Öykü

Saat Kulesi

Çaresiz bir ana sıkışıp kalmıştı çığlığı, işitilmemek üzere, sonsuz bir acıyla… Olasılıklardan bahsediyordu rakamlar; şans, talih veya farklı adlarla anılan benzer şeylerden…

Çatallı yollar, varılan yokluklar ve geri dönememenin verdiği o his… Sayısız alternatifin olduğunu bilmek neye yarar o çizginin dışına çıkmak mümkün değilken?

“Şu anda yaşadıklarımız, bütün bunlar, gerçekliğin yalnızca çok küçük bir parçası. Yollarımız kesişmedi diye var olmadığınız söyleyemeyiz hiçbir şeyin, elbette farklı bir yerde farklı bir şekilde var her şey… Düşünebildiklerimiz ve düşünemediklerimiz, bütün olasılıkları kapsayan sonsuz evrenler…”

Ağrıyan başımı sıranın üstünden kaldırıyorum yavaşça, ilgi çekici olmaya çalışan konuşma devam ediyor, ne diye bu adamı dinlemeye geldiğim konusunda hiçbir fikrim yok; bilimsel zırvalar sayıklıyor…

“Kendinizin hangi versiyonu olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Sizden milyarlarcası var; hayat yolculuğunuzda verdiğiniz o ufak kararlar, küçük sapmalar sizin bu halinizi meydana getirdi, oysa kapıdan girerken diğer adımınızı atsanız başka bir evrenden bahsediyor olurduk.”

Ön sıradaki dikkatli dinleyicilerden biri, saçını sıkıca topuz yapmış gözlüklü bir kadın, elini kaldırıyor. Konuşmacı onu hemen fark etse de söz vermeden önce birkaç saniye bekliyor, sanırım kişisel gelişimcilerin kendisine tavsiye ettiği davranış bu…

“Bir sorumuz var sanırım, buyurun.”

“Bahsettikleriniz sanıyorum ki sadece varsayımlara dayalı, ölçülmüş veya kanıtlanmış gerçekler değiller, yanılıyor muyum?”

“Ölçümlere dayalı isabetli tahminler demek daha doğru olur. Bilim ölçüyor ve biz de açıklıyoruz, bu kavramlar olmasa bilim ölçtüklerini anlamlandıramaz, o zaman da bütün o deneyler boşa gitmiş olur.”

“Korkarım bu konuda size katılmayacağım; deneylerin günlük hayata aktarılabilen sayısız pratik faydası var, sizse hepsinin arkasına, belki sonuçlara bütünüyle uygun olacak biçimde, kendi tahminlerinizi yerleştiriyorsunuz.”

“Paralel evrenlerin var oluşunun kime ne zararı var?”

Anlaşılan bazıları akademik açıdan bunu olumsuz buluyordu; bilim adı altında, detayları anlamayan veya anlamak için çaba sarf etmeyen insanların kandırıldığına dair bazı cevaplar işitti konuşmacı. Ön sırada oturan birkaç kişi daha, ki onlar da soruyu soranın yanında oturuyordu, söylenenleri onaylarcasına kafa salladı. Başta konuşmacıya gıcık olsam da bu şekilde sıkıştırılması beni üzdü, ilginç şey şu empati…

İsteksizce elimi kaldırdım, konuyu değiştirme fırsatına sarıldı konuşmacı hemen, bir adım daha derine ineceğimizi bilmeden…

“Öncelikle şunu belirtmeliyim ki ben iki tarafa da yakın durmuyorum. Başka gerçekliklerin oluşu fikri bütünüyle zararsız değil; sizi buruk bir melankoliye mahkûm edip geçmişteki anlara takılmanıza sebep olabilir, zaman yolculuğunun mümkün olmadığı bir evrende dahi insanlar şöyle yapsaydım ne olurdu düşüncesine saplanıp kalabiliyor, bir de bunu değiştirebileceklerine dair bir söz işittiklerini düşünün… Böyle bir dünyada huzur şimdikinden de zor bulunurdu. Öte yandan, eğer başka evrenler derken yalnızca olasılıklardan bahsetmiyorsak, bu üç beş bilim adamının bolca kafa yorduğu vakit anladığı o karmaşık matematiksel formüllerden biri değilse yalnızca, o zaman hazırlıklı olmalıyız…”

“Affedersiniz, neye?”

“İşgale… Bizim bir yere gitmediğimiz aşikâr, fakat gelen onlar olursa yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”

Dramatik bir etki bıraktığımı düşünürken konuşmanın bittiğini gösteren anons yapılıyor, salon sonraki konferans için boşaltılacak, konuşmacı notlarını toplayıp hızlı bir çıkış yapıyor…

Haksız mıyım ama? Bu insanlar bir dolu teori üretiyorlar, ancak sonuçlarını hiç düşünmüyorlar, belki de kendi fikirlerine inanmıyorlar. Paralel bir evren varsa eğer ve dünyamızla bağlantı kurabiliyorsa, geldikleri zaman ne yapacağımız konusunda hazırlıklı olmalıyız…

“Abi, bakar mısın?”

Kilolu bir ufaklık az önce cips yemiş gibi duran ellerle bir kâğıt uzatıyor, sanırım almamı bekliyor…

“Şu köşedeki amca gönderdi.”

Köşeye bakıyorum ama salonu terk etmek için çabalayan bir insan kalabalığı var sadece… Kâğıdı alıp çocuğa teşekkürlerimi iletiyorum, bir şey vermek gerekir mi ki bu durumda? Neyse, çoktan gitmiş ben düşünürken. Hafif yıpranmış bir kâğıt, defterden koparılmış; üstünde eğreti şekilde, yani daha doğrusu yıllardır eline kalem almayıp da bu öğleden sonra tekrardan yazı yazmaya karar vermiş birinin tükenmekte olan kalemle kucağında yazmış olabileceği biçimde “saat kulesi, bu gece, kimseye söyleme” yazıyor. Yok daha neler, böbrek avına çıkmış bir dolandırıcının dikkatini çekmiş olmalıyım yahut çocuklar arkadaşlarıyla bana oyun oynuyor… Kaybedecek bir şeyim olmadığını düşünerek gideceğim elbette, belki de son anda vazgeçerim, kim bilir…

Topuzlu kadın salondan son çıkanlardan, sanırım ben de öyleyim zira çocuk ve verdiği kâğıt yüzünden kapıya uzanan sıraya kaynak yapmayı başaramadım; söz aldığım sırada epey uzaktan da olsa, ki ben arka sıranın bir önündeki sütunun dibindeydim, beni görmüş olsa gerek, yanıma gelip elini uzatıyor.

“Merhaba, konu hakkında ilginç bir fikriniz var, bu arada ben Jade.”

“Jade mi? Nasıl isim o? Türk değil misin? Yani ‘iz’… Değil misiniz?”

“Babam Türk, neden herkes ilk başta bunu sorar?”

“Adettendir, ya memleket ya da meslek sorarız biz.”

“Evet, konuya dönecek olursak, olası bir paralel evren işgaline karşı kendimizi nasıl savunmamız gerektiğini düşünüyorsunuz?”

“Topla tüfekle değil elbette, girişleri bulup yok etmeliyiz, aksi takdirde sürekli destekte bulunurlar kendi müttefiklerine. İşgal için gelenler o girişleri açmak için büyük bir enerji kullanırlar diye tahmin ediyorum, kapatmak da kolay olmasa gerek, belki birkaç yıldızı feda etmemiz gerekebilir… Bağlantıyı kestiğimiz zaman varlıkları son bulur diye zannediyorum, bunun eminim bilimsel bir açıklaması da vardır, geçit yok olduğunda geçmişe yönelik bir dalga etkisiyle izler siliniyor olabilir. Böyle bir işgal çoktan gerçekleşmiş ve biz geçitler kapatıldıktan sonra her şeyi unutmuş da olabiliriz. Zamanın nasıl geçtiğini unutup da birden kendinizi sanki bir şeyleri atlamış gibi hissettiğiniz oluyor mu hiç?”

“Sanmam, bir hastalık belirtisi olabilir…”

“Ya da bir dış etkenin… Hiç X-Files izlediniz mi? Uzaylılar gelince bir zaman atlaması yaşanır, dizideki onca saçma şeyin yanında bu teori gerçek olabilir, idrak edemeyeceğimiz bir ana rastlayınca o kısmı atlıyor beynimiz, bir şeyler oluyor o sırada ama izleri kalmıyor aklımızda…”

“Ürkütücü ama kanıtlanabilir değil, idrak edemiyorsak idrak edemeyiz sonuçta… Ben daha çok belgesel seyrediyorum.”

“Tahmin etmiştim, Prison Break de izlememişsinizdir kesin.”

“Korkarım izlemedim… Size yalnızca bir tavsiyede bulunmak istemiştim, eğer ki söylediklerinize inanıyorsanız, ki az önce öyle gibi görünüyordunuz, düşüncelerinizi ortalık yerde ifade etmek sakıncalı olmaz mı? Paralel evrendekiler işgal etmeye çat kapı gelecek değiller elbette, önden casuslarını gönderiyor olabilirler, çoktan aramızda olabilirler…”

“Cylon hesabı yani… Bak bunu hiç düşünmemiştim…”

“Size de iyi günler.”

Kadın topuzunu da alıp gidiyor ve beni aklımdaki yeni sorularla baş başa bırakıyor…

“Beyefendi, salona paspas atacağım, çıkmanız gerekiyor.”

“Pardon, gidiyorum hemen.”

Evet, belki de çoktan aramızdalar, uzaktan seyredip not alıyorlar… Belki de birkaçımız hariç hepimiz onlara dönüşmüşüz, öyle bir sızmışlar içimize… Hem ne biliyorum ki, belki ben de onlardanım ama henüz bunun farkında değilim…

Evin yolunu tutuyorum, pandemi sonrası kalıcı olarak uzaktan çalışma dönemine ve ardından da hiç çalışmamaya geçiş yaptım; bu şekilde en azından geçinemiyor oluşumun sebebini işsizliğe bağlayabiliyorum, bir de çalışıp da geçinemeyenler var… Ufak tefek serbest işlerden birkaç kuruş kazanıp karnımı doyuruyorum, tabii ücretsiz etkinliklerden faydalanıp mideye indirdiklerimin de faydası oluyor. Bugünkü konferans biraz cimriydi ama, sadece meyve suyu…

Apartmanın girişinde komşunun serbest gezen kedisi dolanıyor, iki ıslık edip dikkatini çekmeye çalışıyorum boş yere, kendisi kapının altına sıkıştırılmış faturaları okumaya devam ediyor. İki kat yukarı, elbette merdivenlerden, asansör on yıldan beri çalışmıyor, sonrasındaysa sağdaki kapı. Karşı komşu yine tatilde, bu sefer Mısır’a gideceklerini söylemişlerdi, kötü semtte yaşadıkları için her ay iki farklı yurtdışı tatili yapıyorlar; gerçi bu sebeple iyi bir daireye güç yetiremiyor olabilirler. Bu benim için biraz sessizlik demek, bir şeyler yazabilirim belki, yani içimden gelirse…

Başlık ne olmalı? Aramızdaki uzaylılar… Çok sıradan, ucuz film adı gibi… Oldu olacak “Ben Bugün Uzaylı Gördüm! Bir Paralel Evren Rehberi: Bölüm 1 – Görünmeyen Tehlike” diyeyim de inceldiği yerden kopsun, sonuçta komedi yazmak yasak değil ya? Bunu web sitesinin moderatörüne sormalıyım, ayda iki bilim kurgu içerikli en az beş bin kelimelik makale için anlaşmıştık, hayata bir miktar gülümseme katma isteğimi hoş karşılamayabilirler…

Dizilerde sessiz bir anda yok yere aniden telefon çalar ya, işte öyle oluyor, fakat titreşimde olduğu için zor duyulan bir bızzt sesiyle; dizilerdekinin aksine telefonun nerede olduğunu bulmam epey vakit alıyor, bulduğumdaysa aramanın sona ermiş olduğunu fark ediyorum… Ekranda bir numara var, bende kayıtlı değil, yepyeni bir maceranın başlangıcını çöpe atmak pahasına geri aramamayı tercih ediyorum. Belki de IMF’nin başkanı (Hayır, o değil, Impossible Mission Force olan.) çok önemli bir gizli görev için bana ihtiyaç duyduklarını, adımıysa garip içerikler ürettiğim basit web sitesinin iletişim kısmında bulduklarını söyleyecekti; tabii internet satmaya çalışan bir şirket değilse arayan…

Bu gece saat kulesine gidecek miyim? Macera arıyorsam neden olmasın, elbette yanıma birini de çağırmak şartıyla. Kayıtlı numaralar arasında dolanıyorum: Açma 1, Açma 2, Arif (Elektrikçi), Banka, Berber Tarık, Berber Sadi, Berber Şükrü, Elektrikçi Arif, Faruk (Eczane), Galip, Hasan 2, İspinoz Marine Restoran, Jale, Jandarma… Hah, Kâmil; Kâmil olur ya, geçen aydan beri de görüşmedik, bir dolanalım dertleşelim derim. Ara ikonuna basıyorum, algılamıyor, birkaç kez tekrar basmam gerekiyor, sonra ana menüye dönüp bir kez daha deneyince aramaya başlıyor. Bu bekleme sesi miydi yoksa meşgul mü? Hep karışıyor…

“Alo, abi, naptın ya?”

“Ooo, Kamilim, nasılsın görüşmeyeli?”

“İyidir abi ya, iş güç işte, seni sormalı.”

“Biliyorsun beni de, ufak tefek işlerle devam işte, geçen gün yeni bir çeviri geldi, ona başladım, yüz sayfalık kısa bir kitap ama dili biraz ağır, hafiften zorluyor. Bak ne diyeceğim, akşam boştaysan bir turlayalım, olur mu?”

“Çok boş da sayılmam ama sen çağırırsan gelirim elbette, gelmemezlik yapmam.”

“Tamam, çağırıyorum o halde…”

“Gelirim abi tabii ki, gelirim…”

“Sanki biraz böyle gelmeyecekmiş gibi söyledin, işin varsa başka zaman yaparız.”

“Yok abi, olur mu öyle, gelirim ben gelirim…”

“Yok ya benim içime sinmeyecek böyle, hafta sonu çıkarız tamam mı, hem işlerini ayarlarsın hem de işin olmadığı için daha kolay olur…”

“Sen öyle diyorsan öyle olsun be abi…”

Bir miktar daha hâl hatır sormanın ardından konuşmamız bitiyor ve akşam için olası diğer müttefik adaylarını düşünürken buluyorum kendimi. Belki de Müfit… Yok ya, boş yere rahatsız etmeyelim çocuğu… Birden aklıma o an için çok iyi olduğunu düşündüğüm ama sonradan düşününce hiç de öyle iyi olmadığının farkına varacağım bir fikir geliyor: Dürüm söyleyeceğim! Evet, gece, artık tam olarak saat kaçta olması gerekiyorsa, oraya dürüm sipariş edeceğim ve sonra da kurye bana eşlik edecek çünkü ücreti arkadaşımla paylaşacaktık ve o da şu an saat kulesinin orada… Herhalde yanında bekliyordur, içinde olacak hali yok, bina eski. Böyle eski binaların kapılarını kilitliyorlardır umarım, yoksa daha da eskiyip giderler… Tamamını ben ödeyemez miyim? Ama kartım nedense çalışmadı şu an, sıkıntı çıkartıyor, a olamaz, süresi geçmiş kartımı getirmişim, hay aksi… Neyse hemen bir koşu şuraya gidelim bak kardeşim, söz bahşiş de vereceğim…

Dediğim gibi, bilgisayarın başında oturup boş ekrana bakarken fikir gayet iyiydi, gecenin 11:45’indeki ayazda ceketimin düğmelerini iliklemeye çalışırken dürümcünün bu saatte siparişe çıkmadığını işittiğimde bunun aslında berbat bir fikir olduğunun bilincine vardım. İçimde ufak bir parça başından beri bunun farkındaydı, yaratıcılığı öldürdüğü için sessiz olmasını söyleyip durduğum gerçekçi bir parça…

11:46 olurken geri dönmekle pizzacıyı aramak arasında gidip geldim. Dürümcünün eleman eksiği varmış yoksa normalde istediğim zaman getirirlermiş. Pizza kalan 14 dakikada hazır olur mu ki? Bunu düşünürken 13 dakika kalıyor… Zaman ne hızlı geçiyor. Biraz geç gitsem? Paralel evrendeki saat farkını gerekçe gösteririm belki…

“Merhaba.”

Ansızın gelen sesle ürküp telefonu düşürüyorum, ekrana bir çizik daha ekleniyor. Vakit kazanmak için bir süre ekranı kontrol edip kenarlarda biriken tozu siliyorum.

“Sizi burada beklemiyordum…”

İşte yüzleşme anı, ayağa kalkınca ya uzaylı ya da paralel evrenden gelen biriyle karşılaşacağım. Arkamı dönüyorum ve bir topuzla karşılaşıyorum; evet, sabahki konferanstaki kadın…

“Şaşırmış gözüküyorsunuz, bir başkasını mı bekliyordunuz?”

“Şey, evet, yazı halinde olduğu için sesinizden çıkartamadım…”

“Evet, yazarlar bazen bu tarz bilgileri aktarmayı unutuyor, işe bir parça sürpriz faktörü eklemek için sanırım… Her neyse, siz de mi saat kulesine?”

“Efendim?”

“Saat kulesi için davet almadınız mı?”

Buruşuk kağıdımı gösteriyorum, ondaysa altın baskılı bir davetiye var: Yüzyılın en büyük olayına şahit olmak için bu çok özel gösteriye davetlisiniz, evrende yalnız olmadığımıza inanıyorsanız gelin görün ki bu artık bir inanç meselesi olmaktan çıkmıştır.

“Evet, etkileyici bir slogan.”

Davetiyenin geri kalanında yer ve saat bilgisi mevcut. Şimdi ve burada…

“Yalnız davetiye olmadan almayacakları yazıyor.”

“Haklısın, bana gelende pek bir detay yoktu… Bu da bir davetiye sayılabilir aslında, sonuçta biri beni buraya davet etmiş…”

“Evet, muhtemelen yazmayı yeni öğrenen bir ilkokul öğrencisi…”

“Yine de bu bir davetiye, ilkokul öğrencileri davet edemez mi yani?”

“Neyse, geç kalmasak iyi olur diyorum ben…”

Ana caddeden bir miktar daha dar ve çok daha tekinsiz görünen ara sokağa sapıyoruz, göz kırpan bir sokak lambası adeta gelmeyin diyor, tabii işitene… Saat kulesi esrarengiz bir silüet oluşturmuş. Nedense böyle yerler hep terk edilir, farelerin ve ipsiz sapsız her ne varsa onun evi haline gelir… Çöplerin yığılı olduğu kısımda bir şey kıpırdıyor, insan mı yoksa fazla gelişmiş bir orangutan mı emin değilim… Gerçi İstanbul’da orangutanlar yaşamıyor, öyle değil mi? Belki de buna inanmamızı bekliyorlar…

“Sen ne yapıyorsun öyle?”

“Nasıl?”

“Deminden beri çöpe bakarak bekliyorsun da, sanırım bir iç diyalog yaşıyorsun… Hiç sırası değil!”

İç diyaloğuma yürüyerek devam ediyorum, Jade Hanım’a hayali bir dil çıkararak… Ama gelmişiz zaten, işte saat kulesinin kapısı, açılırken çok gıcırtılı olacak gibi duruyor. Nezaketen, yani asla Jade öyle durup da bunu benden beklediği için değil, kapıyı açıyorum. Özür dilerim, açamıyorum; kapı çok ağır ve sıkışmış gibi, gıcırdamayı bırak sessiz bir tık bile etmiyor. Duvardan destek alırken elim nedense başta fark etmediğim tuşa basıp zili çalıyor. Saat kulelerinin zilleri olabileceğini düşünmediğimden zihnim onu görmezden gelmiş olsa gerek… Arkama bakıyorum, kimse yok, güzel, rezil olmadım… Bir dakika, kimse yok mu?

Ben arkama bakarken önümdeki kapı aralanıyor, beyaz maskesi olan iki metrelik adam buyur edercesine elini uzatıyor. Girmeye çalışınca kolumdan tutuyor.

“Davetiye, beyefendi…”

“Ah, elbette, bir dakika…”

Cebimden buruşturulmuş kâğıdı çıkarıp düzleştirmeye çalışıyorum.

“Kusura bakmayın, yolda gelirken biraz hırpalandı da…”

Maskenin ardında adamın kaşlarını çattığını hissediyorum, anlaşılan başka sıkıntılar da var. Parmağıyla bir dakika işareti yapıp davetiyemle birlikte içeri gidiyor, herhalde amirine danışacak… İşte o an fırsattan yararlanıp kapının aralığından içeri dalıyorum. İçeriden bakınca kapıyı tutan elektronik sisteme bağlı mekanik aksam gözüme çarpıyor, az önce kapının yerinden oynamaması tesadüf değil. Terk edilmiş bir binaya göre fazla modern, fazla temiz. Hafif bir ışığın yansıdığı sağa kıvrılan dar geçit maskeli adamın gittiği taraf olmalı, ben tam tersine, karanlığa ve derine iniyorum. Buraya gelmeden önceki çekincem işin arkasında dolandırıcıların, hırsızların yahut şakacıların olmasıydı, üçüyle de hiç iyi değildir aram, fakat burada olanlar farklı; gizemli bir şeyler dönüyor ulu ortalık yerde…

Telefonun ışığı ile görebildiğim kadarıyla dik merdivenlerden inip geniş bir hole ulaşıyorum, duvarlar kalın, pürüzsüz betondan… Hastanelerde olduğu gibi steril bir koku geliyor burnuma, laboratuvar mı yoksa burası? Gözüme deney tüpleri çarpmıyor lakin, ortadaki kübik şekil dışında içerisi boş…

“İzinsiz girmemeliydiniz.”

Işıklar yanıp gözümü kamaştırıyor; duvarlar bembeyaz, yeni boyanmış, tahmin etmeliydim… Maskeli adam arkamda, başı hafif eğik duruyor, muhtemelen sıkkın bir bakış atıyor.

“Listeden kontrol ettim, davetli değilmişsiniz.”

“Biliyorum, beklediğiniz türden bir davetiyem yok ama biri beni buraya çağırdı, emin olun hiç sıkıntı çıkarmayacağım, sadece neler döndüğünü merak ediyorum.”

“Korkarım buna izin veremem, burada olanlar fazlasıyla tehlikeli, yalnızca önceden seçilmiş kişileri yanımıza alabiliriz.”

“Bir yere mi gidiyorsunuz? Sanırım buna cevap veremezsin, değil mi? Yetkili biriyle görüşebilir miyim peki?”

“Yetkili kişi burada değil, gitmenizi istemek zorundayım.”

“Yoksa ne yaparsın?”

Biraz sınırımı aşmış olmalıyım, uykusuzluğun verdiği cesaret belki de… Adam söylemeksizin yapıyor yapacağını, cebinden bir şey çıkartıyor, silah olduğunu düşünüp geri adım atıyorum ve hop! Başım sıranın üzerinde, sıkıcı bir konuşmaya kulak misafiri oluyorum; paralel evrenlerin zararsız oluşu tartışılıyor, yok artık!

Önce şaka olduğunu düşünerek etrafa bakıyorum, belki de bir vakitten sonra insana her şey aynı yahut benzer gelip bu deja vu hissi hâkim oluyor, fakat bu gerçekten dünün aynısı!

Süper gerçekçi biçimde geleceği görmüş olamaz mıyım rüyamda, fakat cebimde buruşmuş bir kâğıt var, üzerinde “saat kulesi” yazıyor; rüya olsaydı onun burada olmaması gerekirdi… Peki şu an yaşananlar rüya olamaz mı? Belki de adam beni vurdu ve bir sarsıntı geçiriyorum… Yoksa ölmek böyle bir şey mi? Ama ölmüş gibi de değilim, hayat devam ediyor, az önce panikle doğrulduğumda yanımda oturan kişi bana kötü kötü baktı, beni görebiliyorlar yani… İşe bak, insan bazen görünür halde olduğu için mutlu oluyor…

Çok hareket ettiğim için konuşmacının dikkati dağılıyor.

“Pardon, bir şey mi diyecektiniz?”

“Bana mı dediniz?”

“Evet, elinizi kaldırdığınızı düşündüm…”

“Hayır… Şey, aslında şu an garip bir durumun içinde buldum kendimi, belki de bana yardımcı olabilirsiniz.”

Sahtekarın teki değilseniz elbette…

“Durum şu ki bugünü yaşadım, yani az sonra size bütün anlattıklarınızın faydasız bir varsayım olduğuna dair bir yorum gelecek… Gerçi bir dakika, ben bunu söylediğim için zamanın akışı değişebilir, o zaman muhtemelen Jade Hanım bu soruyu sormaktan vazgeçer…”

Ön sıralar epey kalabalık, bir topuz zorlukla seçiliyor ama, başını sağa sola sallıyor gibi görünüyor. Evet, sorusundan vazgeçti…

“Sakin olun beyefendi, baştan başlayalım. Günün tekrar ettiğini söylüyorsunuz, bu kaçıncı kez oluyor?”

“İlk kez, henüz…”

“Tek seferlik bir zaman kayması… Bu anı özel kılan bir şey var mı? Neden bu ana dönmüş olduğunuzu soracak olsam, farz edin ki kendi isteğinizle döndünüz, ne derdiniz?”

Biraz düşünüyorum. Bu anı özel kılan bir şey var mı?

“Sanırım olayları tetikleyen şey benim bu gece saat kulesine gitmem olacak ve oraya gitmemi söyleyen mesajı burada aldım… İşin garibi o mesaj şu an cebimde…”

Kâğıdı çıkarıp gösteriyorum, adam uzaktan göremeyecek elbette ama bir şey tutuyorum işte elimde…

“Buraya gelirken elimde olmaması gerekiyordu, onu cips yiyen bir çocuk verecek bana.”

Salonda gülüşmeler oluyor, gürültünün ardında bir cips poşeti hışırtısı duyduğuma yemin edebilirim ama…

“Peki bu sabah evden çıkarken şemsiyenizi aldınız mı?”

“Ne saçmalıyorsunuz, hava günlük gü…”

Şemsiyem koltuğun yanında duruyor, onu almadığıma emindim oysa…

“Zannediyorum ki anlattıklarınız, tabii doğru veya yanlış olması size kalmış, ben tamamen teorik olarak ele alıyorum, sadece bir zaman kaymasından ziyade çapraz bir geçişi belirtiyor. Şemsiyenizi yanınıza almamış olmanız gerektiğini düşünüyorsunuz, çünkü size göre bugünün sabahı yağmurlu değildi, oysa salondaki diğer herkesin bildiği üzere bu sabah hava yağışlıydı. Bilinciniz bunu kabul etmese de siz de şemsiyenizi yanınızda getirmişsiniz… Bilincinizin bu versiyonu bu evrene, belki de çok küçük noktalarda farklılaşmış bu evrene henüz uyum sağlamış değil… Biraz daha düşündükten sonra kabullenmeye, bu sabahın gerçekten de yağmurlu olduğuna ve o kâğıdı da kendinizin yazmış olduğuna inanmaya başlayacaksınız… Çünkü gerçekler bu şekilde, lakin bunlar sizin gerçekleriniz değiller…”

Salonda sessizlik oluyor, tüylerim diken diken…

“Paralel evrenler onlara verilen isim açısından yanıltıcı olabilirler, her düğüm noktası çatallanarak sayısız alternatif evren meydana getirir ve hepsinin zaman akışı aynı değildir. Ülkeler arası saat farkı gibi düşünebilirsiniz aslında, buradan Amerika’ya gittiğinizde zamanda yolculuk yaptığınızı düşünebilirsiniz, çünkü saat orada geridedir, oysa sadece yeriniz, bizim durumumuzda da evreniniz değişmiştir…”

“Peki ne yapmalıyım?”

“Maalesef anlattıklarımın hepsi teori ve böyle bir yolculuğun nasıl gerçekleşebileceği konusunda pek bir fikrimiz yok…”

Konuşma bitiyor ve insanlar dağılıyor, en fazla dağılan ben olmalıyım. Konuşmacıyı yakalamaya çalışıyorum ama acele bir işi olduğunu ve maalesef bana vakit ayıramayacağını yapmacık şekilde üzülerek belirtiyor. Adam konuda bilgili belki ama bu bilginin ekmeğini yemek için var, gerçekten ilgili değil. Haklı belki de, ben de o kadar bilim kurgu yazıyorum ama biri gelip de yazdığım şey hakkında tartışmak istese o gün yapmam gereken acil bir işim olduğunu hatırlarım. Yazmak, üretmek, teori oluşturmak başka şey o işle ilgili danışmanlık faaliyetinde bulunmak başka…

“Adımı nereden biliyorsun?”

O sırada Jade gelmiş, tanımaya çalışırcasına çatık kaşlarla bana bakıyor; korkarım tanışmıyoruz, adını, evrenler arası çapraz geçiş yapmadan önce konuşmuş olduğumuz için bildiğimi anlatmaya çalışıyorum… Elbette paralel evrenlerin asılsız oluşunu savunan birine anlatması güç oluyor.

“Bu kadar yeter, kendinizi küçük duruma düşürmeyin lütfen…”

“Davetiye… Bir davetiye aldınız, kimin verdiğini söylemediniz ama siz de saat kulesine davetlisiniz.”

“Hayır, öyle bir davetiye söz konusu değil. Şimdi gitmem gerekiyor, umarım tekrar karşılaşmayız.”

Ama nasıl olur? Bu evren o kadar da farklı durmuyordu, bu evrende davetiye almamış mı? Sonradan aklıma geliyor, davetiyeyi gün içinde başka bir zaman almış olabilir, buraya geldiğinde davetiyesi olduğunu düşünmem hatalıydı…

Deli doktoruna görünmek dışında aklıma gelen ilk şeyi yapıp saat kulesinin yolunu tutuyorum. Hava aydınlıkken burası çok daha farklı görünüyor, köşelerde seyyar satıcılar, hurda elektronik satan tezgahtarlar… Kapıyı zorluyorum önce, eskisi gibi, gram oynamıyor yerinden; zile basıyorum ama işe yaradığına dair işaret yok…

“Ne ediyon sen orda?”

Muhtemelen biri verdiği için bu şekilde giyinen kahverengi kürk mantolu amca bir an beni hazırlıksız yakalıyor. Sadece bir an için ama…

“Bu kapıyı nasıl açıyorsunuz?”

“Açtığımızı da nerden çıkardın şimdi, sigaran var mı?”

“Açmayıp da ne yapıyorsunuz, giren çıkan yok mu buraya hiç? Sen buralarda mısın bütün gün?”

“Bütün gün burada durulur mu çocuk, arada uğruyorum sadece… De hadi, sigara var mı?”

“Yok be amca, ne sigarası, deli miyim ben?”

“Ben deli miyim? Baksana gözüme, ha? Baksana!”

Bakıyorum, bir parça delilik var aslında ama söylememek en iyisi…

“Yok, niye deli olasın?”

“İçiyorum çünkü çocuklar içmesin diye, anladın mı şimdi? Sigara yoksa beni uğraştırma…”

Arkasını dönüp giderken bir el sallıyor geriden, kürk mantosu dalgalanıyor köşeyi dönerken. Kapıya geri dönecek olursak, saat kulesinin etrafını turluyorum önce, bir aralık ya da pencere gibi bir şey arıyorum. Tepede bir pencere var aslında ama çok yukarıda, düz duvarlar konusunda hiç iyi olmadığımdan tırmanmayı denemiyorum bile. Belki şu civardaki evlerden birinden saat kulesinin penceresinden içeri bakabilirim, gerçi içeriyi görmenin bana bir faydası olacağını zannetmiyorum. Yakınlardaki bir banka çöküp biraz vakit geçiriyorum, davet buradaysa eminim birileri gelecektir.

Aslında her şeyi inkâr edip hayata kaldığım yerden devam edebilirim. Neden olmasın? Bir şey görmüş de değilim ki, belki de yanlış bir algı meselesi yalnızca… Bu evrenin benimkinden ne derece farklı olduğunu bilmem gerek, önemli şeyler yerli yerindeyse burada da devam edebilirim… Her şeyi unutup yeni bir hayata başlarım belki, bir miktar değişiklik iyidir…

Telefondan internete bağlanıp biraz yakın tarihe bakıyorum, çoğu şey yerli yerinde duruyor, bazı kısımlardan emin değilim ama sorun değil, geçen sene Survivor’ı kim kazanmış benim için o kadar önem teşkil etmiyor. Ardından telefon çalıyor, kayıtlı olmayan bir numara, açıyorum.

“Patron, açtı!”

Karşıdaki kişi telefonu bir başkasına uzatıyor.

“Sonunda yüzleşmeye karar verdin, öyle mi?”

“Merhaba, kiminle görüşüyorum?”

“Bırak bu numaraları, parayı hazırladın mı?”

“Ha… Hangi parayı?”

“Bana bak, şu şaşkın şaşkın konuşmaları bırak ve bir milyonu hemen hazır et!”

Telefon yüzüme kapanmadan önce son bir hece çıkıyor ağzımdan: “Ne?”

Anlaşılan tarihi geçmiş oldukça aynı olmasına rağmen (Gerçi onda da farklılıklar olabilir, kravat günü her mart ayının son pazartesi günü mü kutlanıyordu? Böyle bir gün var mıydı? Bu kısımlar biraz muğlak…) benimle ilgili bazı büyük farklılıklar var. Tehlikeli gözüken adamlara (Henüz kendilerini görmemiş olsam da kesin öyledirler.) büyük miktarda borcum var… Türk Lirası cinsinden diye umuyorum, yoksa durum daha da beter… Mobil bankadan hesabımda ne kadar para olduğunu kontrol etmek istiyorum ama şifre bir türlü olmuyor, bu evrendeki halimin sevdiği sayılar farklı herhalde… Uzun lafın kısası, evrenin mevcut hali bana çok uygun gözükmüyor, bu sebeple yapılması gerekeni yapıp itfaiyeyi arıyorum. Ara sokak olsa da kısa sürede ulaşıyorlar…

“İşte orada, ah şimdi pencereden girdi galiba. Bacağı sakat bir kedi, nasıl becerdiyse kulenin tepesine çıkmış, yardım edin lütfen.”

İki itfaiyeci düzeneği kullanarak yükseliyor, biraz kötü hissediyorum ama bunu yapmazsam daha kötü hissedeceğim ortada… Ben borç yapacak insan değilim ki, nasıl oldu bu iş şu evrende? İtfaiyeciler kulenin çatısında bir şey bulamıyorlar, koca adamlar tepedeki pencereden girecek değil ya, eski yapının kapısını sistematik bir şekilde söküp içeri dalıyorlar. Ben de yardımsever vatandaş olarak pisi pisi diye seslenerek peşlerinden gidiyorum… İçerisi tam olarak aynı değil, anlaşılan bu evrende davet yok ya da başka yerde olacak. Girişte bekleyen maskeli adam veya duvara asılı konuk listesi bulunmuyor. Yine sola sapıp aşağı iniyorum, buranın karanlığı benzer halde ama, kokusu da…

Soğuk bir metal yaslanıyor sırtıma.

“Burada istenmiyorsunuz, neyi anlamadınız? İlki bir uyarıydı, hayatınızı mahvetmek istemediğimiz için… Sonuçta, bizler iyi insanlarız…”

“Geri dönmeme izin verin.”

“O tren çoktan kalktı maalesef, sizin yüzünüzden her şey ortaya çıktı ve biz o sapmayı yok etmek zorunda kaldık. Geri dönecek bir dilim yok artık. Aslında burası da sizin için gayet yeterli olmalıydı, ama merak kediyi öldürüyor işte…”

“Bana engel olamazsınız.”

“Çoktan olduk…”

Klik sesi, beyaz ışık, bir an başım döner gibi oluyor, sonra dünya dönüyor… Gerçi dünya zaten dönüyor ama ben onu hissetmeye başlıyorum tüm benliğimle. Ardından ani bir duruş.

“Dediğim gibi, çok saçma, burada bir saat kulesi yok ki…”

“Ne dedin?”

“Beni dinlemiyor musun? Saat kulesi diyorum. Davetiye konusu bir şaka belli ki, bu saçma sapan yerde gece vakti ne işimiz var?”

Bu Jade değil mi? Gerçekten bu vakit burada ne işim var?

“Şey, bir an hafıza kaybı yaşadım, neden buradayız, söyleyebilir misin?”

“Çok komik, ben gidiyorum.”

“Bekle bir dakika, bana inanmalısın, yardıma ihtiyacım var.”

“Orası belli, yarın ilk iş bir psikoloğa görünmelisin.”

“Anlamıyorsun, ben ciddiyim, birisi bulunduğum evrenle oynayıp duruyor.”

“Yine o saçma hikâye… Tamam, bir kitap yazdın, epey iyi sattı, fakat gerçekle kurguyu karıştırmayı bırakmalısın.”

“Ben kitap mı yazdım?”

“Şu bilmiyormuş ayakları… Bunu kastediyorum işte, yeter artık.”

Saat kulesi dışında sokak aynı, kulenin olması gereken yerde küçük bir heykel yükseliyor: Baskıcı Bahri, 1321, Matbaanın İcadı. Yıllarla aram iyi olmasa da matbaayı icat edenin biz olmadığını iyi biliyorum.

“Söylesene, bugün ayın kaçıydı?”

“Kırk sekiz.”

“Kırk sekiz ne?”

“Kırk sekiz aslan.”

“Tamam…”

Vay canına, dev bir şakanın içinde olmalıyım; sırada ne var, fillerin sırtında giden bir disk dünya mı? Pes ediyorum, onların oyununu oynayalım bakalım.

Jade’i takip ediyorum, ana caddeye çıkınca park halindeki bir arabanın yan koltuğuna geçiyor, sanırım benim kullanmam gerekiyor. Temkinli şekilde araca binip ceplerimi yokluyorum.

“Anahtarlar…”

“Parmak?”

“Ne? Ha, tabii…”

Anlaşılan burada parmaklar anahtar yerine geçiyor, direksiyonun altındaki bir tuşa dokunup parmak izimi okutuyorum, neyse ki parola falan gerekmiyor…

“Aslında bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum, sen sürsen daha iyi olabilir.”

“O zaman otomatiğe geçsene.”

Jade orta tarafta yer alan ekranda bazı tuşlara basıyor ve araba uçmaya başlıyor. Benim kullanmamam iyi olmuş gerçekten…

Bu evrenle ilgili bazı gerçekler: Jade’in adı Jade değil Jale, çok da farklı değil aslında, bir harf değişmiş o kadar. Asistanım olarak çalışıyor. Zaman yolculuğu ve paralel evrenler içeren fantastik bir roman yazmışım, epey tutmuş, on küsür farklı dile çevrilmiş. Herkes kitabın devamını bekliyor, sanırım yazmaya başlamadan önce ilkini okumam gerekecek… Dünya tepetaklak olmuş gibi, benzer yanları var tabii ama bir o kadar da farklı… Teknoloji konusunda daha ileriler mesela, enerji problemleri yok, ama hayal güçleri kıt. Zamanı bile anlamlandırmada zorlanıyorlar, o yüzden paralel evren fikri onlar için olağanüstü derecede fantastik kalıyor… Başardılar, değil mi? Beni paralel evren diye bir şeyin olmadığı bir evrene tıktılar… Geri dönmememi garantilemek için keyfimin yerinde olduğu bir evren buldular… Süper zengin değilim ama hiç çalışmasam bile ömrümün sonuna kadar yeter bu para… Yahu matbaanın icat edildiği şehirde yaşıyorum, daha ne olsun? Değil mi?

Değil…

Pespaye mahallemi özledim… Burası fazla üst düzey, fazla yapay… Ben bu değilim…

Evren beğenmiyor gibi görünüyorum, biliyorum; lakin bence her şey yerli yerinde güzel…

Bu sefer acele etmeyeceğim. Önce şu yazdığım ilk kitabı okuyorum. Komik, geldiğim yerden bir dolu alıntı var, sanki bütün ilhamı farklı bir evrenden almışım gibi… Ardından kolları sıvayıp ikinci kitaba başlıyorum, ne kitap ama! Beni buraya tıkan o gizli grup hakkında doğru yanlış her şeyi yazıp çiziyorum, buna sessiz kalamazlar. Aradan bir yıl geçiyor elbette, yani dört yüz doksan sekiz gün…

Bu lanet yerde kitapları artık kâğıda basmadıkları için kitabın çıkışı zart diye dijital ortamda gerçekleşiyor, indirme sayısı hızla yükseliyor, birkaç saatin ardından yorumlar akmaya başlıyor. Kitabı gerçekten çok farklı, aşırı gerçekçi ve bir o kadar da dünya dışı buluyorlar, ne de olsa başka evrenin adamı yazdı… Birkaç gün sonra yorumlar arasında gezerken beklediğim şeyi görüyorum: Uslandığınızı zannetmiştik, bu sefer çizgiyi fena aştınız…

Evet, dikkatlerini çekmeyi başardım; bu evrende de adamları var ve beni buradan çıkarmak zorundalar. Yoruma dokunup mesajlaşma kısmına geçiyorum: Sonunda dikkatinizi çekebildim, beni normal bir yere gönderin lütfen!

Biraz bekliyorum, saat geç olduğu için ellinci kattaki ofisimde yalnızım; en iyisi biraz kahve yapmak… Dışarıda çakan şimşek yağmurun habercisi, bütün göğü aydınlatıyor… Bir dakika, bu çok fazla, beyaz ışık bütün görüşümü kaplıyor ve dünya yine dönmeye başlıyor…

Ne yani, artık uzaktan mı ışınlıyorlar? Oturup konuşulmuyor şu adamlarla… Oysa şartlarını kabul edecektim, kitabın sonunda yazdığım üzere, tek isteğim geri dönmek… Kitabın sonunu okumamış olabilirler mi? Belki de kurgusu hoşlarına gitmedi ve bıraktılar… Tüketiciye göre çoğu ikinci eser ilki kadar iyi olmuyor, mucize yapımların ilkinden parayı kırdıktan sonra başka biri olup çıkan yapımcıların ürettiği ardıl eser farklı bir şeye dönüyor. Yoksulluk içinde kafelerde yazılan bir dünyadan sonra, bir başka zamanın konforlu fildişi kulesinde yazılan dünya yabancı geliyor okura, damakta acımtırak bir tat bırakıyor… Bu da öyle belki, ilki kadar iyi değil, o yüzden sonuna ulaşamadılar…

Bu sefer boşlukta dönme işi biraz fazla mı uzadı ne? Önceki seferlerde bu kadar düşünecek vaktim olmamıştı… Düşünecek bir şey kalmayıncaya kadar düşünüyorum ben de… Geçmişi, olması gereken şimdiyi, geleceği… Anılar, pişmanlıklar, olasılıklar… Bir çığlık atıyorum ama kimse işitmiyor ve dönmeye devam ediyorum…

Bundan iyi hikâye çıkardı aslında, adına da saat kulesi demek lazım… Saat kulesi bir metafor belki de; bilinmeyeni, ulaşılamayanı temsil ediyor… Şimdiden bıkıyoruz, hayaller peşine dalıyoruz ve belki oraya ulaşıyoruz. Sonra da tek bir dileğimiz var: Geri dönmek… Geri dönecek bir yer kalmamış olsa da çabalıyor ve daha da uzaklaşıyoruz kıyıdan…

Dönüş aniden duruyor ve başım çok feci ağrıyor… Başım bir sıraya yaslanmış, gözlerimi açmaya çekiniyorum… Acaba neredeyim? Hafifçe şuradan baksam belki? Etrafta insanlar var… Tamam, yalnız değilim en azından… Bir konferanstayım… İNANAMIYORUM, O KONFERANSTAYIM!

Sevinçle kalkıp konuşmacının yanına koşuyorum.

“Sizi gördüğüme ne kadar sevindim anlatamam.”

Adam garip bir bakış atıyor, sanki o, o kadar sevinmemiş gibi…

“Obsecro Domine mitigare et resipisce. Non intellego quid dicas…”

“Ney?”

Tabii ya, şu gizli kader örgütünün cilvesi işte. Eski dünyanı mı istiyorsun? Al sana eski dünya! Altyazılı yaşarsın artık… Herkes anlamadığım bir dilde konuşuyor ve artık kim olduğumu dahi bilmiyorum… En azından bu konferansta ikram bol…

Top kekleri ağzıma tıkarak bidi bidi konuşan zibidileri seyrediyorum… Takunyalı bir çocuk gelip bana taştan bir tablet uzatıyor, sağlam bir el hareketi yapıyorum ama neyse ki çocuk anlamıyor.

“Git! İstemiyorum! HAYIR, TABLET İSTEMİYORUM!”

Kapıya dayanıp ürün satmaya çalışan esnaf inadı var çocukta, çareyi salonu terk etmekte buluyorum. Evet, hava güzel, temiz, öyle pek araç da yok… Burada yaşanabilir. Yavaş yavaş dilini öğrenirim, sonra kim olduğumu… Tamam ya, ısrara gerek yok…

“Ona söylemeliyiz sanırım…”

Tanıdık bir dil! Nereden geldi o ses? Şu pazar meydanı gibi olan yerden mi? Üç adam bana bakarak fısıldaşıyor, içlerinden biri kafasını hayır anlamında sağa sola sallıyor. Koşarak yanlarına gidiyorum, neyse ki kaçmıyorlar…

“Pekâlâ, sen kazandın. Artık sen de davetlisin, Evren Gözlem Birimine hoş geldin.”

Adam elini uzatıyor…

Hahaha… Hayır… Benimki sadece amatör bir meraktı, iş arayışında değilim. Arkamı dönüp kaçacak oluyorum ama kuvvetli bir el omzumu kavrıyor.

“Korkarım bu geri çevirebileceğin türden bir davet değil, ısrar etmek zorundayız…”

Böylece masa başı işten nefret eden ben, evrenler arası gözetleme işinde çalışan, üstelik maaş filan da almayan bir esir olup çıkıyor… Merak kediyi süründürür deseler daha doğru olurmuş… Bilgisayar başında yeni oluşan evrenleri çeşitli göstergeler üzerinden denetlerken bir parmağım hep yok et tuşunun üzerinde; öğrenilmemesi gereken sırlar var şu hayatta, ne olduklarını bilmesem de ben de artık onların bekçilerindenim…

Bazen geçmişi özlüyorum, bütün bu saçmalıkların farkında olmadığım dönemleri. Sonra birkaç kez yok et tuşuna basıp kendimi toparlıyorum, biraz da başkalarının hayatı mahvolsun, benim bir şikâyetim yok…

Masamda küçük bir kar küresi, içinde küçük bir saat kulesi… Bazen duvara atıp kırıyorum onu, ertesi gün gidip yenisini alıyorum pazardan…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.