Not: Bu öyküyü okumadan önce, YEMİN ve ÖÇ adlı öyküyü okumanız olay örgüsünü kavrayabilmeniz açısından yararlı olacaktır. |
Barbar Brann, yüksek ve kayalık bir yamacın tepesinde durmuş, tek ayağını irice bir kayanın üzerine atmış vaziyette etrafı seyrediyordu. Sırtına astığı, Biçici isimli çift elli kılıcı güneş ışıklarının altında pırıl pırıl parıldamaktaydı. Aniden hafifçe esen bir rüzgâr sarı saçlarını savurduğunda gözlerini kapadı ve derin bir nefes alarak temiz havayı özlemle içine çekti.
“Lanet rüzgâr!” diye bir homurdanma geldi hemen sağından. Brann gülümseyerek o tarafa baktı ve cüce dostunun rüzgârda uçuşan bir harita ile boğuşmakta olduğunu gördü.
“Güzel bir hava, değil mi?” diye sordu Brann muzipçe. Asabi cüce sadece burnundan solumakla yetindi ve haritasını düzeltip genişçe bir kayanın üzerine serdi. Bir hazine haritasıydı bu. Son maceralarında yendikleri korsanlardan ele geçirmişlerdi haritayı. Üstelik bunun gibi birkaç hazine haritası daha vardı ellerinde. Yalnız bir sorun vardı. Haritalar şifreliydi ve kaptanın seyir defteri olmadan okunmaları imkânsızdı. Neyse ki haritalarla birlikte seyir defterini de ele geçirmişlerdi. Buna rağmen haritayı okumakta oldukça zorlanıyorlardı. En azından cüce, yani Korban Boltforger zorlanıyordu. Brann okuma bilmiyordu çünkü…
“Kabul et sakallı dostum, kaybolduk.” dedi Brann, etrafı seyretmeye devam ederek.
“Pöh! Bir cüce asla kaybolmaz!” diye bağırdı Korban Boltforger.
“O zaman neden yarım saattir burada durmuş, senin haritayı incelemeyi bitirmeni bekliyoruz?” diye sordu Brann, bıyık altından gülerek.
“Ben… Sadece doğru yöne gittiğimizden emin olmak istiyorum, hepsi bu.” diye geveledi cüce.
“Eminim öyledir.” diye kıkırdadı barbar.
“Bir cüce asla kaybolmaz! Biz karanlık tünellerimizde bile hiç ışık olmadan yolumuzu bulabiliriz!” diye kükredi Korban.
“Karanlık tünelleri bilemem ama parlak gün ışığı altında bir köstebek kadar kör olduğunuz kesin.” dedi hâlâ kıkırdayan Brann.
Bunun üzerine cüce bir homurtu koyuverdi ve ellerini beline koyup barbara şöyle bir baktı.
“Kimsenin benimle alay etmesine izin vermem, barbar. Bunu bilmiş ol. Özellikle de lanet bir korsanın aptal haritası yüzünden…”
Tam o esnada yeniden esmeye başlayan rüzgâr haritanın tekrar uçarak cücenin suratına yapışmasına neden oldu.
Cüce bir taraftan ellerini kollarını sallayarak haritayı yüzünden çekmeye çalışırken bir taraftan da “Lanet olası rüzgâr! Lanet olası korsanlar ve onların lanet olası haritaları!” diye öfkeyle bağırmaya başladı.
Brann artık kahkahalarını gizleyemiyordu.
“Ve lanet olası barbarlar!” diye kükredi Korban, gülmekten iki büklüm olan Brann’ı gördüğünde. “Pekâlâ! Demek kaybolduğumuzu düşünüyorsun barbar efendi. Gel de sana yön bulmadaki ustalığımı ispatlayayım.” dedi ardından da. Bir eliyle haritayı tekrar kayanın üzerine serdi diğer eliyle de Brann’ı yanına çağırdı.
Brann, yüzünde bir türlü engelleyemediği büyük bir sırıtışla dostunun yanına ilerledi ve cücenin omzunun üzerinden bakarak haritayı incelemeye başladı.
Korban bir süre hiç konuşmadan, homurdanmalar eşliğinde haritayı incelemeye devam etti. Bir yandan haritadaki yazıları seyir defterindeki şifrelerle karşılaştırırken diğer yandan da kalın, tıknaz parmaklarıyla yol olduğunu umduğu kalın çizgileri takip etmekteydi.
“Haritaya göre…” diye başladı konuşmasına. Bunu söyleyeceği bir şeyi olduğundan değil de daha çok artık bir şeyler demesi gerektiğinden söylemişti.
“Evet?” diye sordu Brann kaşlarını havaya kaldırarak.
“Haritaya göre… Öhöm… Haritaya göre Güneye gitmemiz gerekiyor.” diye beyan etti ardından. Sonra da başını kaldırdı ve “Yani bu yöne…” diyerek işaret parmağı ile yamaçtan aşağı inen yolu gösterdi.
“Orası Doğu…” dedi Brann.
“Her ne haltsa işte!” diye bağırdı Korban öfkeyle. “Gitmemiz gereken yön o taraf. İşte bu kadar!” diye ekledi ardından ve ağır çizmeli ayaklarını yere sertçe vurarak yamaçtan aşağı inmeye başladı.
Brann kısa bir süreliğine cücenin ardından gülümseyerek baktı ve başını iki yana sallayıp onu takip etmeye başladı. Yanlış yolda olduklarından emindi. Sonuçta o bir barbardı ve haritalardan anlamıyor olsa bile sadece rüzgârın esiş yönünden bile ne tarafa gittiklerini az çok tahmin edebiliyordu. Ve biliyordu ki şu an gittikleri yol kesinlikle gitmeleri gereken yön değildi. Yine de uzun zamandır karadan uzak kalmış olmanın da etkisiyle halinden hiç de şikâyetçi değildi. Açık arazide yürümeyi, dağlarda ve tepelerde dolaşmayı çok özlemişti. O yüzden bir müddet daha buna katlanabilirdi. Bir müddet daha…
***
Hava artık iyice kararmıştı ve ikili hâlâ yollardaydı. Tam kamp kurmaya karar vermişlerdi ki Brann’ın keskin gözleri uzaktan yansıyan bir grup ışığı fark etti.
“Bak… Bir yerleşim yeri olmalı.” dedi Brann.
“Hmmm… Garip. Haritada bu civarlarda bir köy ya da kasaba görünmüyordu.” dedi Korban, düşünceli bir sesle.
“Ona bakarsan haritada az önce tırmandığımız dağ da görünmüyordu.” diye yanıtladı Brann.
“Üstelik diyarların bu tarafında bir kasaba olduğunu da hiç duymamıştım.” dedi cüce, barbarın söylediklerini duymazlıktan gelmeye özen göstererek.
“Belki de küçük bir yerleşim yeridir. O yüzden adını kimse duymamıştır. Ya da çok yeni…”
“Küçük ya da yeni, şu anda yorgun ayaklarım için hiç fark etmiyor. Dost oldukları ve sıcak yemekleri olduğu sürece benim için de fark etmez. Haydi, gel. Gidip şuraya bir yakından bakalım.” dedi Korban. İki arkadaş yavaşça fakat temkinli bir şekilde ışıklara doğru yürümeye başladılar. “İlginç… Çevrede hiç kuş ötmüyor.” dedi Brann. Fakat yürürken hiçbir sorunla karşılaşmadılar.
Brann tahminlerinde haklı görünüyordu. Burası gerçekten de oldukça küçük bir kasabaydı. İki düzineden biraz daha fazla sayıda evi ve tek bir meydanı vardı. Meydanın tam ortasında ise üzerinde şık bir çardak bulunan taştan bir kuyusu… Kasabaya vardıklarında büyük bir ilgi ve samimiyetle karşılandılar. Tüm kasaba hep bir ağızdan sözsüz bir şarkıyı söylüyor, hiç konuşmuyorlardı. Gülümseyen yüzlerle yeni gelenlerin etrafını sardılar ve onlarla samimi bir şekilde el sıkıştılar.
“Selam olsun iyi insanlar.” dedi Korban. Ama karşılık olarak hiçbir söz gelmedi. Sadece şarkı vardı. Brann, onlar geldikleri zaman mı şarkıya başlamışlardı yoksa onlar gelmeden önce de söylüyorlar mıydı emin olamadı. Şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir bakışla Korban’a baktı. Korban ise sadece omuz silkip “Kafayı yemişler.” demekle yetindi. Ama Brann öyle düşünmüyordu. Şarkının ezgisi barbarı adeta büyülemişti. İçinden bu insanlara katılmak ve şarkının sözsüz ezgisini onlarla birlikte mırıldanmak için korkunç bir arzu duyuyordu. Kalabalığın arasından sıyrılan birkaç genç ve güzel kız Brann’ın kollarına girdiler. Bazıları da cüceye yöneldi. Hatta kızlardan biri cücenin sakalını bile okşadı.
“Moradin’in sakalı… Bunlar hayatımda gördüğüm en güzel kızlar!” diye mırıldandı kızaran cüce. Brann kafa sallamakla yetindi. Onu hayal meyal duyuyordu. Karşısındaki eşsiz güzelliğin etkisine kapılmıştı. Kızlar kıkırdayarak ellerinden tutup iki yol arkadaşına yol göstermeye başladılar.
Meydana bakan geniş, tek katlı bir yapıya doğru yöneldiler. Kasaba halkı da şarkılarını mırıldanarak onları takip ediyordu. Az sonra binanın içindeydiler. Görünüşe göre burası bir handı. Hem de oldukça kaliteli, iyi döşenmiş bir han… Altın sarısı duvarlarını pahalı tablolar ve elişi kilimler süslüyordu. Renkli camları olan gösterişli pencerelerinden de yine altın sarısı ışıklar süzülüyordu içeriye. Tam ortada oldukça büyük bir şömine davetkâr çıtırtılar eşliğinde yanıyor ve tüm salonu ısıtıyordu. İrili ufaklı bir sürü masa sıralanmıştı içeride. Kızlar, yol arkadaşlarına bu masalardan birinde yer gösterdi. Masa anında yiyeceklerle donatıldı ve çalgılar çalmaya başladı. Yine sözsüz bir şarkıydı çalan. Fakat bu seferki daha hareketli, insanın kanını kaynatan cinsten bir ezgiydi.
Korban önündeki yiyeceklere hayretle baktı. Uzun zamandır böylesine zengin bir sofra görmemişti. Kendisini rüyada gibi hissediyordu. Etrafındaki her şeyin çok hülyalı bir hali vardı sanki. Başka bir genç kız yanına gelip kendisine bir kupa bira ikram etti ve içmesini işaret etti. Korban teşekkür mahiyetinde başını bir kez eğdi ve kupayı aldı. Ama hemen içmedi. Yan tarafına baktığında başka bir genç kızın Brann’ın kucağına oturduğunu ve kollarını genç barbarın boynuna doladığını gördü. Brann’ın ise yüzünde aptalca bir ifadeyle kıza bakmakla meşgul olduğunu fark etti. Sanki büyülenmiş gibi…
Büyü!
Birden Korban Boltfoger’ın beyninde tehlike çanları çalmaya başladı. “Burada bir şeyler feci şekilde ters. Ya da ben sakallı bir gnomum.” diye mırıldandı ve gözlerini sımsıkı yumup kafasını hızlıca sağa sola silkeledi. Irkının büyüye karşı dayanıklılığı yardımına koşmuştu. Gözlerini tekrar açtığında şaşkınlıktan elindeki kupayı düşürüverdi. Güzelim han, gözlerinin önünde yavaşça çürümeye, duvarları dökülmeye başladı. Sofradaki güzelim yiyecekler yavaşça bozularak kurtlanmış çöplere dönüştü. Pencerelerden süzülen altın sarısı ışıklar ise yerlerini grinin koyu ve iç karartıcı tonlarına bıraktı. Cüce hemen tekrar dostunun olduğu tarafa baktı ve şaşkınlığı yerini dehşete bıraktı. Barbarın kucağında genç bir kız yerine iğrenç bir yaratık oturuyordu artık. Daha önce cücenin gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Simsiyah, şekilsiz bir yaratıktı. Sanki bir gölgeydi ama aynı zamanda da değildi. Ahtapot benzeri kollarını Brann’ın vücuduna dolamış, sivri dişlerini genç adamı boynuna geçirmek üzereydi. Cüce hızlı bir hareketle masadaki iri bıçaklardan birini kaptı ve Brann’ın kucağındaki yaratığa doğru fırlattı. Yaratık darbenin etkisiyle Brann’ın kucağından uçarak fırladı ve karşıki duvara hızla çarptı. Brann öfke dolu bir homurtuyla ayağa kalkıp cücenin bileklerine yapıştı.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen Korban Boltforger? Aklını mı yitirdin?” diye bağırdı cüceyi sarsarak. Korban ise barbara bakmıyordu bile. Faltaşı gibi açılmış gözlerle Brann’ın omzunun üzerinden az önce vurduğu yaratığa bakmakla meşguldü.
“Bak… Ona bak!” diyebildi sadece. Brann arkasına bakmak istemiyordu. Şu anda tek istediği Korban’a okkalı bir yumruk patlatmaktı çünkü bu lanet cüce az önce bugüne kadar gördüğü en güzel kızı soğukkanlılıkla öldürmüştü. Arkasına bakıp da kızın kanlar içindeki bedenini görmek yapmak istediği son şeydi. Yine de cücenin yüzündeki dehşet ifadesi ona bir şeylerin feci derecede ters olduğunu söylüyordu. Aklı karışmış bir şekilde kafasını çevirdi ve genç kızın yaralı bedenini gördü. O bakarken kızın bedeni yavaşça şekil değiştirerek korkunç bir biçim almaya başladı. “Tempus adına…” diye mırıldandı şaşkınlıkla. Brann hayretler içinde izlerken kızla birlikte han ve içindekiler de değişti. Tüm müşteriler, çalgıcılar, garsonlar… Hepsi birer yaratığa dönüşmüştü. Onlar bakarken Korban’ın yaraladığı yaratık ağır ağır yığıldığı köşeden kalktı ve bedenine saplanan bıçağı sökerek çıkardı. Bıçağın açtığı yara anında kendiliğinden kapanmaya başladı. “Galiba başımız dertte evlat.” diye mırıldandı Korban. Yaratık ise sadece başını geriye atıp kahkaha benzeri bir ses çıkarttı. Ardından da elindeki bıçağı son hızla ikilinin üzerine fırlattı.
Brann son anda hâlâ sımsıkı tuttuğu cücenin bileklerini bırakmayı akıl etti ve ikili kendilerini çabucak yere atarak bıçağın yolundan çekildiler. Hemen ayaklanıp silahlarını çektiler ve sırt sırta verip rakiplerini karşılamaya hazırlandılar. Hanın içerisindeki tüm yaratıklar etraflarını sardı ve ahtapot benzeri kara kollarıyla saldırdılar. Brann, Biçici’yi sertçe savurdu ve üzerlerine gelen kara dokungaçların birkaç tanesini biçti. Yere düşen dokungaçlar tozlaşırken kesilen kolların yerine hemen yenileri belirdi. Cüce baltasını savurarak yaratıklardan birini ikiye böldü. Ama yere düşen yaratığın ayaklanması pek de vakit almadı.
“Silahlar işe yaramıyor!” diye bağırdı Korban.
“Çemberi daraltıyorlar! Buradan hemen çıkmamız gerek!” diye yanıtladı Brann. Sonra birdenbire aklına gelen çılgınca bir fikirle yanlarında duran yemek masasını kaptığı gibi büyük bir kuvvetle üzerlerine gelen yaratıklara doğru fırlattı. O anda kimsenin beklemediği bir şey gerçekleşti ve çarpışmanın etkisiyle yaratıklar bir anda bir toz bulutuna dönüşüverdi. Hayır, toz değil…
“Kül… Bu yaratıklar külden ibaret!” dedi Brann şaşkınlıkla.
Korban ise “Bırak şimdi külü mülü! Hemen çıkalım buradan!” diyerek ileri atıldı. Onlar kapıya doğru koşarlarken yerdeki küller tekrar birleşmeye ve yaratıklar tekrar ayaklanmaya başlamıştı bile.
İkili can havliyle kendilerini hanın kapısından dışarı attılar. Gördükleri manzara bir an için duraksamalarına neden oldu. Köy tam bir savaş meydanı gibiydi. Etraflarındaki tüm evler yıkık döküktü ve sağda solda insan iskeletleri görmek mümkündü. Tüm zemini ve tüm binaların üzerini yoğun, koyu gri bir kül tabakası kaplamıştı. Kasabanın arka taraflarında bir yerlerden yeşil bir ışık sütunu gökyüzüne doğru uğursuz bir biçimde yükseliyordu. Gökyüzü ise aynı yeşilin hastalıklı bir tonu ile üzerlerinde parıldamaktaydı. Sanki kasabaya girdiklerinde duydukları müziğe nazire yaparmışçasına etraflarında hiç kesilmeyen gürültülü bir uğultu vardı.
“Bu lanet olası şey de ne böyle?” diye sordu Korban, işaret parmağı ile ışık sütununu göstererek. Sesini duyurabilmek için bağırarak konuşması gerekmişti.
“Bilmiyorum!” diye yanıtladı Brann, uğultuyu bastırmaya çalışarak. “Ama her ne ise sorunumuzun kaynağı o olmalı!”
“O halde o tarafa gitmiyoruz!” dedi Korban.
“Hayır, tam aksine. O tarafa gidiyoruz!” dedi Brann.
“Sen delirdin mi barbar? Orada ne old…”
Derken ayaklarının dibindeki küller kaynıyormuşçasına hareket etmeye başladı ve zemini kaplayan küller yaratıklara dönüşmeye başladı.
“Koş!” diye haykırdı Brann. Korban’ın bu lafı ikiletmeye hiç niyeti yoktu. Fakat zemindeki küllerin de avlarını kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Zeminden fırlayan dokungaçlar ikilinin ayaklarına dolanıp yere kapaklanmalarına neden oldu. Onların yere düşmesini fırsat bilen yaratıklar ise hızla üzerlerine atıldı. Kılıcının işe yaramayacağını bilen Brann bu kez yumruklarını konuşturdu. Güçlü barbarın balyoz gibi inen yumrukları karşısında külden yaratıklar fazla dayanamadı ve toz olup havaya dağıldılar. Korban ise küçük hançerini almış ayaklarına dolanan külden kollardan kurtulmaya çalışıyordu. “O işe yaramaz!” dedi Brann ve iki elini birleştirip kül dokungaçların üzerine okkalı bir darbe indirdi. Kollar anında toz bulutu haline geldi. Fakat küller yeniden şekillenmeye başlamıştı bile. İkili hızla ayağa kalkıp ışığın kaynağına doğru koşmaya başladı.
Işık, kasabanın sonundaki evlerden birinden geliyordu. Ev, çatısı haricinde sağlamdı. Çatısında ise kocaman bir delik vardı ve şüpheli ışık sütunu bu delikten gökyüzüne doğru yükseliyordu. Barbar ve cüce yaklaşırken evin kapısının önünde bir düzine kadar yaratık küllerden fırladı ve girişi kapadılar. Aynı anda arkalarında da bir o kadar yaratık daha ortaya çıkıverdi.
“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Brann.
Korban cevap vermek yerine bir savaş narası attı ve başını öne eğerek kapının önünü kapayan yaratıklara doğru hızlı bir koşu tutturuverdi. Bir şahmerdan misali yaratıklara çarparak onları birer toz bulutu haline getirdi.
Koşarak cücenin yanına gelen Brann “Müthişti dostum.” diyerek Korban’ın sırtını sıvazladı.
“Babam her zaman ‘Sıkıştığın anlarda kafanı kullanacaksın evlat!’ derdi.” diye kıkırdadı cüce.
Brann bir tekme ile evin kapısını açtı. Işık ve sesler burada daha da kuvvetliydi. Hayretle kasabadaki diğer evlerin aksine bu evin hâlâ sağlam olduğunu gördüler. Korban yüzünü ekşiterek “Büyü!” diye homurdandı yine. Kapıyı arkalarından hızla kapatıp önüne bir barikat kurdular. Yerdeki halıyı da kapı aralığına çekip küllerin içeri süzülmesini engellemeye çalıştılar.
“Bu onları bir süre dışarıda tutar.” dedi Brann, sesini duyurabilmek için bağırarak.
“Ya da bizi içeride…” diye homurdandı cüce. “Orada ne olduğunu bile bilmiyoruz!” diye haykırdı bir parmağı ile ışığın geldiği yeri göstererek.
“O zaman öğrenelim.” dedi Brann, korkusuzca. Kılıcını çekerek ışığa doğru ilerledi.
Işık, evin arka odalarından birinden geliyordu. İkili dikkatli bir şekilde odaya yaklaştıklarında ilginç bir manzara ile karşılaştılar. İçeride tek kolunu yüzüne siper etmiş cüppeli bir adam vardı. Muhtemelen bir büyü kullanıcısı… Sanki taşlaşmış gibiydi, hiç hareket etmiyordu. Yüzü acı ve dehşetle çarpılmış bir vaziyette, taştan bir sunağın önünde öylece duruyordu. Sunağın üzerinde ise kara ciltli, kalın bir kitap vardı. Sayfalarındaki rünler buradan bile seçilebiliyordu. Yeşil ışık ve ulumalar ise bu kitaptan yükseliyordu.
“Aptal! Hükmedemeyeceği büyülere merak salmış olmalı. Güç budalası insanlar…” diye homurdandı Korban.
“Ve kendisiyle birlikte tüm kasabayı da lanetlemiş. Budala…” dedi Brann hüzün ve kızgınlık karışımı bir duyguyla. Ardından odaya doğru bir adım attı fakat görünmeyen bir darbe onu hızla gerisin geriye fırlattı.
“Kitap kendini koruyor!” dedi cüce.
“Uzun sürmez!” dedi Brann ve Biçici’yi kaptığı gibi kitaba fırlattı. Görünmeyen bir kalkan darbeye engel oldu ve kılıç zararsız bir biçimde geri sekti.
“Lanet olsun!” dedi Brann.
“Meraklanma evlat, Korban Boltforger burada.” dedi cüce. Çift ağızlı baltasını elinde şöyle bir tarttı ve dikkatli bir şekilde fırlattı. Ama kitaba doğru değil, kitabı taşıyan sunağa doğru.
Sunak darbenin etkisiyle bir ileri bir geri sallandı ve sonra taşıdığı kitapla birlikte yere yuvarlandı. Kitap sert bir biçimde yere düştü ve sayfaları kapandı. Anında tüm eve derin bir sessizlik çöktü. Artık uğultu yoktu. Yeşil ışık da öyle…
“Hele şükür…” dedi Korban. “Başım çatlayacaktı neredeyse!”
Tam o anda bir çatlama ve kırılma sesi duyuldu. Büyücünün başı çatlamıştı. Ardından önce önlerindeki büyücü daha sonra da evin duvarları kırılmaya ve ufalanmaya başladı.
“Burası yıkılacak!” dedi Brann telaşla.
“Lanet olası çenem!” diye haykırdı cüce ve hızla çıkışa doğru koşmaya başladılar.
Dışarı çıktıklarında yıkılanın sadece ev değil tüm kasaba olduğunu gördüler korku ile. Hızlarını hiç kesmeden kasabanın çıkışına doğru koşmaya devam ettiler. Onlar koşarken etraflarındaki evler yıkılıyor, yer korkunç bir biçimde sarsılıyordu. Son bir gayretle kendilerini kasaba sınırlarının dışına attılar ve soluk soluğa yere yatıp arkalarındaki manzaraya baktılar. Kasabadan ve kitaptan eser bile kalmamıştı. Sadece büyük bir krater ve yoğun bir kül tabakası…
İkili bir müddet yattıkları yerden kalkamadılar ve derin derin soluklandılar.
“Vay be… Ne maceraydı ama.” dedi sonunda Brann.
“Macera mı? Şuna kâbus demek daha doğru olur.” diye cevapladı Korban. “Bir daha senin bulduğun kasabalara girersem ne olayım.”
“Ben de bir daha senin baktığın haritalara güvenirsem ne olayım.” dedi Brann.
“Pöh! Korsanın haritası arızalıysa bu zavallı cüce ne yapsın?” dedi Korban. Ardından da ikisi de kahkahalarla gülmeye başladılar.
“İşin kötüsü hâlâ dinlenemedik ve ben hâlâ açım.” dedi Brann sonunda.
“Ben de öyle. Haritanın canı cehenneme! Hazinenin de öyle! En azından bir süreliğine… Gel barbar, buranın doğusunda güzel bir kasaba olacak. Hem de lanetsiz, buna inanabiliyor musun?” diyerek göz kırptı. “Orada bize yatacak yer ve yiyecek sağlayacak bir dostum var. Oraya gidelim, haydi.” diye devam etti ve ayağa kalkarak yürümeye başladı.
“Şey… Korban.”
“Yine ne var?”
“O taraf Kuzey…”
çok güzel bi hikaye olmuş tebrikler. Son cümlesine kadar keyifle okudum (:
Güzel bir devamdı bu. Yemin ve öç’e kıyas ile daha etkili mizah unsurları taşıyordu. Tehlike çanı nedense beni normalde komik olma amacı gütmemesine rağmen daha çok güldürdü bu unsurlardansa, orası ayrı. Taşlaşmış büyücü suretinin aslında bir kabuk olduğunu ve çatlaklar arasından yaşayan ama baygın bir büyücü çıkarak sonraki bölümlerde ikiliye katılacak bir üye olacağını düşündüm bir an. Ama sonra “iyi olmazdı herhalde, güzel böyle” dedim.
Devamını bekliyorum, tabi yazarsan. (bu 2. bölüm bile süprizdi benim için)
@deanna: Teşekkürler, beğenmenize çok sevindim. Çok sağolun…
@Nihbrin: İkinci bir bölüm yazmak benim de hiç aklımda yoktu aslında. Kül teması için beyin kıvrımlarımı birbirleriyle güreştirirken birdenbire ortaya çıktı bu fikir. Devamı olur mu, orası şüpheli. Ama bu ikili hakkında yazmak gerçekten de keyif verici oluyor benim için. Yorumun için çok teşekkürler…
Ellerine sağlık mit gerçekten sürükleyici bir hikaye olmuş. Gözlerim kör olana kadar okuyup yarıda ara verdim (tema renklerinden dolayı sanırım) ama buna rağmen devam ettiğimde hiç ara vermemiş gibi keyifle devam ettim. Benim hikayemdeki büyük emeğinden ötürü de tekrardan teşekkür ederim…
Selamlar!
Nihayet okuyabildim, yine güzel bir maceraydı. Diyarların tadını alarak okudum. Başlangıç ve gelişme olarak çok iyi giden hikaye, son kısımda biraz sönükleşti gibi geldi bana. Daha fazla detaya inilip güçlü bir olayla sağlamlaştırılmalıydı bence. Sadece kitabı yok etmek, maceranın hızlı akışına pek gitmedi gibi geldi bana.
Bunun dışında her şey dört dörtlük. Külden yaratıklar fikri çok hoştu. Cüce – barbar diyalogları her zamanki gibi efsane. Mizah unsurlarını Nihbrin’in de dediği gibi çok iyi kullanmışsın. Yaptığın tasvirler de başarılı atmosferi en iyi şekilde yansıtmış.
Kalemine sağlık, ikilinin yeni maceralarını bekliyorum. Hatta ikilinin ileride üçlü, dörtlü, beşli şeklinde çoğalmasını ve sağlam bir “Yolarkadaşları” kisvesine bürünmesini umut ediyorum. 🙂
Maceraya devam!
Teşekkürler Darly, beğenmene sevindim.
Aslında bu hikaye hakkında, özellikle de bitiş kısmında yapılabilecek çok şey vardı fakat hem aceleye geldiği için hem de fazla uzatmak istemediğimden bu şekilde bitiriverdim. Sonlandırma konusunda pek de iyi değilim anlaşılan…
Cüce-Barbar diyalogları benim için de oldukça keyifliydi. Herhalde cüce bir dostum olsa onu sürekli kızdırırdım 🙂 Yolarkadaşları fikrini düşüneceğim ama hiçbir şey için söz vermiyorum 😉
Çok çok teşekkürler…
Rica ederim. 🙂
Vallahi bence birkaç sağlam karakter daha ekleyip bu öyküler ve daha fazlasıyla, e-kitap tarzı bir işe soyunmanın vakti geldi senin. 😛
Beni şımartıyorsun azizim 🙂 Şaka bir yana öyle bir şey için daha kırk fırın ekmek yemem lazım. Ekmek yerine Lembas da olabilir tabi 🙂
Tekrar teşekkürler…