu Baudelaire’in sözcüklerine kaptırmıştı. Zile arka arkaya basıldığını duyunca irkilip kapıya yöneldi. Delikten baktığında dışarıda bekleyenin ufak tefek bir siyahi olduğunu gördü. Oğlan hırpalanmış görünüyordu, kıyafetleri yırtılmıştı. “Buyurun?” diye seslendi genç kadın.
“Matmazel benim adım Diop. Akrep Hoca gönderdi beni. Acilen benimle gelmeniz gerekiyor. Yardımınza ihtiyacı var.”
Marie kapıyı açmadı. “Akrep Hoca?”
“Tuğrul Sarıçam. Scorpios FC’den.”
“Tamam,” dedi kadın. “Bana biraz müsaade et.” Dolabına koştu, eline gelen ilk trençkotu üstüne geçirip daireden çıktı.
Diop ona bir kask uzattı. “Bunu taksanız iyi olur.”
Oğlan, Paris’in taş döşeli yollarına ve üstünde gittikleri küçücük skutıra rağmen o kadar hızlı sürdü ki Marie neredeyse kusacaktı. Nehrin üstünden ve ışıklı caddelerden geçip Türk mahallesine vardıklarında rahat bir nefes alabildi. Spor salonunda büyük bir koşuşturma vardı, içeri daldığında Tuğrul’un kanlar içinde yerde yattığını gördü. “Ne oldu size?” diye sordu yarı çığlık atarak.
“Ahtapotlarla kapıştık,” dedi Berdan. Bir eliyle arkadaşının yarasına bastırıyor, diğerini genç adamın suratında gezdirerek bilincinin yerinde olup olmadığını kontrol ediyordu.
“Yeter artık, kalk üstümden.” dedi Tuğrul. “Bak doktor burada.”
“Ben veterinerim,” diye düzeltti Marie.
“Ben de hayvanım zaten,” dedi Tuğrul. Öğrencileri ve arkadaşları buna kahkahalarla güldü.
“Ben ciddiyim. Hastaneye gitmen lazım.”
“Ben de ciddiyim. Spor sağ olsun biraz tıp bilgimiz var. Boşluğuma geldi bıçak, hayati bir organa değil. Ama dikilmesi lazım. Malzemelerimiz falan da var burada. Yapabilir misin?”
Marie yarayı temizledi, sonra da iğneyi sertçe batırdı. Akrep çığlık attı. “Niye hastaneye gitmiyorsunuz?” diye sordu kadın.
“Kavgaya bizden çok fazla kişi karıştı. Bazılarının yaşı küçük, bazılarının şartlı tahliyesi var. Olay kayıtlara geçmese daha iyi.”
Marie hem sinirliydi hem de gözleri dolmuştu. “Baban muhtemelen bu yüzden kavga etmeni istemiyordu.”
“Ben kavgayı ayırmaya gitmiştim. İnanmıyorsan diğerlerine sor.”
Genç kadın bakışlarını salonun içinde gezdirdi. “Korsikalılara biz sataştık,” dedi Cevo. “Hocamız olay büyümesin diye geldi ama o sırada kim vurduya gitti.”
“Peki siz niye Korsikalılara niye sataştınız?” diye sordu Marie sertçe. “Sporcu değil misiniz siz? Ne işiniz vardı onlarla?” Gençler bir şey söyleyemeden birbirlerine bakmaya başladılar. Yarayı dikmeyi bitiren kadın gözlerini Tuğrul’a dikti. “Sanırım öğrencilerinin neden durduk yere kavga çıkardığıyla ilgili bir fikrin vardır.”
Akrep bakışlarını kaçırdı. “Geçen sefer mahalleden kovduğumuz elemanlardı,” dedi yarım ağızla. “Geri dönmüşler. Bizimkiler de müdahale etmek istemiş.”
“Sen de ilk seferinde gururla dövdüğün adamlarla bu defa kavga etmemek mi istedin? Hiç inandırıcı değil…”
“Üzerine düşündüm biraz. Bunlar dayak yedikleri yere dönüyorlarsa güvendikleri bir şey vardır dedim.”
“Ahtapot gibi,” diye araya girdi Berdan. Sonra da kimsenin anlamadığı Kürtçe bir küfür mırıldandı.
Marie, “Ahtapot mu?” diye sordu.
“Boş ver,” dedi Tuğrul. “Kötü bir benzetmeydi. Yani orada burada bağlantıları vardır, ağları geniştir anlamında.”
“Şimdi ne yapacaksın?”
“Karşı tarafı bulup bu husumet uzamasın diye konuşacağım. Zaten kavga kısa sürdü, iki taraf da hırpalandı ama benden başka yaralı yok. Bir şekilde tatlıya bağlarız.”
“Hani banliyöde çözüm şiddetti?”
“Sanırım iki kavga arasında hayatımda bakış açımı değiştirmemi gerekecek ufak tefek değişiklikler oldu.”
Mari yanağına akmış yaşları sildi, sinirli ifadesi yumuşadı. “Seni kanlar içinde görünce çok endişelendim.”
“Farkındayım,” dedi Tuğrul. “Gecenin bir saati buraya gelmek zorunda kaldığın için özür dilerim. Kimden yardım isteyeceğimizi bilemedik. Seni korkuttuğum için özür dilerim.” Genç kadının elini tuttu. “Seni seviyorum.”
Salondan önce “Ooooo!!!” nidaları, ardından da “Öp! Öp! Öp!” tezahüratları yükseltti. Akrep sanki sinirlenmiş gibi bir bakış atıp onları susturdu, sonrasında bunu hiç beklemeyen Marie’nin dudaklarına yapıştı.
Marie bir an ne yapacağını bilemeyip geri çekildi, sonra daha şehvetli bir şekilde yaralı delikanlıyı öptü. Berdan ve diğerleri neşe içinde alkış tutuyordu.
Bir an önce herkes mutlu mesutken, bir an sonra büyük bir gürültü salonu doldurdu. Camlar şangırdayarak patladı ve içeridekiler kendilerini yere attılar. Sokaktan geçen bir araba mekânı kurşunlamıştı.
* * *
Bir hafta sonra…
Paris’in üstüne tatlı bir akşamüstü çökmüştü. Demba, Champ de Mars’ta bir bankta uyuklayan ayyaşı işaret etti. “Merzak Abi… Hoca işte orada.”
Cezayirli gözlerini kısıp baktı, karşısındaki gerçekten de Akrep’ti. Hızlı adımlarla yaklaşsa da antrenörü onu fark etmişe benzemiyordu. Adamı sertçe dürtmesi gerekti. Tuğrul kafasını sallayarak ayıldı, Türkçe bir şeyler söyledi. “Hocam,” dedi Merzak. “İyi misiniz?”
“Evet evet,” diye cevap verdi Tuğrul. Yavaş yavaş kendine geliyordu. “Bir şey mi oldu?”
“Kaç gündür salona uğramadınız. Nerede yatıp kalkıyorsunuz bilmiyoruz. Sizin için endişelendik.”
Tuğrul doğruldu, başını ellerinin arasına aldı. Gözleri buğulanmıştı. “Babam haklı,” dedi mırıldanır gibi. “Ben etrafımdakileri tehlikeye atıyorum.”
O ana kadar sessiz sakin duran Demba bir anda “Hayır,” diye haykırdı. “Kavgayı siz çıkarmamışsınız ki, ayırmaya gitmişsiniz.”
“Düşmanlığı ben başlattım. Cevolar beni taklit etmeye çalışıyordu.”
“Banliyölerdeki oğlanların çoğu ya keş oldu ya da ıslahevine düştü,” dedi Demba. “Benim arkadaşlarım, birlikte büyüdüğümüz çocuklar. Sadece bazılarının kaderi farklı oldu, Scorpios FC’ye katılanların… Siz bize farklı bir kariyer imkânı sundunuz. Çalışarak, çabalayarak kendimizi geliştirebileceğimiz bir yol sundunuz. İçimizdeki öfkeyi sağlıklı bir şekilde atabileceğimiz bir yol sundunuz. Siz olmasanız kim bilir ne haldeydik…”
Tuğrul’un yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. “Cevher sizin içinizdeydi. Ben yalnızca potansiyelinizi ortaya çıkarmanız için biraz itekledim. Kötü yola düşmeyip sporu seçen siz kendinizdiniz. Ben yalnızca yıkım getiriyorum.” Eski sevgilisini hatırlayıp hüzünlendi. “Marie…” Cümlesini tamamlayamayacaktı.
“Marie iyi,” dedi Merzak. “Bizimkilere takip ettiriyorum. Biraz mutsuz ama iyi. O saldırıda yaralanmamış olması büyük şans, hiçbirimizin yaralanmamış olması mucize.”
“Mucize falan yok. Öldürmeye sıkmadılar. Gözümüzü korkutmak istiyorlardı, başardılar da. Korsikalıların vaftiz babasıyla konuştum. Akrep arması taşıyan kimseye yanaşmayacaklar, biz de mahallede ne bok yiyorlarsa yemelerine izin vereceğiz.”
“Uyuşturucu satacaklar yani.”
“En azından bizim çocuklara satmayacaklar.”
“Ben de bundan bahsediyorum,” diye araya girdi Demba. “Siz ne olursa olsun öğrencilerinize sahip çıkıyorsunuz. Size ihtiyacımız var.”
Tuğrul kafasını salladı. “Bildiğim her şeyi Merzak’a öğrettim. Bundan sonrası onda.”
“Cevo ulusal şampiyonaya hazırlanıyor,” dedi Merzak. “Diop da aynı şekilde… Hem onun yaşı daha genç. Belki on sekizine geldiğinde profesyonel dövüşecek. Sizce o zaman geldiğinde köşesinde kimin bekliyor olmasını ister? Onları bu günlere ben getirmedim.”
Zar zor ayağa kalktı Tuğrul, kanındaki alkol tamamen çekilmemişti. Merzak’a sarıldı. “Sen, benden çok daha iyi bir hoca olacaksın.”
Cezayirli ağlamak üzere gibi görünüyordu ama kendini tuttu. “Çocuklar hâlâ parkta antrenman yapıyor. Salonu elimizden geldiğince topladık ama camların takılması gerekiyor.”
“Taktırın, parası neyse kasadan alın.”
“Camcılar mülk sahibiyle konuşmadan başlamıyorlar.”
“Tamam,” dedi Tuğrul. “Sabah gelsinler, orada olacağım.” Demba’nın suratına bir tebessüm oturdu. Hocası salonunu, yuvasını gördüğünde fikrini değiştirip geri dönebilirdi. Onunla vedalaştılar, Türk mahallesine doğru harekete geçmişlerdi ki Akrep arkalarından seslendi. “Berdan’a söyleyin Marie’nin peşindekileri geri çeksin. Fark ederse sinirlenir. Beni terk ederken benim dünyamdan uzak kalmak istediğini net bir biçimde ortaya koydu. Zaten artık Korsikalılarla bir husumetimiz kalmadı.”
* * *
Merzak, salona gittiğinde Tuğrul’un çoktan orada olduğunu fark etti. Belli ki geceden gelmiş, duş yapıp düzgün kıyafetler giymiş, nizami bir şekilde tıraşını olmuş ve uykusunu almıştı. Sağlıklı görünüyordu, dünden beri içmemişti. “Sanırım burası bana iyi geliyor,” dedi öğrencisini görünce.
Cezayirli, pek adeti olmamasına rağmen koşup ona sarıldı. “Hocam…”
Tuğrul çığlık attı. “Yavaş olsana be! Bıçak yedik daha yeni.”
Merzak özür dileyerek onu bıraktı. “En son ne zaman pansuman yaptınız?”
Biraz düşündü Akrep. “İşte Marie dikmişti, sonra sanırım yarım yamalak bir pansuman yaptım.”
“Ama olmaz… Her gün yapılması gerekiyor. İnşallah enfeksiyon kapmamıştır.” Temizlemek için yarayı açtı. Enfeksiyon olmasa da epey kötü görünüyordu, hızlıca işe koyuldu. “Hani tıp bilginiz vardı?”
“Oğlum sarhoştum ben. Kendimde miydim sence?” Bıçak yarasına hızlıca göz attı. “Tamam tamam, iyileşmesi gecikmiş sadece. Bundan sonra düzenli pansuman yaparız, çözülür. Ne oldu senin camcılar?”
“Eli kulağındadır.”
Tuğrul salonun dışına çıkıp alıcı gözüyle bir baktı. “Çok işi yok sanki ya… Bir an önce başlasalar akşama kadar biter.” Sokağın başındaki bir figür dikkatini çekti. Kapüşonunu neredeyse burnuna kadar indirmiş biri sanki onları gözlüyordu. Tuğrul’un kaşları çatıldı, eliyle Merzak’a gelmesini işaret etti.
Cezayirli hızlıca yaklaştı. “Buyurun hocam.”
“Şu adam bizi mi seyrediyor?”
Merzak çaktırmadan baktı. “Olabilir.”
“Salonun diğer kapısından çık, elemanın arkasından bir yaklaş bakalım kimmiş.”
Genç Cezayirli hocasının dediğini yaptı ancak kapüşonlu figür onu fark etmiş olacaktı ki süratli adımlarla uzaklaşmaya başladı. Bu defa da Tuğrul’un üzerine depar attığını görünce koşmayı denedi. Tuğrul hızlıydı. Bir yırtıcı hayvan gibi hedefinin üstüne atladı.
Kapüşonlu, fırtına gibi bir döner tekmeyi Tuğrul’un suratına indirdi. Zaten yaralı olan adam yere devrildi, acıyla çığlık attı. Merzak müdahale etmek için yetişmişti ki karşılarındakinin yüzü açıldı ve Jean François ile göz göze geldiler.
“Senin burada ne işin var?” diye bağırdı Tuğrul. Gerçek bir akrep gibi tıslıyordu.
“Baban seni sayıklayıp duruyor,” dedi Jean. “Ben de kontrole geldim.”
“Kontrole geldiğin adama niye vuruyorsun?” diye sinirle sordu Merzak.
“Üstüme atladı,” diye kendini savundu Jean. “Hocanın nasıl bir yaratık olduğunu benden iyi biliyor olmalısın. Beni devirse acımazdı.”
Tuğrul zar zor ayağa kalktı. “Seni öyle bir devireceğim ki kendine gelemeyeceksin.”
“Kim kimi deviriyor gördük,” dedi Fransız gülerek.
Merzak hocasının yaralı olduğunu söyleyecekti ki araya girmemeye karar verdi. İkisinin husumeti çocukluklarından beri çözülmeyi bekliyordu. “Senin kemiklerini kırarım,” dedi Tuğrul.
“Zaten tek bildiğin kırıp dökmek,” diye karşılık verdi Jean. Bir ayağını geride tutuyor, karşısındakinin her an saldırma ihtimaline karşın gard almaya hazır bekliyordu. “Buranın hali ne?” dedi Scorpios FC’nin olmayan camlarını işaret ederek. “Salonun tarandığını duyduğunda babanın ne kadar endişelendiğinden haberin var mı?”
“Seni tekrar uyarıyorum. Baba-oğul arasına girme.”
“Oğul mu? Senin gibi oğul olmaz olsun. Ben bugün bu sporda bir yere geldiysem Selçuk Hoca sayesinde. Onu üzmene izin vermem.”
Tuğrul, tekvandocuya doğru bir adım atıp onu ittirdi. “Öyle mi? Ne yapacaksın peki? Benimle kavga edecek cesaretin var mı?”
“İstediğin yerde, istediğin zaman.”
Akrep güldü. “Baksana,” dedi öğrencisine doğru. “Süt çocuğu büyümüş de gerçek bir erkek gibi dövüşecekmiş.”
Merzak artık müdahale etmesi gerektiğine karar vermişti ki bir arabanın sokağa girdiğini gördüler. “Camcılar geldi,” dedi rahatlamış bir şekilde.
“Akşamüstü beşte, halı sahada.” diye ilan etti Tuğrul.
“Seni yenersem Paris’i terk edeceksin.” dedi Jean-François. “Kendini unutturacaksın. Belki bu sayede ailen huzura kavuşur.”
Tuğrul iyiden iyiye keyiflenmiş görünüyordu. Kahkaha attı. “Kabul. Nasıl olsa bu mümkün değil. Seni eşek sudan gelene kadar döveceğim, sonra da bir daha babamın yanında görmeyeceğim. Kabul mü?”
Fransız, Tuğrul’un elini sıktı. “Kabul.” En son olimpiyatlarda kendini bu derece savaşa hazır hissetmişti.
* * *
Merzak, salonda koşuşturan cam ustalarını seyrediyordu. “Bu, hayatımda duyduğum en kötü fikir.” dedi yılgın bir sesle.
Tuğrul kum torbasına vurmayı bıraktı, “Neden ki?” diye sordu. “Bence yeni camlarımız epey güzel olacak.”
“Tekvandocuyla dövüşmenizden bahsediyorum,” dedi öğrencisi.
“Onu çiğ çiğ yerim.”
“Normalde evet ama şu anda yaralısınız.”
“Ama o bunu bilmiyor.”
“Daha kötü ya… İstemeden size zarar verebilir.”
“İsteyerek veya istemeyerek… Zarar vermeyi denesin bakalım. Onu halı sahaya gömeceğim.”
Spor salonunun dışından bağrışma sesleri duyuldu. Camcılar merakla baktıklarında bir grup liseli oğlanın üstünde okul formalarıyla bir ağızdan tezahürat yaparak geldiğini gördüler. Ustalar önemli bir şey olmadığını anlayıp işlerine döndü. Tuğrul’sa söz konusu tezahüratın kendi lakabı olduğunu fark edip kapının önüne çıktı. “Ne oluyor be burada?!”
“O tekvandocu züppelerle kapışacakmışız!” dedi oğlanların en önünde hoplaya zıplaya yürüyen Diop. Heyecanlı görünüyordu. “Var ya geç bile kaldık, çok önce ağızlarını burunlarını kırmalıydık.”
“Ne alakası var oğlum. Ben Jean-François’yla maça çıkacağım sadece. Siz gelmiyorsunuz. Hem siz nereden duydunuz ki?”
“Berdan Abi söyledi. Sakın geç kalmayın dedi.”
Tuğrul, sokağın diğer ucundan da Cevo’nun geldiğini gördü. Liselilerin anlamaması için Türkçe olarak bağırdı. “Oğlum bak ben bu Berdan’ın billurları kesip ağzına vericem, bir daha konuşamayacak!”
Delikanlı boş gözlerle bakıyordu. Yaklaşıp “Ne oldu ki?” diye sordu.
Tuğrul, çocukları işaret etti. “Bu ne rezillik ulan?”
“Hocam destek olmaya gelmişler işte.”
Sonunda Berdan da göründü. Yanında kuzenleriyle kalabalık gelmişti. Üstünde akrep arması olan kocaman bir bayrak taşıyordu. “İyi bari,” dedi. “Çocuklar geç kalmamış. Mahşer günü geldi ha sonunda.”
“Oğlum bir şeyin de bokunu çıkarma be… O bayrağı niye getirdin?”
“Dövüşlere götürmüyor muyuz?”
“Yarışmalara götürüyoruz, motivasyon olsun diye.”
“Ben de sana motivasyon olsun diye getirdim işte.”
“İyi halt ettin. Peki bu çocukların burada ne işi var?”
“Ben çağırdım.”
“Anladım onu. Niye çağırdığını anlamadım ama.”
“Hep destek, tam destek. Akrep’i dövüşürken görme şansını kaçırsınlar mı?”
Tuğrul derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. “Bu rezillik babamın kulağına gidince ağzımıza sıçacak ama neyse…” Saatine baktı. “Bari gidelim artık de geç kalmayalım. Kavgadan kaçtı demesinler.”
Berdan, onun kulağına eğilip “Benim kuzenler dolu ha,” diye fısıldadı. “Ne olur ne olmaz.”
“Manyak mısın oğlum sen?” diye bağırdı Tuğrul. “Dazlaklarla kapışmaya gitmiyoruz. Gelse gelse iki tane kıçı kırık tekvandocu gelir Jean-François’yla. Onları da gerekirse tükürüğümüzle boğarız.”
“İyi de sen hep demiyor musun rakibini hafife alma diye?”
“Spor için diyorum ben onu. Ayrıca hafife almıyoruz ki… Yeterince kalabalığız. Söyle silahlarını salonda bıraksınlar.”
“Emin misin?” diye sordu Berdan. Tuğrul’un bakışlarını görünce başka bir şey söylemeden kuzenleriyle konuşmaya gitti.
* * *
Öğrencileri tezahüratlarla ona eşlik ederken Akrep bile havaya girmiş gibiydi. Hep birlikte halı sahaya girdiklerinde büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Tuğrul, önce oradakilerin de kendini desteklemeye gelenler olduğunu sandı. Sonra fark etti ki hiçbirini tanımıyordu.
Olimpiyatlarda ülkesini temsil etmiş bir sporcunun seveni de az olmuyordu. Jean François’nın destekçilerinin kıyafetlerinde ve dövmelerinde Fransız milliyetçisi semboller vardı. Cevo, Akrep’in kulağına fısıldadı. “Tuğrul Hocam, silahlı bunlar.”
Tuğrul, “Hassiktir…” diye mırıldandı. Bir an Berdan’la göz göze geldi.
“Ben sana söyledim,” dedi arkadaşı. “Boş gelmeyecektik. Harakiri yapmış orospu çocukları…”
Kalabalıkta Jean-François’yı seçen Tuğrul, çatık kaşlarla onun üstüne yürüdü. “Bu mu lan yaptığın?! Bütün ırkçıları peşine takmışsın.”
“Saçmalama,” dedi Tekvandocu. “Irkçı falan değiller.”
“Fransız’a karşı göçmen. Olayı buna mı çevirdin?”
“Olayı buna çeviren sensin Akrep. Ben yalnızca birkaç arkadaşı davet ettim, kendimi güvene almak için. Sonuçta sizinkilerin ne yapacağı belli olmuyor.”
“Bizimkiler demek. Hani sen benim babamı çok seviyordun. O da bizimkilerden, farkındasın değil mi?”
“Selçuk Hoca’yı karıştırma. Onun sizinle hiçbir ilgisi yok.”
“Bize laf ediyorsun ama yancılarının hepsi makinayla gelmiş. Sonra gidersin orada burada ağlarsın, Fransa’da da bireysel silahlanma çığırından çıktı diye. İki yüzlü, züppe orospu çocuğu.”
“Ben buraya ring dışı bir müsabaka yapmaya geldim. Gerisi boş laf.”
Tuğrul, Fransız’ın suratına sağlam bir kroşe indirdi. “Al sana müsabaka.”
Jean birkaç adım geri çekildi, gözlerini kırpıştırarak kendine gelmeye çalıştı. Ağzında biriken kanı tükürdükten sonra gülümseyerek gardını aldı. “Demek başladık…”
Akrep ön tekmeyle rakibinin üzerine süzüldü. Jean-François sola çekilip vuruştan kaçtı ve bacağını bir bıçak gibi onun vücuduna doğru savurdu. Zaten dikişlerini epey zorlamış olan Tuğrul, aldığı darbeyle boşluğundan akan kanı hissetti, acıyla iki büklüm oldu.
Jean-François karşısındakinin ne durumda olduğuna dikkat bile etmedi, spor ayakkabısının tabanını onun suratına geçirdi. Tuğrul yere devrildi, nefes almakta zorlanınca burnunun kırıldığı düşündü. Üstüne yürüyen Fransız’ın beklemediği bir hızla ayağa kalkıp güçlü bir dirsek vuruşu yaptı. Tekvandocu gafil avlanmıştı, böyle tekniklere alışık değildi.
Akrep’in dirsek vuruşlarını güçlü yumruklar takip etti. Halı sahayı dolduran kalabalığın tezahüratları arasında ikisinin suratı da kan içinde kalmıştı. Tuğrul rakibinin bu kadar darbe almaya alışık olmadığını biliyordu, onu bitirmek üzereydi. Ancak bıçaklanmış, yarası bir veteriner tarafından spor salonunda dikilmiş ve sonraki bir hafta boyunca doğru düzgün pansuman yapılmamıştı. Şimdi öyle canı yanıyordu ki etinden et koparıldığını hissediyordu. Gücünü toplamak için yeri göğü inleten bir çığlık attı.
“Bu işler bağırmakla olmuyor,” dedi tekvandocu. Parmak uçlarında, dans ediyormuşçasına zıplayarak dövüşüyordu. Seri hareketleri sayesinde Akrep’in arka arkaya gelen yumruklarından kurtulmayı başardı. O can havliyle hızlandıkça Akrep yavaşladı. Rakibinin yediği bıçaktan haberi olmadığı için Tuğrul’u zayıflatmayı başaranın kendisi olduğunu sanıyor, dövüş motivasyonunu bunda buluyordu. Farklı türde tekmelerle araya mesafe koymayı başardı, rakibi yanına sokmayacaktı.
Akrep, kalan son enerjisiyle zıpladı, sağ dizini Jean’ın çenesine doğru savurdu. Yarı yolda gözleri kararmasa hedefini bulur, karşısındakini bayıltırdı. Bunun yerine acı içinde çim zemine devrildi. Dikişlerinden şakır şakır kan akıyordu. Jean, yerde olmasını umursamadan onu tekmeledi. Ayağını Tuğrul’un boğazına bastırdı. “Paris’ten gideceksin. Sen buraya uygun değilsin. Şehrime zarar veriyorsun. Spor camiasına zarar veriyorsun. En önemlisi de her gün babanı utandırıyorsun. En büyük zararın ona. Selçuk sürekli gergin, sürekli senden gelecek kötü haberleri bekliyor.”
Tuğrul konuşmaya çalıştı ama ses tellerindeki baskı yüzünden yalnızca bir hırıltı çıkarabildi. Jean, ayağını biraz kaldırdığında onun “Çekil üstümden,” dediğini duydu. Öğrencileri, Akrep’in böyle aşağılanmasına dayanamayıp milli tekvandocunun üstüne yürüdüler. Jean-François birkaç adım gerilemek zorunda kaldı. Fransızlar, bellerindeki kabarıklığı işaret edip “Karışmayın!” diye bağırıyordu. Her an silaha davranabileceklerini söylüyorlardı. O an içinse Tuğrul, Scorpios FC üyeleri için kendi canlarından bile daha değerliydi. Hocalarının yaralı olduğunu biliyor, adil bir dövüşte Jean’ı yok edeceğine inanıyorlardı. Namluların üstüne koşup onu ayağa kaldırdılar ve halı saha mahşer gününe döndü.
Berdan, yaralı arkadaşını hengamenin içinden çekip çıkardı. Ancak onun omzuna girerek yürüyebilen Tuğrul sürekli arkasına bakıyor, öğrencilerinin iyi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Neyse ki korktuğu olmadı ve Fransızlar tabancalarını çekmediler. Kısa süren itiş kakış dağılıp kalabalık sakinlediğinde Berdan, Akrep’i hastanenin kapısına kadar sürüklemişti.
Tuğrul içeri girmek istemedi. “Bu sefer öyle bir şansın yok,” diye kestirip attı Berdan. “Rahmetli büyük amcamın gasilhanedeki haline benziyorsun.”
“Yanımızda çocuklar vardı,” dedi Tuğrul zar zor. “Sicilleri…”
“Yemişim sicillerini. Aga zaten bu sefer bu ahtapotlarla yaptığımız gibi sokakta dövüşmedik ki… Sahanın sahibi nasıl olsa tanıdık. Konuşuruz, görmemiş, duymamış, bilmiyor olurlar.” Tuğrul’un halini gören doktorlar hemen onu yatırdı; kollarına serum, kan ve birtakım kablolar bağladı. “İyisin, iyisin…” dedi Berdan şakayla karışık. Suratından anlaşılıyordu ki arkadaşının sağlığına kavuşmasından başka isteği yoktu. “Ahtapotlar başımıza bela olur diye bekliyordum ben ama esas bela başımızın dibindeymiş. Görüyor musun sen şu François’yı?”
“Bizimkiler iyi mi?” diye sordu Akrep. Biraz kendine gelmiş görünüyordu. “Adamlar silahlıydı, dikkat etmeleri lazım, orada kavga etmemeleri lazım.” Sorusunun cevabını birkaç dakika sonra yanlarında beliren Demba’dan aldı. Merzak’ın yönlendirmesi sayesinde olay uzamamış, herkes sağ salim evine dönmüştü. Tuğrul, “İyi bari,” dedi. “Demek ki gözüm arkada kalmayacak.”
“O ne demek?” diye asık bir suratla araya girdi Berdan. “Nereye gidiyorsun?”
Tuğrul gülümsedi. Neşe veya mutluluktan değil, kabullenmenin rahatlığından geliyordu bu gülümseme. “Laf ağızdan bir kez çıkar,” dedi.
Akrep hastanede iki gece yattı. Kendini yeniden iyi hissedince ne refakatçilerine ne de doktorlara çaktırmadan oradan kaçıverdi. İlk olarak Marie’nin iş yerine gitti ama içeri girmedi. Genç kadını pencereden izlemekle yetindi. Sonra spor salonunda ne eşyası varsa toplayıp iki valize sığdırdı ve geri dönmemek üzere aşıklar şehrini terk etti. Jean-François’nın haklı olmasını, kalanların onun daha mutlu olacağını umuyordu.
Not: Tuğrul Sarıçam geri dönecek.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.