NOT: Bu öyküyü okumadan önce Yapaydünya Federasyonu – Sıradan Günler adlı öyküyü okumanız devamlılık açısından önem arz etmektedir.
Ondan kurtulalı iki gün olmuştu ama halen etkisinden çıkamamıştım. Demiştim ya;hatırlatıcı kâbuslar diye. Beni gerçekten bitirebilecek tek şey buydu. Bir noktada hayatımın tamamını o birlik oluşturuyordu ve ondan bana kalan anılar ise uykumda beni yakaladığında her şeyi yeni baştan yaşamış gibi oluyordum. Bu partinin ilkeleri ile bağdaşan bir durumdu; hatırla! Ama tam olarak ifade etmek gerekirse; onların istediği gibi hatırlıyordum geçmişi. Bombalar kafamıza yağmaya başladığında; spot mızrakları güzel ezgiler vermeye başlayacaktı. Gülen yüzler daha da artıp; bize umut verecekti. Vermek zorundaydılar, bizde karşılık vermek zorundaydık. Bazı şeyleri beynimizden silip atmak basitçe olmuyordu ve ben bu konuda başaralı olamamıştım. Vücudumun bazı yerleri-karnım ve kasık bölgelerim- yaralarla doluydu ve ben yara izlerimin bana hatırlattığı şeyleri çekmek zorundaydım. Kalbimdeki sancı, yaralarımın fiziki acısı yok olduktan yıllar sonra bile devam ediyordu ve beni köşeye kıstırma konusunda çok iyiydi.
“Bizimle gelme,” dedi sinirli bir şekilde Tilki. Sokaktaydım. Ülkemizde ve özellikle bizim bölgemizde elektrikler saat 21.30’da kesilirdi. Bu nedenle rahat(!) bir şekilde sokakta dolaşabiliyordum. “Evine git.”
“Hayır,” diyerek kestirip attım. Ne derlerse desinler umurumda değildi. Madem bir toplantı olacaktı; neden bana önceden haber vermemişlerdi? Saat on iki civarıydı ve şehir uyuyordu. Düzenkoru komitesine bağlı birlikler, bizim gibi gözleri olan insanlardı ve ne kadar uğraşlarda beni bulamazlardı. Ben istemediğim sürece! “Neden gelmeyecekmişim?” diye sordum aksi bir tavırla ve hepsi aynı anda bana baktılar. “Tilki, Kuzgun, Duvar ve Aptal, berbat koktuğunuza dair bahse girebilirim. Size bir çiçek lazım. Gül olan,” dedim en muzip halimle.
“Git,” dedi Duvar. Yüzünü buruşturarak yanıma geldi ve her iki kolunu omuzlarıma koydu. Biraz sarstıktan sonra heyecanla, “anlıyor musun? Git!”
“Başka,” dedim umursamaz bir şekilde. Beni yanlarında götürmemek için ellerinden ne geliyorsa yapmaya çalışıyorlardı ama nafileydi. Onlarla gidecektim ve ne yaptıklarını öğrenecektim. Artık yeterince büyümüştüm. Birkaç gün önce bir çocuk olabilirdim ama şimdi öyle hissetmiyordum.
“Geleceğim,” dedim sesimi yükselterek.
Beni geri gönderme umutları kaybolunca hepsi bıkmış bir bakış attı ve kapkara gözleri geceden daha karanlık olan kuzgun, “Gel bakalım, başımızın belası. Gel,” dedi oflayarak.
Daha önceden böyle bir şey yapmaktan korkabilirdim ama içimdeki ses şuan için bana kötü şeyler fısıldamıyordu. Yeterince boka battın. Biraz daha sıva… Sağa doğru dönerek önümüzdeki ilk sokağa saptık ve adımlarımız daha da hızlandı. Karanlık iç sıkıcı bir hale gelmişti. Sokak lambaları-belli başlı lambalar harici hepsi kapatılırdı- yansaydı şimdi yaptığımız gibi rahat bir şekilde ilerleyemezdik ama en azından nereye gittiğimizi bilirdik. Gerçi onlar nereye gittiklerini biliyorlardı. Ben bilmiyordum. Ani bir duruş yaptık ve birliklerden saklanmak için bir binanın giriş kısmına dizildik. “Sessiz olun,” dedi Kuzgun. Bir müddet bekledikten sonra yürümeye daha doğrusu koşmaya devam ettik. İlk saptığımız sokaktan iki blok ötede bir çalılık vardı ve oraya ulaşmak için üstgeçitten geçmemiz gerekiyordu. Eğer alttan geçecek olursak soğuk suda banyo yapmış olurduk ve aynı zamanda kameralara yakalanma riskimiz çok yüksekti. “Hızlı koşun,” dedi Kuzgun ve bir an için ortalıktan kayboldu. Gördüğümde çoktan üstgeçidin karanlık kısmına ulaşmıştı. Aptal, kolumu kavradı ve tam ağzımı açacakken eliyle susman gerektiğine dair işaret yaptı. Ayaklarım zonkluyordu ve lanet olası bir taş yüzünden tökezlemiştim. Kameranın başka bir yöne bakmasını bekliyorduk. On saniye sonra kuzeye doğru dönmeye başladı; otuz saniye içinde geçmek zorundaydık. Çünkü tüm kameralar bir yöne doğru olan dönüşlerini otuz saniye içinde tamamlayacak şekilde tasarlanmışlardı. Bomboş yolu geçerek üstgeçidin merdivenlerini tırmanmaya başladık. Kamera az evvelki bulunduğumuz noktaya döndüğünde çoktan Kuzgun’a ulaşmıştık. Şimdi bize doğru tekrar dönmeden karşıya geçip çalılıkların içine saklanacaktık. “Sonunda gelebildiniz,” diyerek yakınan Kuzgunu geride bırakarak hızlı bir şekilde aşağı doğru inmeye başladık. Birliklerin ve arabaların seslerini duyabiliyorduk ve eğer yakalanırsak sonumuz idamla bitebilirdi. Nihayet çalılıkların içine girebilmiştik. Beşimiz rahat bir şekilde duramıyorduk ama Düzenkorucuyu askerlerle dertleşmeye hiç niyetimiz yoktu. Aksice, kuzgun ile duvarın arasına girdim ve iyice sokularak soluklanmaya başladım. Boğazım kurumuştu ve eğer öksürürsem, hıçkırırsam, oflarsam, konuşursam, hareket edersem, nefes alırsam… Yakalanabilirdik.
“Merkeze doğru daha da artacaklar,” dedi Aptal. “Bırakalım bence.”
Duvar, sessizliği severdi ama şuan için çileden çıkmıştı. “Çok istiyorsan, ablanın elini tut ve git,” dedi sinirli bir şekilde ve yeşil gözlerini üzerime dikerek sırıttı. Yüzümü buruşturarak, “hiçbir yere gitmiyorum,” dedim.
“Kesin,” dedi Kuzgun. “Birlikte ve sessiz bir şekilde hareket edeceğiz. Geri dönmek için çok geç.”
“Çok geç,” diyerek onayladı Tilki.
Daha önce fark etmemiştim ama hava sabahkinden çok daha soğuktu ve dikenli dalların içinden gökyüzü tüm temizliğiyle görülüyordu. Başımı iyice yukarı kaldırdım ve yıldızları saymaya çalıştım. Ellinciye gelirken, “devriyeler her saat başında nöbet değişiyorlar,” dedi Tilki.
“Ne kadar kaldı?” diye sordu Aptal. Kuzgun bilgiç bir tavırla cevapladı: “otuz dakika.”
Biraz pervasız davrandığım doğruydu ama bizimkilerin ne yapmaya çalıştığını gerçekten çok merak ediyordum. Evden çıkmak hiçte kolay olmamıştı. Daha doğrusu kamerayı inandırabilmek hiç kolay olmamıştı ama ondan sonrası çorap söküğü gibi gelmişti. Bize öğrettikleri bir şey vardı; yapayzeka yönetimi. Ulu önderimiz, robotları geliştirme işine büyük bir önem veriyordu ve aynı zamanda bunu bizimde öğrenmemizi istiyordu. O bizim için en iyisini ister. Mor olmak, kısmına geçebilmek için zekâsı mükemmel şekilde geliştirilmiş bir robotla da konuşturulurdunuz. Eğer onu ters köşeye yatırabilmeyi başarabilirseniz sınıfı atlardınız, yok eğer bunu başaramayacak olursanız; haliniz yamandı. Yoğunlaştırma kampı, zekânızda bulunangeriliği araştırmak için sizi kontrol altına alırdı. Neyse ki ben geçmiştim. Aslında hiç zor olmamıştı.
“Var olmak nedir?” demişti bir yıl önce. Mora boyanmıştı ve gri kolları anlamsız bir şekilde kalkıp iniyordu. İkimizde sıfır sesin olduğu yalıtımlı bir odanın içindeydik. Karşımda sandalyeye yerleştirilmiş bir şekilde benimle konuşuyordu ve gözleri tüm kırmızılığı ile vücudumu tarıyordu.
“Ben,” demiştim umursamaz bir tavırla. İçimden böyle demek geliyordu ve çoktan kampın nasıl bir yer olduğunu düşünmeye başlamıştım. “Ben.”
“Yok olmak nedir?” Oda alçak tavandan siyah kabloyla inen soluk bir lambayla aydınlanıyordu ve ampul yanmak ile yanmamak arasında gidip geliyordu. Gözlerinden çıkan kımızı ışınlar, ampulün masaya bıraktığı dairesel ışıktan geçerken uçuşan tozları açıkça gösteriyordu. Bu sorusuna ne cevap vereceğimi uzun bir süre düşünmüştüm ama kalbi kadar donuk ağzı hızlı bir şekilde mırıldanırken kafamda şimşekler çakmıştı. “Ben,” diyerek yanıtlamıştım ve ağzım kulaklarıma ulaşırken tekrar tekrar söylemiştim. “Ben, ben, ben…”
“Yaşamak nedir?”
İhtiyatlı tavrı korkutuculuktan çok bir aptallık belirtisiydi. En azından ben böyle düşünmüştüm. Diğerlerinin böyle salakça bir sınavdan geçememesi gülünç bir şeydi. Nedir? Nedir? Nedir? Sürekli aynı soru kalıbını kullanıyordu ve zekâsının pek gelişmiş olmadığı ortadaydı. Sorduğu soruları bilincimde evirip çevirirken fark etmiştim bunu. Belli bir süre zarfı olmadığı için onunla saatlerce konuşabilirdiniz. Yani böyle konuşmalara yetecek kadar bir beyni vardı. Ben ise sadece yarım saat kadar durmuştum. Kalbim hiç duymadığım davullara eşlik ederken, “Biz!” demiştim ve kollarımı birbirine ulayarak havalı bir şekilde kafamı sallamıştım. Daha sonrası ise büyük bir mucizeydi.
“Çıkın.”
Ben çoktan dalmışken, Kuzgun yolu tamamlamak için geçmemiz gereken yerleri anlatıyordu. Kendi dünyamdan çıkarak onu dinlemeye başladım. “Üç blok daha gideceğiz. Düzenkoru birliği merkeze doğru daha da artacak ama bu bizi etkilemez.”
“Nasıl etkilemez?” diye sordu fısıltıyla Tilki, şaşırmış görünüyordu. “Köprüden geçerken sende gördün. Her yerdeler.”
Kuzgun koca ağzını açtı ve hafifçe hışırdayan yaprağa tükürdü. “Abartma,” dedi ve ekledi. “Her yerde değiller. DKVYS, tüm birlikleri yönetim merkezi çevresinde topladı.”
DKVYS. Bu harfler partiyi tanımlamak için kullanılan bir kısaltmaydı ve eğer parti hakkında konuşuyorsak; bu sözleri söylemek işinize gelirdi. Yaptığım şeyden pişmanlık duyar gibiydim. Gece yarısına doğru kanım kaynamıştı ama güneşin geleceği düşüncesi beni tekrardan durgun bir yapıya sürüklemişti.
“Biz neredeyiz?” dedi Duvar ve koluyla böğrümü deşti. “Ulu Önderin Donu Adına!Merkeze üç yüz metreden daha yakınız.”
“Ulu önderinin donu kadar başına taş düşsün,” dedi Kuzgun. “Beni nerenizle dinliyorsunuz? Üç blok boyunca ilerlerken aynı zamanda merkezden uzaklaşmış olacağız.”
“Bak bunu düşünmemiştim,” dedi Duvar manalı bir şekilde ve sessizliğine gömüldü.
Bir şey fark etmiştim. Onlara katıldığım andan bu yana hepimize komutlar yağdıran tek kişi kuzgundu. Diğerleri benim gibi bir şey bilmiyormuşçasına hareket ediyorlardı ve bu beni korkutmuştu. “Beyler,” dedim sağ karın boşluğumu tutarak; boşuna duvar demiyorduk ona. “Ne yaptığımız hakkında bir fikri olan var mı?” Sorum boşlukta kaybolmuş gibiydi. Kuzgun yavaş bir şekilde çalılığın ay ile aydınlanan tarafına ilerledi ve ellerini dikenli dallara uzatırken arkasına döndü. “Yaklaşın. Bunu görmelisiniz…”
Yanına ilk gelen bendim. Sol kolumu omzuna yetiştirmeye çalıştım ve o da beni sarmaladı. Tüm bu lanet karanlığın içinde aya kafa tutarcasına parlayan Parti Merkezi, daha önce hiç olmadığı kadar kalabalıktı. İki adet helikopter merkezin üstünde kuş misali dönüp duruyordu ve aynı zamanda mor üniformaları ile zar zor seçebildiğim insanlar; girişin sağlandığı büyük bir kapının önünde konuşuyorlardı. Daha önce böyle bir şey gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Çünkü üst düzey parti üyeleri böyle ortalıkta görünmezlerdi. Gerçi gördüğüm insanlar, parti yetkilisi olmayabilirdi ama uzaktan bile olsa suretlerindeki değişik yapıyı fark edebilirdiniz. “Tüm bunlar ne oluyor?” diye sordum. Kalbimde heyecan ile korku karışımı garip bir his vardı.
“Hazırlık yapıyorlar,” dedi Aptal. Bir hazırlık vardı; evet vardı ama nasıl bir hazırlıktı bu? Neye ve niçin hazırlık? Kafamı kurcalayan asıl mesele buydu. Patlamanın olduğu noktadan iki kilometre kadar uzaktaydık ve insanların burada toplanmasının sebebi buydu ama daha farklı bir amaçları var gibi görünüyordu.
“Neye?” dedim umursamaz bir bakışla. “Savaşa mı?”
“Derin düşün, Kuzu,” dedi Kuzgun.
“Boğulma ihtimalim var,” dedim sırıtarak. Düşünme eylemi, yapmayı sevmediğim bir şeydi. Çünkü bir insanın şimdiyi veya sonrasını düşünebileceğine inanmıyordum. Benliğimiz bütün olarak geçmişin bir aynasıydı. Bunu tilkinin sivilce izlerinde görebilirdiniz. Bunu duvarın birkaç gün önce morarmış sağ gözündeki şişlikte görebilirdiniz. Bunu aptalın konuşmayı kestiğimiz anda uzaklara dalan gözlerinin içinde görebilirdiniz. Bizler bir bütün olarak geçmişin mahkûmlarıydık. “Kaçmaya değil mi? Gidiyorlar,” dedim sinirlenerek. “Helikopterler bunun için geldi.”
“Aynen söylediğin gibi,” diyerek konuşmaya katıldı Tilki. “Saldırının gerçekleştiği günden bu yana yapılan her parti işlemi; kendi paçalarını kurtarmak üzere gerçekleştirildi. Haberlerde gördüğün o görüntüler ise bir yalandan ibaret.” Halkın galeyana gelip sokaklara taşması ile oluşan karışıklık ortamını bastırmak için sayıları artırılan askerler aslında tam olarak göstermelik bir şeydi. Çünkü hiçbir askerin gözü halkın üzerinde değildi. Tankların üstünden gelip geçerlerken hepsinin bakışı boştu. Askerleri taşıyan kamyonetler ise sanki birkaç ton tomruk taşıyan basit bir parti malı gibiydi. Göstermelik olduğu konusunda hepimiz hemfikirdik ama sadece beşkişiydik. İnsanlar, kasaplık koyunların yanlarından geçerken gururla göğüslerini şişiriyordular. Ellerini havaya kaldırıp selam vermeye çalışan insanlar yüce önderimizin ismini haykırıyordu.
“Büyük Önder ve Halkın Kardeşçe Sevdiği Ulusal Mareşal, Gülen Gözlerin Sebebi, Yüce Önder, Ulusun Babası, Yol Göstericimiz, Dağların Arkasından Doğan Güneş, Partimizin Sonsuzluk Timsali, Yaşam Kaynağımız, birazdan konuşma yapmak için ekranlarınızda olacak,” demişti bir gün önce sunucu kadın. Bakışında ki gururla karışmış hayranlık belirtisi, tüm vücuduna yayılmış gibiydi. Titriyor ve peşi sıra piçinsahip olduğu unvanları haykırıyordu. Önder, kendisine verdiği bu unvanlarla ne kadar komik olduğunu büyük ihtimalle bilmiyordu ama elindeki kâğıtlarla kadraja girdiğinde kaşı seğiriyordu ve ağzı elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi yere doğru kıvrılmıştı. Gözleri her zamankinden daha kuruydu ve mor üniforması ter damlalarıyla doluydu. Teknolojinin bu kadar geliştiği ülkemizde tüm bunları basit bir kamera oyunuyla kapatamaması üzücüydü ama o bizim liderimizdi. Her haliyle kabul etmeliydik çünkü o bizim yaşama sebebimizdi. Yaşam Getiren.
“Halkım,” demişti sunucunun karşısındaki yüksek sandalyeye otururken. “Hepinize selam olsun, benim yüce halkım.”
Kadın pot kırmamaya o kadar çok çalışıyordu ki herhangi bir hata yapsa önder bile görmezlikten gelebilirdi. “S-s-sayın Yüce Önderim, yapılan… Yapılan haince ve kalleşçe saldırı hakkında… Saldırı hakkında, lütfen bizi bilgilendiriniz.”
Sesindeki boğukluk gençlik önderimizde bulunan itiraz kabul etmez tonla aynıydı. Ağzından çıkan kelimeleri cümlelere dönüştürürken gözleri kameraları deşiyordu. Bu çoğu kişiyi etkiliyordu şüphesiz. Korku salan bir bakışa sahipti ama aynı zamanda ‘ben sizin dostunuzum’ şeklinde yorumlanabilecek hareketleri vardı. “Yoldaşlarım, Kutlu Yoldaşlarım! Emin olun ki yaşamlarınız ve geleceğiniz hiçbir şekilde tehlike altında değil. Öncelikle bunu anlamalısınız.” Ellerini yumruk yaparak havada sallıyordu ve gözleri ‘bana inanacaksınız’ oyunu oynuyordu. Bulundukları stüdyonun içinde büyük bir ekran vardı ve çeşitli spot reklamlar yayınlanıyordu. Birliklere el sallayan bir çocuk, deneme füzelerinin bir dağı yok etmesi, düşman askerlerinin üzerine yağan kurşunlar, devrim şehidi olmuş bir gencin annesine sarılan önderimiz… “Askerlerimiz ve milis kuvvetlerimiz seferberlik dâhilinde büyük bir ordu meydana getirdi ve ülkemizi korumak için sınır boyunca bir set oluşturdu. Karakollarımızın mevcut durumları daha da güçlendirildi ve füzelerimize gerekli koordinatlar girildi. Şu an itibariyle hiçbir düşman dünya üzerindeki tek cennete zarar veremez.” Televizyonun sesini arttırmışlardı ve ağrıyan başım iyice zonklar hale gelmişti. Odama gidip küçük bir isyan başlatmak iç açıcı olurdu ama bu durumda böyle bir şey yapmam çılgınlıkla eşdeğerdi. Ülkemizi ve doğrudan bizi ilgilendiren bir haberdi bu ve eğer bir şey yapılmazsa sonucu çok kötü olabilirdi. Füzelerin konumlandırılması savaşın kısmen başladığı anlamına geliyordu. Bir okula üç bomba atabilen gözü dönmüş cani yaratıklar tüm bu sonuçları hesaplamış olmalıydı. “Soysuz köpeklere cennetimizi vermeyeceğiz ve ölen on yedigençlikyaratanın intikamını alacağız. Bundan emin olun! Bundan emin olun!” Babamın düşünceye dalmış sureti beni üzmüştü ve annem endişeli bir tavırla ağlıyordu. Bende ağlayabilirdim ama güçlü olmalıydım. En azından ben. İç karartıcı olan konuşmanın sonlarına doğru yüzümüzü güldürebilecek potansiyeli olan bir haber almıştık, tatlı önderimizden.
“Sevgili, Halkım! Konuşmam itibariyle, gençlik birliği şimdilik belirlenmemiş bir toplanma tarihine kadar terhis edilmiştir. Güçlü olun! Güçlü ve biz olun!”
“Hazırlanın,” dedi Kuzgun, hiçbir zaman telaşlı olmamıştı ama şuan için böyle söylenemezdi. Yarım saat dolmuş olmalıydı ve elli metre uzaklıktaki karanlığın içine gömülmüş askerler, el fenerleriyle ortalığı son kez kontrol ediyorlardı.
“İlk istikamete ulaşmak için bir dakikadan az bir süremiz olacak,” dedi Tilki. “Emin misin?”
“Her şeyi ayarladım,” dedi Kuzgun. “Beni takip edin. Ara sokağa giriş yaptıktan sonra devriyelerden eser kalmayacak. Şuanda yapmamız gereken, gelen devriyeler ile gidenler arasındaki süreyi iyi değerlendirmek.” Bu akıllıca bir düşünceydi ama aynı zamanda çok aptalcaydı. Bu ikilem arasında kalmam onları takip etme konusunu bir kez daha düşünmeme sebep oldu ve ağzımdan çıkanları durduramadım. “Saçmalayın be! Bir dakika içerisinde buradan sıyrılıp karanlık bir ara sokağa gireceğiz ve daha sonra…” Sahi daha sonra ne olacaktı? Peşlerine takıldığımdaki amacım onlara bir ceza vermekti. Neden beni de yanlarına almak istememişlerdi? Ben sonuçta onların kuzusuydum. “Ne yapmak istediğinizi anlatabilir misiniz?” diye sordum çekinerek. Dördü de ilk başta beni sertçe ittirip gitmem gerektiğini söylemişti ama dinlememiştim işte…
“Daha sonra bizim sürekli toplantılar düzenlediğimiz ama senin daha önce görmediğin gizli sığınma bölgemize doğru ilerleyeceğiz. Ama daha farklı bir yoldan ve bu yolu kuzgun biliyor. Olay bundan ibaret. Daha fazlası değil,” dedi Duvar.
“Tam beş yıldır sizinleyim. Şimdi mi?” Sorumun devamını getirememiştim çünkü gerçekten Yaltakçılara üye olduğumu düşünüyordum oysa yıllar geçmesine rağmen gizli bölgelerini bile bilmiyordum. Kendimi dışlanmış ve fazlaca soyutlanmış hissettim ve küskün bir tavır takınarak bana dik bir şekilde bakan gözleri izledim.
“Küçüktün,” dedi Kuzgun. “Çok küçüktün.”
“Siz çok mu büyüktünüz?” diye sordum hayıflanarak.
“Ama sen çok küçüktün. Şimdi değilsin ve biz seni yanımıza almak istemeseydik burada olmazdın,” dedi ciddi bir şekilde Kuzgun.
Tilki başıyla onayladı. “Ve şimdi buradasın ve gerçek bir yaltakçısın.”
Kuzgun kollarını bedenimden çekti ve askerler pikaplarına binip giderken elini alnına, sol şakağına götürdü. İnce bir sızı olmalıydı orada. Biliyordum. Yaşadığımdan daha fazlası değildi. “Bu kadar yeter. Şimdi başlıyoruz,” dedi ve küçük korudan hızlıca çıkarak koşmaya başladı. Bizde onu takip etmeye başladık. Şimdiden diğer gelen askerleri görebiliyorduk ve pikaplarının farlarından çıkan ışıklar yüzümüze yetişmeye çalışıyordu ama biz hızlıca arkamızı dönerek gecede kaybolmak için koştuk ve koştuk. İlk önce yağmurlar nedeniyle iyice balçıklaşmış çimenlerin içinde koşuşturduk ve duvar ayağının kayması sebebiyle düştü ve çamura bulandı. Aptal onu kaldırdı ve yolumuza devam ettik. Saat bir olmalıydı ve askerler muhtemelen ayrıldığımız noktaya gelmişlerdi. “Sola döneceğiz. Buradan,” dedi kuzgun ve bir çitin üzerinden hızlı bir şekilde atladı. Neyse ki bir sakatlık çıkarmadan bizde atladık. Hemen sonra ortalama yükseklikte olan bir başka çitten daha geçtik ve sokağın rahatsız edici boşluğunda geldiğimizde yavaşladık. Hepimiz çok yorulmuştuk ama dinlenmek gibi bir durum söz konusu olamazdı. Ay iyice başımızdaydı ve neden buradan geçtiğimizi iyice idrak edebiliyordum Burada şehrin merkezindeki apartmanlar yerine müstakil evler yer alıyordu. Sakin ve huzurluydu ve evimden fazla uzak olmamasına rağmen buraya hiç gelmemiştim. “Ve işte orada, bu sokaktan bir blok ötede. Geldik sayılır,” dedi Kuzgun, bana dönerek. Gülüyordu ve telaşlı halinden eser yoktu. “En fazla yarım saat kalacaksın ve hemen evine döneceksin. Geldiğin yoldan, Tilki sana eşlik edecek.”
“Tamam,” dedim sessizce. Bu kadarı bile yeterliydi ve eğer eve dönemeyecek olursam… Kötü, Çok kötü olurdu.
Artık tempomuzu düşürmüştük ve kol kola yürür halde ilerliyorduk. Yaltakçılar hakkında gerçekten bildiğim bir şey yoktu gerçi eskiden bildiğimi sanıp gururlanırdım ama şuan için böyle bir şeyi düşünmem mümkün değildi. Ne kadar üyesi vardı ve sadece beş kişi miydik ya da bu grup gerçekten var mıydı? Artık, öğrenecektim. Ya da öğrenemeyecek miydim?
“Durun,” dedi sert bir ses.
Beynimden vurulmuşa döndüm. Yoksa gerçekten vurulmuş muydum? Aklımdan o kadar çok ihtimal geçiyordu ki. Onların arasından hangi birini seçmem gerektiğini çıkaramıyordum. Donup kalmıştım ve benle birlikte diğerleri de hareket edemiyordu. “Kimsiniz?” diye sordu Duvar, tok ama heyecanlı bir sesle.
“Durun ve hemen yere yatın!” diye tekrarladı, buyurgan ses ve havaya iki el ateş etti. Yapacak başka bir şeyimiz yoktu. Ellerimizi birbirinden ayırdık ve yere doğru dizlerimizi kırdık.