Derin uykum dua sesleri ve zırlamalarla bölündü.
Gözümü açıp zaten uyumadan önce saatlerce izlemiş olduğum tavana baktım. Artık her bir girinti çıkıntısını, her bir renk dalgasını ayırt edebiliyordum. Karanlıkta bile. Gerçi yatak odam karanlık sayılmaz, hemen penceremin önünde bir sokak lambası olunca… Salak belediye n’olacak?
Ses dışarıdan mı geliyordu? Hayır, hatta başka bir odadan bile geliyor gibi görünmüyordu. Beynimin içindeydi ama bir o kadar da uzaktı. Şu an “tıpkı sevdiğim insan gibi…” diyesim geldi ama
a. hali hazırda tüm insanları salak buluyorum,
b. sıkıcı olmak istemiyorum
Bir an tüm o ağıtları ve hıçkırıkları hayal ettiğimi düşündüm. Sonraki an ne mi oldu? Gözlerimi kapatıp zıbarmaya devam ettim. Tabii şu an ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum ama yarın işe gidecek olan benim, siz değil tamam mı?
Uyumuş, huzurlu karanlığımda zaten gündelik hayatta da pek çalışmayan zihnimi dinlendirirken birden sahne değişti. Önce sanki ampul yakmışlar da ona dönerek gözlerimi kapatmışım gibi kırmızı bir arka plan belirdi. Arkasından demir parmaklıklar. Ayağımın altında siyah, toprak zemin biçimlendi. Yeri yaran beyaz mermerler mezar taşlarından başka bir şey değildi.
Uzakta bir kalabalığı görebiliyordum. Birini toprağa mı veriyorlardı? Bulunduğum yerden pek görünmüyordu, bu yüzden biraz yaklaşmayı denedim. Yürürken topraktan filizlenen yeşil otlara ve saniyeler içinde metrelece büyüyen ağaçlara bakıyordum. Nasıl bir yerdeydim ki, harikalar diyarı falan mı? Ama etrafta ne saatine bakan bir tavşan ne de flamingolarla kriket oynayan bir Helena Bonham Carter vardı. Ufak bir elma fidanının büyüyüp meyve vermesini hayretler içinde izlerken tökezledim. Adımımı yarıda kesen bir cisim yüzümden ufak bir çığlık atarak yere düştüm.
“Ya off biraz dikkatli olamaz mısın? Zaten ölmüşüm bir de üzerime falan basıyorsun!”
Kulağıma çalınan yakınma çok tanıdık bir sesti. Doğrulup pijamamdaki tozları temizlemeye çalışırken neye takıldığıma ve de sesin nereden geldiğine bakındım. Ayağımın ucunda ufak bir mezar taşı ve hemen onun yanında ayıcıklı pijamasıyla minik bir oğlan çocuğu. Bembeyaz teni yanık izleriyle dolu. Bükülmüş dudaklarından tükürük ve bir şey daha akıyor… bira mı lan o? Göğsünde kavuşturduğu kollarının altından etleri dökülen çürümüş sağ elini görebiliyordum.
“Ne yapıyorsun sen burada?” diyorum merakla “Ölü müsün?”
“Sana ne?!” diye bir çığlık atıyor çocuk “Saman ye! Daha doymadıysan beni ye!” Gıdaklar gibi bir kahkaha koparıyor.
Gözlerimi deviriyorum. “Çocuklaşma lütfen”
“Ben zaten çocuğum salak. Sallan da sümüğüne bak, ehe ehe. Ben senin ‘içindeki çocuk’um. Hani uzun zaman önce vazgeçtiğin ve görmezden geldiğin.”
“Off ne saçma bir rüya bu böyle” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Oha dur bir dakika madem rüya olduğunu farkettim o zaman lusid musid bir şeyler yaparak uyanamaz mıyım? Gözlerimi kapatıp odaklanıyorum, sonra tekrar açıyorum. Besbelli uyanamıyormuşum. Omuzlarımı silkip “Sana ne oldu peki, nasıl öldün? Yangında falan mı?” diyorum merakla.
“Aa bu izleri mi soruyorsun? Bunlar,” diyor sinirle “sen sigaraya başladığında çıktılar. Daha on üç yaşındaydın hem de. Malsın vallaha malsın.”
“Hıı bana mal falan diyorsun ama bir yandan da biraları götürüyorsun. Daha yaşına bak bir de, yedi anca varsındır. Ben içmeye başladığımda on dörttüm ulan!”
Tükürüğünü ağzında biriktirip balon yapıyor. Patlayana kadar şişirip gülüyor tekrar. Gülüşünde ürkünç bir şeyler var, grotesk gibi. Sesi çocuk sesi ama içinde otuz yaşında bir adamın da sesi var, yetmiş yaşında bir dedenin de. “Ağzımdan dökülen içki de senin eserin. Arkadaşında yatılıya kaldığında içmiştin ya, boğuldum resmen. Ölüm nedenim de oydu. Ha bu arada o geceden bahsetmişken,” deyip sağ kolunu uzatıp suratımın önünde sallıyor. Manzara karşısında kusmamaya çalışıyorum. “Bu yara da o geceden kalma. Hani video mu ne izlemiştiniz arkadaşlarınızla. Ayy sahi o gece yaptıklarınız ne iğrençti be.”
Homurdana homurdana arkamı döndüm. Kalabalığa doğru yürümeye başladım. Sinirimi bozdu bacak kadar velet. Yürürken gözüme bir başka kişi çarptı. Bir meşenin yakınlarında, mezar taşına yaslanmış saçlarıyla oynayan bir ergen. Zamanında benim yaptığım gibi uzatmış, dalga dalga omuzlarına düşüyor birer ikişer bukle.
“Merhaba,” diyorum “Acaba kim ölmüş biliyor musun? Kimin cenazesi bu?”
Donuk donuk bana bakıyor. “Bilmem, birilerinin işte. Sürekli ölüyorlar zaten, yetişemiyorum artık. Sen neden buradasın? Beni unutalı yıllar oldu. Şimdi mi aklına geldim?”
Delikanlıyı incelediğimde garip bir kefen giydiğini görüyorum. Kağıttan yapılmış sanki, cevap anahtarlarından, ders kitaplarından, soru kitapçıklarından. Tüm bunların arasından CVmi görüyorum sanki. “Sen hangi yönümsün o zaman?” diye soruyorum merakla. Madem bu salak rüya bütün gece devam edecek bari meşgul olayım, değil mi?
Çocuk sırtını verdiği mezar taşını gösteriyor çekilerek. Çeşitli resimler var mermerin üstünde, kenarlara çiziktirilmiş bir kaç şiir. Kazınmış bir kaç nota. “Ben” diyor “senin sanatçı yanınım. Akademik hırsların için terkettin beni. Hoş, sonra o hırslarını da terkettin ya. Seni sen yapan her şeyi terkettin be adam, her şeyi! İnsanlığını kaybettin. Sistemin çarklarına takılı kaldın sen de diğerleri gibi. Sürünün bir parçası oldun.”
“Öyle deme” diye itiraz ediyorum “Eğer sürünün parçası olmasaydım kurtlara kapılacaktım. Hem sürü olmadan kışları üşüyorum, yazları pişiyorum. Yaşamak için ihtiyacım var onlara. Ha bir kaç şeyimden feragat etmişim, nolmuş yani?”
“Elinin körü olmuş. Hatırlamıyor musun, sürü seni vaktinde nasıl da dışlamıştı? Şimdi onlara sürüne sürüne dönmek nasıl bir gurursuzluk? Bazen yaşamak yerine onurunla ölmeyi tercih etmen gerekir. Bak Sturm’e. Bak Gandalf’a. İnandıkları şey için kendilerini feda ettiler, unuttun mu?”
“Sen” diyorum “kendini yetişkin zanneden küçük bir çocuksun. Aptalsın ve hayatı hiç tanımıyorsun. Orta Dünya’da veya Krynn’de yaşamıyorum. Ayaklarımın yere basması gerek. Olgun ol biraz!” Cevabını beklemeden çekip gidiyorum yanından. Cahil bir ergen işte diyorum kendime, sakin ol.
Biraz önce oluşmuş taş yolda yürürken bir başka ses geldi kulağıma. “Hey ezik!” Dönüp baktığımda ‘kazanan’ olduğunu zanneden bir genç gördüm. Kaç yaşındaydı? Yirmi? Kolları kaslı, saçları iyi kesimli, şık giyimli, gözünde nerd gözlüğü. Elinde dosyalar ve kitaplar var. “Hey ezik,” diyor tekrar. “Ne oldu sana? Lisende birinci, şehrinde on üçüncü olmamış mıydın? Üniversiteni dereceyle bitirmemiş miydin? Problem ne? Niye bu kadar hırssız ve düşkünsün? Off bir zamanlar benim gibi başarılıymışsın. Umarım senin gibi dibe vurmam!” Sözünü bitirip arkasını dönüyor, uzaklaşıyor.
“Eğitim her şey değil!” demek istiyorum arkasından. “İş bulamayınca seve seve garsonluğu bile kabul ediyorsun. Hayatını kazanman gerek.” Hiç bir şey söylemiyorum. Nasıl olsa kendisi öğrenecek bunları. Hiç bir şeyin o kadar kolay olmadığını, hiç bir planının düzgün yürümediğini görecek.
Yürümeye devam ettim. Yürüdükçe yürüdüm. Pek çok mezar taşını, pek çok ölüyü geçtim. En sonunda kalabalığa vardım. Birilerini itip kakarak önlere geçtim, ama cesedin üstünü çoktan kapatmışlardı. Yanımda ağlayan adama sordum sessizce.
“Ölen kimdi? Adı neymiş? Neden ölmüş?”
Adam gözyaşlarını bastırmaya çalıştı ama daha da beter feryat etti. “O… o Hayalperest’ti. Bugün başvurduğu bir şirketten reddetmişler. O da ne zamandır hastaydı, bu son yükü de kaldıramadı.”
“Vah vah, üzüldüm.” dedim. Gerçekten üzülmüştüm. “Ben Mehmet bu arada.”
“Hangimiz değiliz ki? Ben Duygusal’ım. Sen hangi tarafsın?”
“Ben… Mehmet. Sadece Mehmet.”
Kalabalığın içinde bir adam bana döndü. “Ne demek sadece Mehmet? O Mehmet değilsin ya?!”
“Sanırım öyleyim. Neden ki?” dedim şaşırarak.
“Sen bizim için bir hayal kırıklığısın!” dedi bir başka adam. “Herkesin ölümünden sen sorumlusun! Sen hepimizin yaratıcısı ve hepimizin katilisin!”
“Ve” diyor eli bıçaklı, cani gibi görünen adam “Arkadaşlarımızın intikamını almamız gerek.”
“Durun bir dakika,” diyorum “Madem hepiniz benim bir parçamsınız; ve madem burası benim iç dünyam, öyleyse beni öldürürseniz siz de ölürsünüz.”
“Eh ölüyoruz zaten” dedi depresif görünen bir tanesi. “Her gün birilerimiz hastalanıyor ve ölüyor. Yavaş yavaş zehirleniyor burası. Gittikçe diğerleri gibi oluyorsun, robotlaşıyorsun. Bizi değersizleştiriyorsun. Madem yavaş yavaş da olsa öleceğiz, bari acı çekmeden hızlıca bitsin bu iş.”
Son gördüğüm üzerime gelen insanlar oluyor. Gözlerim kararıyor, uzuvlarım acıyor, paramparça oluyormuşum gibi hissediyorum. Belki de gerçekten paramparça oluyorumdur. Bilmiyorum…
* * *
Temizlikçi kadın homurdanıyor pis kokuyu duyunca. “Et falan unuttu açıkta zahir,” diyor bıkkınlıkla. Anahtarı sokuyor deliğine, çeviriyor hızla. Evin sahibi çoktan işe gitmiş olmalı, dikkat etmesine gerek yok diye düşünüyor. Kapıyı açıp hızla mutfağa yöneliyor pis kokunun kaynağını bulmak için. Yolun üstünde yatak odasının kapısını açık görüyor. Donakalıyor sonra. Patronunu görüyor, patronunun bedeni demek daha uygun olur belki de. Kan lekeli elleri, parçalanmış vücudu, dışarı saçılmış iç organları, kocaman açılmış gözleri görünce öğürüyor kadın. Ardından bir çığlık koparıyor, imdat çağırarak. Belki de ölene kadar unutmayacağı bu manzaraya son bir kez bakarak, keder ve tiksintiyle kazıyor hafızasına.
Tebrik ediyorum Umut. Kendini geliştirdiğini görmek mutluluk verici. Bir şeyler anlatma derdindesin, bunları bir öyküyle harmanlamaya çalışıyorsun. İkisinin arasında gidip gelmeler kabul edilebilir bir mevcudiyette. Bu oranı doğru kurduğun zaman zaten büyük yazar olmaya adım atmışsın demektir.
En büyük ihtiyacın kendini iyi edebiyatla beslemek, hepimiz gibi. Beslenip büyüyeceğiz.
Öykünün ismi bir harika bu arada. Eline sağlık.