Hayalleriniz var değil mi? Benim de var. Vardı. Hayatım her hayalin peşine düştükten bir müddet sonra yarım kaldı.
Hayallerimin başlangıcıydı anne ya da baba diyebilmek. Diyemedim. Çok uzun zaman anneme “anu”, babama “booo” demişim. Kendi hayalimi gerçekleştirememem yetmezmiş gibi bir de ilk defa dede deyince anne ve babamın hayallerini de alt üst etmişim.
Her yaz, öğle sıcağından sonra sokağa çıktığımda kaldırıma otururdum. Kırmızılı-yeşilli, siyahlı-beyazlı bisikletlerin jantlarındaki yıldızlara, tellerinde bir aşağı bir yukarı giden boncuklara, sarmal sarmal tellerin aralarındaki rengarenk süslere bakardım. Nasıl da heves ederdim. Bir gün babam çıkageldi yokuşun başından sağ elinde tel sepetli kırmızı bisiklet ile. Elinden kaptığım gibi başlamıştım denemelere. İlk gün, ikinci gün derken, üçüncü gün iki dizimi de paramparça etmiştim. Kollarım mosmordu. Bisikleti öylece kömürlüğün en ücra köşesine bıraktım.
O dönemlerde mahallenin tüm çocukları tırtıl besliyorlardı ve benim yoktu. “Ah bir tırtılım olsa, ona nasıl güzel bir köşk yaparım ayakkabı kutusundan.” derdim kendi kendime. Arkadaşımın kutusundan bir gün bir tanesini aşırıvermiştim dayanamayıp. Tırtılımın köşkünü en güzel ve en büyük dut yapraklarıyla donatmış, bir köşesine de su şişesinin kapağından suluk yapmıştım. Fakat gecesine balkonda kalan tırtılımı kırlangıç kapıverdi o sivri, pis gagasıyla. Köşkü hiç beklemeden sokağın çöpüne attım.
Bir gün mahallenin futbol takımı için annemlerden izin almıştım büyük hevesler içinde. Babamı pazara götürüp en güzel ve en parlak kramponu aldırmıştım. Kramponsa ilk antremanda patlayıverdi. Patlak krampondan utanıp futbolu bıraktım.
Baskete merak salmıştım ardından. Dersin boş olduğu bir gün okulda bizimkilerle iddaalaşıp, başlamıştık üniforma ile top oynamaya. Pantolonum apış aramdan patlayıverdi tam atışa kalkarken. Herkes gülmüştü; bense koşmuştum. Olanı olmamış gibi düşünmek için koşmuştum. Tuvalete varıp da aynaya bakınca, her şeyin gayet de olduğunu hatırlayıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Basket topuna da işte, böyle küstüm.
Müzik demiştim bir gün kendi kendime: “ sanırım müzikte bulucam başarıyı, öyle hissediyorum.” Bağlama kursuna başlamıştım hemen. Üç sene sadece aynı şarkıları çalmak zorunda kaldım hayatın bana oynadığı saçma sapan ve de hiçbir anlamı olmayan oyunu yüzünden. Bakın anılarım canlandı. Getirin sazı “ Gelin Ayşe” çalacam. Tabiki de çalmayacam. Çünkü Ayşe gelin olup da suya giderken ben çoktan tezeneye küsmüştüm.
Gitar dedim sonra bir de onu denemeli. Öğrenmeye yaklaşmıştım esasında. İlk heves ile gitarı alıp, sınıfta da kızları etrafıma toplayıp “ Akdeniz Akşamları” çalmıştım. Hiç biri etkilenmemişti. Ben de do-re-mi’ye küsüp, sol-la-si’ye darıldım.
İlk defa bir kızdan hoşlanmıştım. Ondan başka gerçek, ne vardı ki hayatımda o sıralarda? Hayali beliriyor da şu an karşımda, tıpkı şu an ki kadar güzel gülerdi. Beden derslerinde voleybol oynardı her zaman. Ne tesadüf ki ben de voleybol oynardım her zaman. Oynamıştık oynamasına da o ne yapmıştı? Gidip okul basket takımının kaptanıyla dondurma yemişti. Bizim okulda bir kız bir erkekle dondurma yedimi işler değişirdi. Öğrencilere ait bir dil işte. İnanmamıştım, yanılıyorumdur diye düşünüp kandırmıştım kendimi. Bu kez istediğimin peşinden koşacaktım. Ama bir gün çocuğun sırasında kızın, kızın sırasında da çocuğun ismini kazılı görünce… Voleybola küstüm. Kızlara gelince…
Kendimi derslere adamaya karar vermiştim bu hüsranın ardından. Lisede bu kararımla da iyi işler elde etmiştim. Üniversite sınavı sonucunda filanca okulun filanca bölümünü kazandım. Fakat üniversiteye gidip öğrenci olaylarına karışınca, okulun yarısında okuldan atıldım. Bir hakkımın peşinden koşarken bir hakkımdan olmuştum. Sonrasında bütün haklarımı ortalığa savurup hepsinden tek tek hesap sormuştum ama sonunda haksız kaldım.
Yirmili yaşlarımdayken köye gittiğimiz bir gün, dayım çıkageldi sokaklardan. Kör kütük sarhoş. Tuttu kolumdan, oturttu arabanın ön koltuğuna. Genelevi ilk ve son defa o zaman görmüştüm. Bir fahişe ile bakışmış, sonrasında vuku bulan bir takım olaylarla fahişenin cinselliğindeki samimiyetsizlikle tanışmıştım. Ve işte o gün, samimi olmayan her şeye küstüm.
On altı yaşımdan kırk iki yaşıma kadar yüz iki tane kitaba başladım. Sadece başladım. Her defasında da başladıktan bir saat sonra kitabı çöpe attım. Kitaplar beni içine almadı; ben de tüm karakterlere dargınım.
Her zaman gökkuşağının nerede bittiğini görmek istedim.
Her zaman şimşek nereye düşer görmek istedim.
Saatin yelkovanı on ikiden on ikiye tekrar geldiği surette geçen zaman nereye gider? Bilmek istedim.
İstedim. Hayal ettim. Arzuladım. Bıktım. Sıkıldım. Hayatı oluruna bıraktım. Uzun zamandır bir şey istemiyorum. Sokaklarda yürüyorum sadece. Bu yürümelerin birinde Tuzla’dan Beylikdüzü’ne gitmeyi hayal etmiştim ama Tuzla’dan çıkamadan geri dönmüştüm. Daha fazla düşünmüyorum artık. Nereye gidiyorum? Ne zaman eve döneyim? Boş sorular benim için bunlar. Tabelaları okuyorum. Afişleri, iş ilanlarını okuyorum. Sabah, öğle, akşam, günde üç öğün insanları seyrediyorum. Fakat bir haftası var ki, okuduğum bir afiş, aklımın seyrini bir an da değiştiriverdi. Çok uzun süredir unuttuğum bir duyguyu hatırlatmıştı afişte yazanlar. Okur okumaz heyecanlanmıştım. Düşüncemi, cevize benzer beynimin her kıvrımından geçirip, hayal eyledim ve en yakın büfeye gidip yazan numarayı çevirdim.
Şu an metrelerce yükseklerdeyim parsel parsel topraklardan ve parsellerin arasında yılan gibi dolaşan otoyollardan. Bilmem kaç km hızla uçan uçağın hemen kapısındayım. Atlama sıramı bekliyorum. İşaretim geldi, atlıyorum. Canım boşluk… Sanki dipsiz bir kuyu gibi mübarek. Tanrı’m ne kadar da güzelmiş meğerse kartallar gibi havada süzülmek. Rüzgar desen her yanımda. Tüm benliğimde hissediyorum varlığını. Yükseklerde nasıl da sert esiyor gözünü sevdiğim. Kaç km hızla düşüyorum acaba? Eğitmenim işaret veriyor karşımda paraşütü açmam için fakat ipi çekmeme rağmen bir hareket yok paraşütte. Bir daha çekiyorum. Bir daha… Daha sert… Bir… İp koptu. Korkuyorum. Tamamen yalnızım artık havada. Yalnızlığımla havada süzülmeye devam ediyorum ama nasıl oluyorsa, birden, süzüldükçe mutlu olmaya başlıyorum. Evet evet, kelime dağarcığımda başka bir karşılığı yok bu hissiyatın. Müsaadenizle sayın okur, kendimi parmak uçlarımdan gelen rahatlamaya bırakıyorum. Elbette delirmedim, aksine şu anda beni, ne daha mutlu edebilirdi onu düşünüyorum.
Paraşüt: Düşüyoruz usta, affet beni. Açamıyorum kendimi.
Susuyorum. Mutlu oldukça dudaklarım daha da yanlara açılıyor.
Rüzgar: Mutlusun?
Ben: Hiç olmadığım kadar.
Rüzgar: Sertliğim seni yeteri kadar korkutmuyor galiba.
Ben: Kurallar senin olsun. İstediğin kadar sert oynayabilirsin.
Paraşüt: Az kaldı usta. Hazırlan, ölücez.
Ben: Şşş! Biraz sessiz ol. Rüzgarı hisset. Ayrıca paraşüt sen bana Tanrı’nın bir lütfusun.
V şeklini almış bir göçmen kuş sürüsünün en başındaki kuş: Rüzgarı hissetmiş! Gel bir de rüzgarı bana sor. Saatlerdir şu mendebur rüzgarı yarmaya çalışıyorum. Şu çıtkırıldım kanatlarımda derman kalmadı. Deli herif!
Rüzgar: Eh be adam, sen deli misin divane misin? Çok atlayan gördüm ama senin gibisini ben de ilk defa görüyorum vallahi. Ölüme gidiyorsun fakat mutlusun. Sahi sen niye mutlusun?
Ben: Ne var biliyor musun rüzgar? Benim hayatımda ilk defa bir hayalim sonucuna ulaşma şerefine nail olacak.. Bu yüzden mutluyum. Hem biliyor musun? Ben her zaman böyle bir ölüm hayal etmiştim. Sebepsiz ölmekten korkardım. Ama bak paraşüt ne de güzel sebebim oldu. Sonunu göremeyeceğini bilerek bir şeyi hayal etmek ve peşinden gitmek nasıl bir şeydir bilir misin rüzgar? Lakin ilk defa, şu an, hayalimin sonu var. İnsanın ölüm anında, ölüm haricindeki bir ilki tatmasının zevki, apayrı bir his.
Bulut: Rüzgar, it şu herifi aşağıya da biran önce ölsün. Yoksa kendimi tutamayıp ağlamaya başlayacam, güneşe ayıp olacak. Bugün sen biraz ortalığı ısıt diye söz verdim parlağa.
Ben: Rüzgar, bir de her şeyden ayrı ne var biliyor musun? Çok güzelsin. Keşke ilk hoşlandığım kız olabilseydin. O zaman sonsuza dek peşinden koşabileceğim bir hayalim olurdu.
Neyse gözlerimi kapatıyorum artık; ölmek vaktindeyim ömrümün.
çok beğendim. özellikle ilk yarısı- paraşütle atlama kısmına gelene dek daha da bir kuvvetli anlatıma sahip. Çok hoşuma giden bir kaç cümlen:
“Bir hakkımın peşinden koşarken bir hakkımdan olmuştum. Sonrasında bütün haklarımı ortalığa savurup hepsinden tek tek hesap sormuştum ama sonunda haksız kaldım.” “Her zaman gökkuşağının nerede bittiğini görmek istedim.Her zaman şimşek nereye düşer görmek istedim. Saatin yelkovanı on ikiden on ikiye tekrar geldiği surette geçen zaman nereye gider? Bilmek istedim.”
bir de Tuzla’dan Beylikdüzü’ne yürüme hayali:)
Tebrik ederim.
Çok teşekkürler. Tuzla’dan Beylikdüzü’ne yürüme hayali elbette imkansız değil ama biraz zor ve ben de olsam aynı durumda karakterim gibi davranırdım sanırım ama bir gün neden olmasın… 🙂
İyi günler.
Kaleminize sağlık, öykünün en beğendiğim kısmı karakterin çevreyle olan diyaloğu idi Paraşüt ise oluşturduğunuz karakter gibi kara mizah unsuru
başka seçkilerde buluşmak üzere 🙂
Teşekkür ederim.
Bir daha ki seçkiye kadar kendinize iyi davranın 🙂
Gözüme ilk çarpan, her öyküde değişik bir kurgu kullanman. Beğenilen bir sistem bulmuşken bunu bırakıp yeni yeni kurgular denemek, hem egodan kurtulmayı sağlar, hem gelişmeni sağlar, hem de ne tür bir yazar olduğunun imzasını taşır.
Öyküyü 2 bölüme ayırırsak.
“Her zaman gökkuşağının nerede bittiğini görmek istedim.” öncesi 1. bölüm, sonrası 2. bölüm.
2. bölüm harika olmuş. Kurgu, üslup harika; diyalog hiç de fena değil.
Fakat 1. bölüm ise, 2. bölümü taşıyamamış gibi. Örnekler yüzeysel kalmış. Kahraman bir makine gibi, düğmesine basılmış, ve küsmüş.
Olayların sayısını azaltıp, detaylar ekleyebilirsen denge sağlanabilir. Sadece Bisiklet, tırtıl ve saz yeterli gibi.
Eğer roman olsaydı, veya bir otobiyografi, asla göze batmazdı. Fakat burada, bir öykü olarak benzerimsi tekrarlar sarkmış.
Kalemine sağlık.
Yorumun için teşekkür ederim. Olayların sayısı içinse şunu diyebilirim ki içimden bu kadar örnek yazmak geldi ve yazdım. Tabi ki dışarıdan bakan bir göz olarak da olayları yüzeysel bulmanı göz ardı etmiyicem.
Başka seçkilerde görüşmek üzere.