Karanlığın, en ulu tepeleri ve en kahraman askerleri bile görünmez kıldığı bu gecede, kendi ruhumu peşimizden gelen lanetin tüm soğuruculuğuna rağmen gözden kaybetmemeye çalışıyorum. Kamp ateşimizin ışığı, sadece, etraftaki parçalanmış bedenlerden, ruhumu ve hislerimi ayırmama yetecek kadar cızırdıyor ve ben, bu ölü yiğitlerin deli hayaletlerinden kendi dimağımı sakınmaya çalışıyorum.
Yorgun ve ağrıyan gözlerim, öte tarafımdaki karanlıkta bir anaforu yakalıyor; zifir kendi içine çökerek yoğunlaşıyor ve yanan odundan fırlayan kıvılcımlar, hedefinden sapan oklar gibi, girdabın çevresinden dolanıyor. Cesetleri bütünüyle aydınlatan ışık, o karaltıya dokunmuyor. Bana baktığını biliyorum. Aynada kendimi gördüğümde adımın zihnimden geçmesi gibi, kendimi düşünürken o karanlığın adını anıyorum. Beni çağırıyor, her yönden sesleniyor, her yöne onu haykırıyorum. Deliliğin ötesinde ve benim için geliyor.
Aydınlık kubbemden ayrılamam; kaçabileceğim başka yerim yok. Işığı kendimle taşıyarak, onu da bu iğreti yerden bir bebekmiş gibi kurtarabilirim ancak. Yanmaya henüz başlamış bir odunu kapıyor, koşmayı düşündüğüm yönde sallıyorum. Vücudum zar zor yanan meşalemle birlikte titrerken, karanlıkta karanlık dışında hiç bir şeyi bulamıyorum. Sadece… Rüzgar ve nereden nereye gittiği belli olmayan yollar… Her yönde uzanıyorlar!
Kendi kahkaham kulaklarımdan içime akıyor ve bütün varlığımı dolduruyor. Vücudum ağırlaşıp olduğu yere saplanırken tenim havadaki kırmızı nemi hissetmeye yeniden başlıyor. İkinci bir kahkaha beni kendime getiriyor. Vücudumun içinde yankıyan bu duygusuz gülüş, karanlıktan oluşan pelerinimi etrafıma bir daha sarıyor.
Aklım sarsılıyor ve soğuk gecenin hiç bir şey hissetmeye izin vermeyen dondurucu ölülüğüne kayıyor. Deliriyorum. Hala neyin gerçek olduğunun ayırdına varabiliyorken araştırmamızı ve bu habis yolculuğu tamamlayacak sözcükleri uğuldayan rüzgara karşı toparlamalı ve görevimi bitirmiş olmanın rahatlığıyla kendimi hezeyana bırakmalıyım.
* * *
Boş geceyi taş salondaki hiç bir ateş dolduramıyordu. Kalplerdeki hiç bir düşünce yüzleri kaplamıyor, ağızlardaki hiç bir ses dışarıdaki fırtınanın gerçekliğinin önünde varlık bulamıyordu. Bir oda dolusu boş insanın boş tartışmaları… Orada konuşabilir ve yapılmasına gerek görülmek üzere olan şeyin kestirilemez sonuçları olacağını bulutlu gökten sütun sütun inen güneşin keskinliğiyle anlatabilirdim; herkes verdiğim doğrultuda huzmeyi takip eder, göstermek için beynimi parçalamak istediğim şeyle bilinçlerini yakardı: Yer yüzündeki bilginin ne kadar sınırlı olduğunu ve göğün görünmez dehlizlerinin varlığını… Fakat, arzuları toplansa da salonu dolduramayacak kadar küçük küçük parçalardan oluşan o yığına katılan bireylerdendim. Oradaki boşluğu yaratan ve gecedeki rüzgara rağmen yıkılmayacak kadar köklü şerrin bu boşluğa sızmasına engel olamayacak kadar kör bir başka Bilgici…
Akıp geçen kan, hiç bir zaman bu duvarlara sinmedi. Hemen her çağda, yürekler bu masada ve etrafında bin bir şekilde parçalandı, ruhlar yakıldı ve umutlar sonsuz parçaya ayrıldı. Farklı suratlar aynı ifadelerle, tekrar tekrar yalanlar söyledi, rüzgarın dalları bükmesi gibi yolları eğdi, özverilerle yükselen bu ülkenin altından geçen her gezgini güzel meyvelerini atarak zedeledi. Biricik yıldızımızın batarken güçten düşüp toprağı hiç ısıtamadığı bu en uzak ülkedeki daimi rüzgarın kötücüllüğü, merkez salonun bütün tarihine işlemişti.
Vitraylı dev pencerelerde betimlenen karanlık dolu geçmiş, gölgesini zehirli ruhlarımızın üzerinden geçirirken daha önce defalarca şekillendirdiği gibi şekillendirdi siluetlerimizi. Amacımızın güzel olduğuna inanmak için sebep uydurmuş olsak da keşfin peşinden gitme arzumuz affedilebilir mi? Diyarımız çözülüyor ve dağılıyor; yaşam yok oluyor ve olmayan yerden hayat çıkıyor. Taşları üst üste koyup güzel bir şeyler yapmayı her istediğimizde toprak çöküyor, tepenin ardını görmek için yola her çıktığımızda yıldırımlar ormanı deşiyor. Ölüyoruz ve yaşıyoruz ama bu düzensizlikte gerçek kalan hiçbir şey yapamıyoruz.
Lanetini daha ilk gecesinde, Kaşifler Salonu’nda alan bu karar, dağılmaya ait olan diyarı, görünürde, dört bir yönden sımsıkı bağlayarak hiçliğe dökülmesine ve hiçlikten tohumlar çekmesine engel olma arzusuyla alınmıştı. Böylece, ölümsüzlük, yıldızımızın hediyesi gündüzümüz dahil her şey için var olacak ve bizim olan yegane şey kılınacaktı; ne hiçlikten çıkan tohumlar topraklarımızda filizlenecek ne de ağaçlarımız meyvelerini dökecek…Hepimizi kuşatan yegane yasa; gelişim!..
Ama bu sıra dışı ölçüde ortakça alınan kararın zihinlerde yanlış yere koyulmasını sağladık. Gerçekte, diyarın gece göğünü aydınlatan peykin yanındaki, ondan çok daha büyük ve uzak yıldızlar gibi, öne sürülen gerekçenin ötesinde pek çok arzu heyecanla titreşmekteydi. Karanlığın derinliğini sağlayan bu ayrıksı toz taneleri, boşluğun tutunabileceği yurtlar sağladı. Herkes kendinde gizli emelleriyle bu bahtı kara mekana girdiğinde, havadaki saklı şer bugüne sıçradı.
Bu keşif yolculuğundaki gizli ereklerim sadece bende saklıdır, bu seyir defterini bulan sizlerin adlarının bana asla ulaşamayacak olması gibi. Yine de, biz Günbatı diyarındakilerin değil, düşünce yapısı bizimkinden çok farklı olan düşmanlarımız Gündoğu’dakilerin bedbaht maceramızı okumaya çalışma ihtimaline karşı, ortak amaçlarımızı gerçek kılmayı nasıl umduğumuzu da açıklamalıyım.
Hepimizin bildiği gibi, atalarımızın iki zıt yöne göç etmesiyle Günbatı ve Gündoğu arasında kanlı ayrılık köklendi ve kendi içerisindeki keşifleriyle özerk ama ayrıksı kültürlerini biçimlendirdi. Günbatı’nın muhteşem güzellikteki Rüzgarlar Katedrali’nin misk kokusu, benim halkımın keşif meziyetini güçlendirerek bizim bir şeylerin peşinden gitmemizi teşvik etti. Gündoğu ise, bize söylenenlere göre, Büyük Kutsal Duvar ve daha bir çok ismi olan dev surlarının ötesindeki sesi dinleyerek kendisini şekillendirdi. Aktarılana göre, o dev suru aşamayıp tanrılarını gözleriyle göremeyince, tüm halkı, onu içsel hisleriyle sezme meziyetlerini kullanmayı ve trans tekniklerini geliştirmeyi seçti. Bahsi geçen her iki yapının da kadim zamanlarda bile var olduğu söylenmekte fakat onların özlerini doğru kullananların sadece bizler olduğumuzun da altı çizilmekte.
Kuzey Işığı’nın da bu yapılardan birisi olduğu tahmin edilmekte. Her iki diyardan da görülebilen bu bembeyaz gök hayaleti, Kuzeyışığı yönünün atmosferini daimi bir parıltıyla renklendirmekte. Onun aksi yönü olan Lezzetsu’daki dev, bakanın ağzını sulandıran şerit şerit renkleri daima değişen gölet de dördüncü kadim yapı olarak görülmekte. Konuyla ilgilenen alimler bileceklerdir ki hem Gündoğu hem de Günbatı düşünürleri bu iki sahipsiz kutsal bölge için aynı şeyleri söylemekte; Kuzey Işığı, aklı ve Lezzet Su’da düşleri temsil etmekte.
Salon’da alınan o mel’un kararın işleyişi de, beşinci duyumuza karşılık gelen en kadim yapı Zemin’in devinmesini durdurmakla ilgiliydi. Ne bulacağını bilmeden yola çıkmaya alışkın bizler, sadece tahminlerimiz sonucu bir istikamet çizdik kendimize. Diyarımızın dört ayrı yönünü de bir ve bizim kılmalı, kendi içine kapanan bu yeni Zemin’den herhangi bir varoluşun kaçışını imkansızlaştırmalıydık. Böylece neden başladığı ve devam ettiği pek bilinmeyen savaşımızın ötesindeki Gündoğu’ya değil, keşfedilmemiş topraklara doğru ilerledik.
* * *
“Işığı yanımıza alıp yüzümüzü karanlığa döndük, küçük keşif grubumuzla pek çok derdi ardımıza gömdük.”
Görüşüm bir anda daha da açılıyor ve bakışlarım ateşin öteleyemediği soğukluğa doğru uzanan kağıt tomarını takip ediyor. Bunca yaşamı kolaylıkla yok eden bir araştırmayı aktarmak için ne kadar da az cümle kullanmışım böyle? Kullanabileceğim pek çok boş satırım olduğu halde onları doldurmak için sağ elimde incecik bir kemiği tuttuğumu görmek beni durdurmaya yetiyor. Bir dostumun bileğinden aldığım kalemimin yapışkan kırmızılığı girdiğim şoktan silkeletiyor ve durumun dehşetini ilk defa bu denli yoğunca yaşatıyor. Dostlarım, en iyi kaşiflerimiz acı içinde parçalanarak öldü, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şey hiçliğe, asla keşfedilmemek üzere gömüldü. Bizim yüzümüzden, her şey…
Karanlığa gömülü yollardan, bu tepeye çıkartma yaparcasına delilik akmaya başlıyor; Kuzey Işığı’nın altını dolduran cesetler bir bir ayaklanıyoe ve aralarına bin bir dehşet dolu ucubeyi de katıyor! Anlamsız haykırışlarım ruhumun tadını damaklarına taşımış gibi daha da hızla yaklaşmalarını sağlıyor. Çat pat yanan ateşim de sönüyor ama onlar da, üzerimize yığılan karanlık gibi, adımlarını oldukları yere çakıyor. Aklımın uzanmak istemediği, kabuslarımın ötesindeki kalabalık, her yönümde sıcaklığımı kendi durağanlıkları için alıyor; yüreğimdeki her şeyi gören gözleriyle öylece dikilip bana bakıyor.
“Yazamadım! Yazmam gerekenleri yazamadım! Nasıl yazabilirdim ki?!”
Şah damarım kesilmiş gibi gözyaşı akıtıyorum ve o aktıkça kanlı toprağa canlılığımdan parçalar gömüyorum. Sanki her hıçkırığımda can çekişiyorum. Dizlerim boşaldığı için yere yığılan bitkin bedenimi korumak için hiç bir şey yapmayıp Zemin’den şamarımı yiyorum. Toprağa sarılmaya çalışıyorum, yaşlarımı toprağa saplamaya, onu yumruklarımla ezmeye çalışıyorum. Bütün duygularım aynı anda serbest kalıyor ve ben ölmek istemiyorum.
Nihayet, bakışlarımı kaldırdığımda, yüreğimdeki acıyla çarpılmış görüşüme inanmakta zorlanıyorum. Yollar her tarafa uzanıyor, Kuzey Işığı gökte ışıldıyor ve ben deliriyorum. Orada benim az önce teslim olduğum basit vicdanımın hediyesi sanrılardan başka hiç bir şey yok.
Keşfe çıkarken hissettiğim gururun yerini tarifsiz bir utanç, taşıdığım sahte sorumluluğun yerini gerçek bir görev alıyor içimde. Olanları anlatmak zorundayım ama nasıl? Vicdanımın beni attığı hapishaneye cümleler uğrayamıyor. Sadece zihnimden geçiyor ama kağıda elim gitmiyor. Hiç bir kelime dışarıya çıkmıyor.
Çok uzun mesafeleri içtik ve her bir parçasını sindirdiğimizi yanılgıyla söyledik. Yolda denk geldiğimiz her delinin, bilgicinin, işçinin sözlerini anımsayamazdık ya! Sözlerinin çoğu bize saçma bir fıkranın parçaları gibi gelen berduşu dikkate alamazdık ya! Kuzeyışığı’nın tam altına yöneldiğimizde gördüklerimizi anlamlandırmak için binlerce bilgicinin milyonlarca sözlerine danışabilecekken, o delinin zırvalarını hatırlayamazdık…
Zorunlulukları bizim koymadığımız gibi, olanları da biz belirlemedik. Nihai hedefimiz olan tepeye çıktığımızda gördük kadim yapıyı ve taşıdığı ağırlığı. Işığın kaynağını bulmamız gerekiyordu ama biz onu yansıtan sahteliği bulduk; dev aynayı… Ne ben ne de askerler olanları anlayabildi ve herkes bir çıkar bulma ümidiyle tepede gezinmekteydi. Dakikalar saatler ve sonunda günler geçti. Bir gece kamp yapıp ateş karşısında düşünürken o şer dolu sözler aklıma geldi:
Deli berduş’un belirttiği gibi, bütün rahipler biliyormuş Rüzgarlar Katedrali’nin kokusunu fırtınalara taşıtarak kazandığını. Biliyor ve söylemiyorlarmış bu hatalı varlık görüşünde güçsüz taraf olduğumuz anlaşılmasın diye.
Büyük Kutsal Duvar’ın ötesindeki sesi daha derinden görmek için kendinden geçen nesillerin gafletini o an anladım: Hiçbir zaman tanrıları onların yanında değildi, rahipleri kendilerine yalanlarını söyledi. Günbatı’dan bir yerlerden doğan sesler o duvarda toplanıyordu sadece.
Lezzetsu yönünde hiç bir tat doğmadı, orası sadece Kuzeyışığı’ndan dökülmeye başlayan yer altı ırmaklarının toplandığı yerdi.
Kuzeyışığı’nda hiç bir zaman ışık olmadı. Lezzetsu yönünden odaklanan ışık bu dev aynadan yansıyordu sadece. Ve Zemin daima bu yansımalı ve toplanmalı çapraşıklığın başka yönden algılanmasına mani oluyordu. Her şeyi taşıyan o, bu yapıyı kendi içinde düğümlüyordu ve dışarıdaki hiçliğin bu diyara sızmasını engelliyordu.
“Hakikati öğrendiğimde bunu kaldıramadım! Değil bağırarak, fısıldayarak bile söylemek istemedim ama yaptım! YAPMAK ZORUNDA KALDIM! Anlamalısınız, şok içinde ağzımdan kaçırdım. Kendinize bunu yapmamalıydınız, deri ve kemiklerinizi bu tepede benimle bırakmamalıydınız. Gerçeği duyunca delirerek kendinize saldırmamalıydınız! BENİ BU TEPEDE CESETLERİNİZLE YALNIZ BIRAKMAMALIYDINIZ!”
- Esaretin Nedeni - 15 Ocak 2019
- Bin Yıllık Azap Çağı - 15 Temmuz 2017
- Nada - 15 Nisan 2017
- Aramakla Bulunmaz; Bulanlar Hep Arayanlardır - 15 Mart 2017
- Bir Koordinat Düzlemi Macerası - 15 Şubat 2017
Tebrik ederim. Başarılı bir hikaye. Yolda okudum, sessiz ve sakin bir yere varınca hikayenin bütünü için tekrar okumayı düşünüyorum. Yine de her kelimeye, cümleye özenildiğini görmek beni etkiledi. Tekrar tebrik ederim.
Yazdığım bir şeye ilk defa “günlük hayat” ta tanımadığım birisi yorum yapıyor. Ve o da çok hoş bri yorum yapıyor 🙂
Teşekkür ederim.
Yazıyı PDF’ye dönüştürüp gönderirken bazı paragraflar kaymış anladığım kadarıyla. Rahatsız verici durmamasına sevindim onun.
Gönderimin bitmek üzere olduğunu sandığım zamanda, neredeyse tek gecede yazabildim anca. Yine de, her yerine dikkat etmeye çalıştım. Bu çabamın fark edilmesi harika bir duygu. Tekrar teşekkür ederim.
Yoğunluğu fazlaca olan bir hikaye. Kalemin çok güçlü. Oldukça beğendim hikayeni.
Yalnız, ekseriyetle metafor kullanman, sanki anlaşılmasını biraz güç kılıyor hikayenin. Bazı yerleri birkaç defa okudum. Belki de genel yazım şeklin budur; düşündürerek okutmak.
Tebrik ederim bu güzel hikayen için…
Tarzını beğeniyorum. Sanki bir labirentteyim, ve mum ışığı altında ilerliyorum. Meteforların gerçekten yaratıcı, rahatlıkla o ana girebildim. Tek tek bahsetmeye gerek duymuyorum. Özel bir anı paylaşmışsı gibi. Teşekkürler.
Bir düzerltme önereceğim:
“Değil bağırarak, fısıldayarak bile söylemek istemedim ama yaptım!”
“Değil bağırmak, fısıldayamadım bile, ama yaptım.”
Ayrıca, son faragraf konusunda 2 sözüm olacak. Öncelikle ard arda kullanılan, ünlemin önemini yitirmiş. Bir yerde okumuştum: Şimşeği örnek veriyordu. Ard arda çakan şimşeğe gözümüz alışır, güzelliğini yitirir, diye.
Büyük harfler kullanmanı ise itici buldum. Sanırım bunun asıl kaynağı; büyük harfle yazmanın görgü kurallarına uymadığı, olabilir.
Başarılar.
🙂 Geriye dönük okuman için teşekkür ederim 🙂
Aklımdan çıkıp gitmek üzere olan bazı şeyleri yeniden hatırlamak, tazelenmek ve dağılan parçalarımı toparlayarak çöl yolculuğuma devam etmek… Böylesi keyif verici:)
“Bir düzerltme önereceğim:
“Değil bağırarak, fısıldayarak bile söylemek istemedim ama yaptım!”
“Değil bağırmak, fısıldayamadım bile, ama yaptım.”
Öykülerimin bazı yerlerinde anlamsal bağıntılar kurmasını ve düşü tatlandırmasını umduğum “seçik” kelimeler kullanmaya çalışıyorum. Burada da o tarz bir durum vardı aslında.
“söz” veya antik yunan felsefesinden çıkan gelenekteki “logos”u “hakikat” bağlamında yedirmeye çalışmıştım o cümleye. Özellikle seçtiğim bir şeydi. Yaşanılan ve bir anda fark edilen doğru bilginin dış dünyadaki yegane formatta vücut buluşuna gönderim… Ama, pek başarılı olamadı galiba :/
Çok fazla var böyle kelimeler ki bir kısmı görevlerini yerine getirse bile okuyucunun “rahatsızlık hissettiği” ifadelerimin hangisinin özellikle tasarlanmış ama işlevini yerine getirmekten yoksun veya düpedüz yetenek yoksunluğundan çıkmış olduğunu anlamak imkansızlaşacak galiba :/ Nasıl düzelteceğimi henüz keşfedemediğim bir konu bu(daha önce de nadide uyarılarından almıştım 🙂 )Kendi tekniğimle savaş halindeyim resmen ama güzel bir şeyler kurabilirim umarım.
“Büyük harfler kullanmanı ise itici buldum. Sanırım bunun asıl kaynağı; büyük harfle yazmanın görgü kurallarına uymadığı, olabilir.”
Evet, olabilir. Yazı dilinde bağırmaya ama internette kabalığa karşılık gelen bir ifade şekli büyük harf konusu. Ve, bol ünlem… Daha önce benzer bir uyarı almıştım senden ve konuyu nasıl çözeceğimi henüz bulamadım.
Mesela, burada, aklını kaçıran ve hakikatin sanılarla uyuşmaması sonucu gerçeklik algısını tamamen yitirmiş, hezeyan içinde bir karakter var. Bütün o çılgınlığına rağmen gözlerinde beliren bir anlık “anlayış”la, korkunç ama hakiki çığlıklar atması… Başka türlü nasıl anlatabileceğimi bilemiyorum çünkü öykünün kalan kısmındaki akıl yoksunluğundan tamamen farklı olarak, bilinçten çıkan yegane cümleleri onlar. Biliyorsundur 🙂
Ama, devam edeceğim düşünmeye ve tasarlamaya.
Umarım gelecek ay da bir öykü okuyabilirim senden. Yazdıklarındaki işçiliği ve deneyselliği çok seviyorum.
Teşekkürler derim herkese.