“Tavşan kaç, tazı tut. Bir iki, bir iki. Tavşan kaç tazı tut!”
Karanlık gökyüzünde tek bir yıldız bile görünmüyordu. Ayın belli belirsiz ışıkları önünü kapatmış bulut kümelerinin üzerinde bir sisten ibaretti. Bir kadın, yeni yağmış yağmurdan ıslak arnavut kaldırım sokaklarda ağlayarak koşuyordu. Sarı saçları ıslanmış, terleyen yüzüne yapışıyordu. Korku dört bir yanı sarmıştı. Sakince yürüyen bir kedi karşısına çıkana kadar koştu. Kediye çarpmamak için aniden sağa döndü ve ayağı takılıp yere düştü. Bileği burkulmuştu. Kaçamıyordu. Korku dört bir yanını sarmıştı. Ayak sesleri ve karanlık bir şiirin sonsuz dizeleri kulağına çarpmaya başladığında gözlerini kapatıp, kaderine lanetler yağdırdı.
**
Pompacı, gece vardiyasını almak için sakin adımlarla benzinciye doğru yürüdü. Aslında bir pompacı değildi, dükkân sahibiydi. Eskiden, şu anda bulunan dükkânının yüz metre ilerisindeki müstakil evinin arkasında bir tarlası vardı. Çiftçilik yaparak geçinirdi. Ama son dönemlerde böyle bağımsız çiftçilik numaralarıyla geçinmek çok zordu. O da bir benzinci açmıştı. Artık tarlasında fazla ürün yetiştirmiyordu. Sadece kendine yetecek kadar.
Kırklı yaşların sonlarına yaklaşmış, kirli sakalları ağzından nadiren çıkardığı sigarası ve zayıf görünümüyle bütün bir adamdı Benzinci Murat. Başında şirketinin promosyon şapkalarından biri, üzerinde aynı ceketlerden, ve gözünde kalın çerçeveli gözlüğü günlük kıyafetleri sayılırdı. Yüzü genellikle ifadesizdi. Bazıları düşünceli göründüğünü söylerdi. Nadiren gittiği beş yüz metre kadar şehre yakın bölgedeki sanayi kahvesinde, insanlar tarafından sevilen biriydi buna rağmen. Parayla fazla işi olmazdı. Bir kez evlenmiş, karısını yedi yıl önce kaybetmişti. Bir oğlu vardı ama o da kendi işinde gücündeydi. En son dört yıl önce babasını ziyarete gelmişti. O günden sonra da bir daha görünmemişti.
Benzinci Murat dükkanın iki saattir boş olduğunu hemen anlamıştı. Kendisi biraz geç kalmıştı vardiyaya. Ama sabah orda beklemesi gereken iki gencin erken çıktıklarını belirttikleri notu almıştı. Çocuklar iyi niyetle altına saati yazmışlardı. Aslında büyük bir boşluktu bu. Benzinciler hiç bir zaman boş olmamalıydılar. Neyse ki, fazla müşteri gelmezdi. Gelenlerden birisi de şu anda orda beklemekteydi.
“Nerdesin be adam? On dakkadır bekliyorum. Bari dükkanın kapısını açsaydın.” Arabanın açık camından bağırmıştı herif.
“Açsaydım da hırsızlar dadansaydı. Ne istiyorsun?” Benzinci Murat, pompalardan birini eline almıştı.
“Doldur depoyu, 50 liralık olsun.” Murat pompayı benzin kapağına taktı, otomatikti. Tam geri dönecekken arabanın radyosunun açık olduğunu fark etti. Haberler vardı. İstemeden kulak kabarttı.
“Kendine Kara Zebani diyen seri katil, dün gece iki cinayette daha bulundu. Alınan bilgilere göre, biri erkek biri kadın iki kişi, bir parti çıkışı öldürüldü. Kurbanların çift oldukları ve partiden birlikte çıktıkları öğrenildi. Katil onları ara sokakta yakalamış, önce erkeği uzun bir bıçakla boynunu keserek öldürmüş. Kadınıysa uzun süre kovalayıp, başka bir ara sokakta, üç dişli yabasıyla öldürdüğü tahmin ediliyor. Her zamanki gibi, sadece erkeğin kesilmiş başı bulundu. Kadının ise ufak tefek kan ve deri parçalarına rastlandı. Bir de topuklu ayakkabılarına.”
“Vay babanın! Şu herifçioğluna bak ya. Karımızı kızımızı sokağa salamaz olduk birader. Adam gördüğü karıyı kaçırıyor. Artık tecavüz mü ediyor, yiyor mu orasını bilmem. Ama heriflerin kafasını atmasını bilemedim.” Dedi şöför direk Murat’a hitap edip gülerek.
“Ben onu bunu bilmem birader. O adiyi buralarda bir göreyim. İşte o zaman tecavüzün alasını gösteririm ona.” Murat kendi söylediklerine gülüp, pompayı çekti. Fişi uzattı.
“Görürsen nasıl tanıyacaksın adamı?”
“Kara Zebani demiyor mu arkadaş? Üç başlı kırmızı yabası varmış. Siyah giyinip maske taktığını söylüyorlar. Demir bir maskeymiş, kırmızıya yakınmış, tepesinden iki tane küçük boynuz çıkıyormuş. Ağzının olduğu yerde de tazı dişlerine benzeyen sırıtan bir surat varmış. Sol gözünün olduğu yerden siyah bir çizgi aşağı iniyormuş.” Murat hevessiz bir şekilde söylemişti bütün bunları. Ama kendinden de bir o kadar emindi. Bu sözleri duyan birinin yanlış olduğunu düşünmesi imkansızdı kısacası.
“Kodumun oğlu, nerden biliyosun bu kadarını?” şöför kahkahayı koymuştu. Durumun ciddiyetiyle dalga geçer gibiydi.
“Herif dört senedir yetmiş cinayet işledi, televizyonlarda söylüyorlar. Hiç mi duymadın.”
“Ben buralı değilim kardeş. Gezerim öyle. Yalnız şehirde herkes sessiz, bir karanlık var. Sanki Batman filminden fırladınız amına koyayım. Neyse, ben yoluma gideyim. Haydi kal sağlıcakla, dükkanı boş bırakma ha.” Adam gaza basıp anında toz oldu. Murat arkasından bakıp biraz düşündü. Kara Zebani denen katil, dört senedir şehirdeydi. Şehir korkuyla doluydu. Sokaklar karanlıktı. Geceleri dışarı çıkmak mümkün değildi. Korkuya, baskıya ve hüzne isyan edenler, eğlenceler düzenlerlerdi. Ama içlerinden ikisi, mutlaka ölürdü.
Murat bir an tezgahın arkasına geçip, eline pompalı tüfeğini almak istedi. Hızlı adımlarla dükkana doğru yürüdü. Yağmur başlıyordu.
**
Pelin, mezuniyet balosu için ailesinden izin koparmanın sevinciyle telefonunu bile unutarak dışarı fırladı. Erkek arkadaşı kendisini iki sokak aşağıda bekliyordu. Tabi ailesinin bunu bilmesine gerek yoktu. Sonuçta bu, her insanın hayatında bir kez yaşayacağı bir deneyimdi, bu yeterliydi. Liseden mezun olmak. Hayatın öğrenmeye dair en önemli evresinin sonu anlamına geliyordu. Gelişim, sonuçları belirmeden tamamlanıyor, yeni bir dönem başlıyordu. Utançlar, sevinçler, aşklar her şey geride kalıyordu. Belki de bir topluluğu son görüşüydü. Onlar dört sene boyunca hayatını paylaştığı insanlardı. Her şeyini biliyorlardı, o her şeyini onlara göstermişti. Ancak topluluk, zorunluluktan bir araya geldiği için, çatlaklarla doluydu. Bitiş belki de bir müjdeydi. Mezuniyet balosu, bu müjdenin dışa yansımasıydı.
Siyah saçlarını arkadan örmüştü bugün Pelin. Düzgün görünmek istiyordu. Eteğini bile bir kaç parmak aşağıya indirmişti. Üzerinde gömleğin dışında bir de ceket vardı. Bahar ayları olduğu için hava çok dengesizdi, ama şu an şehri, dalga geçercesine ışıklarıyla yıkayan güneş, Pelin’in vücudunda, temiz yüzünde ve boynunda hafif terlere sebep olmuştu. Bu yüzden ceketini eline alarak, sevgilisi Onur’un yanına yaklaştı. Onur eğilip Pelin’i öpmeye cesaret etmişti, bu sıcak davranışları kızın hoşuna gidiyordu, Onur’da herkesin bildiği bir cesaret vardı. Ama zaten Pelin’i inkar etmek pek kolay değildi, çünkü kız, hareketli ve canlı tavırlarının yanında, kısa boylu, güler yüzlü, sevimli bir kızdı.
“Gelip gelmediğini sormuyorum bile, zaten yüzünden anlaşılıyor.” Onur gülümseyerek söylemişti bunları. Gerçekten de Pelin o an aptal bir sırıtışla sevgilisinin karşısında durduğunu fark etti. Kız hemen suratına çeki düzen verdi. Çocuğun elini tuttu ve yürümeye başladılar.
“Peki, takım elbise giyecek misin mezuniyette?”
“Hayır.” Kesin ve sert bir sesi vardı Onur’un.
“Saçmalıyorsun. Baloda takım elbise giyilir.” Pelin, biraz üzülmüştü, yeşil tonlar ağırlıklı sarı lekelerle süslenmiş bir elbise giyecekti. Partnerinin de takım elbise giymesini istiyordu. Böylece ciddi bir çiftmiş gibi görünebilirlerdi. O, hayatının anlamıydı çünkü.
“Ya, beni biliyorsun. Hayatımda giymedim öyle şeyler, giymem de. Ama merak etme yine siyah gömlek ve pantolonla gelirim. Öyle salaş giyinmem yani.”
“Of, peki.”
Bir kaç dakika sonra, okul görünmüştü. Kız çocuğun elini bıraktı. Bu şekilde yürüyüp okula girdiler, öğleden sonra dersleri başlamak üzereydi. İkisi aynı sınıfta değillerdi. Bu yüzden öğretmen zili çalana kadar dışarıda takılırlardı. Yine okul bahçesinde arkadaşlarının yanına gittiler.
“Aa, Pelin, noldu geliyor musun mezuniyete?” soruyu soran sarı saçları, uzun boyu ve düzgün vücuduyla okulun en alımlı kızlarından Merve’ydi.
“Tabi kızım. Kaçar mı?”
“İyi iyi, delilik ama yaptığımız ya, hadi neyse.”
“Neden ya, ne güzel eğleneceğiz.” Yeşim, aslında böyle şeylere en az ilgisi olan kişiydi. O yüzden ciddi bir tartışma açmadan önce, özellikle topluluktaki erkekler tarafından kısa bir dalga geçilme bombardımanına maruz kaldı.
“Ya abi, o Kara Zebani midir ne sikimdir, kim görmüş onu? Bence cinayetler münferit. Seri katil olsa mutlaka ipucu bırakır, yakalanırdı. Kaçırılanlar bulunamıyor bile.” Onur ciddi bir noktaya değindiğini belli eden elini savurma işini hemen yapıvermişti.
“Yok abi. Yetmiş, faili meçhul cinayetten bahsediyoruz burda. Saçmalamanın anlamı yok. Tamam polis teşkilatı başarısızlıktan dökülüyor ama o kadar da değil hani. Belki sadece öldürmüyordur kızları.” Çağıl, zekice bir şey söylediğinin farkında olduğunu belli etmek adına başını öne eğip gözlüğünü yukarı doğru itti. Diğer eliyle de kafasını kaşıdı.
“Abi, gelmiyosun bari milletin moralini bozma.”
“Siktir lan. Gebermeyin diye yardımcı olmaya çalışıyorum.”
“Nereye yardımcı olmaya çalışıyosun? Çok biliyosun sanki her şeyi.” Pelin, Çağıl’ı pek sevmezdi. Ukalalığın zirvesinde, asosyal takılan bir çocuktu. Ama sosyal ilişkiler hakkında bile atıp tutardı. Aslında kimseye belirli bir kötülüğü dokunmasa da arada sırada dengesizlik yapıp milleti önce küçümser sonra özür dileyip affettirmeye çalışırdı kendini. Şimdi de kafasını kaldırıp gülümsüyordu. Bu son bir söz söyleyip gideceği anlamına geliyordu.
“O zaman şimdiden geçmiş olsun diyorum. Umarım başınıza bir şey gelmez.”
**
Yağmur hızını artırmış, sessiz ve yalnız şehri yıkayıp günahlarından arındırmaya çalışıyordu. Ancak o günahlardan arınmak bu kadar kolay değildi. Dünya onların günahlarına ağlarken, onlar, işlemeye devam ediyorlardı. Bir ilmik gibi, teker teker günahlarından şekiller işliyorlardı. O günahlar karşılıklarını alacaklardı, almaktaydılar. Aşk, onları lanetlemişti. Aşka karşı günah işlemek en büyük cezayı hak ederdi.
Liseli bir kız ve bir erkek sarılmış yürüyorlardı. Az önce otelden yeni bitmiş mezuniyet balolarından çıkmışlardı. Erken çıkmışlardı, çünkü erkeğin evine gidip biraz da yalnız eğleneceklerdi. Aşk kandırmacaları bu yaşlara kadar düşmüştü. Kız, yeşil elbisesi içinde bir orman perisini andırıyordu. Erkek ise kendisine uygun siyah giysilerle bir şeytanın soğuk yansımasıydı. Adaletin tazısının aklında bunlar vardı.
Yavaşça, saklandığı çatıdan diğerine geçti. Bugün, aşkını çok güzel bir tadla sulayacaktı. Evet, bugün aşkı kesinlikle meyve verecekti. Sulu, tatlı güzel bir meyve. Belki de kristalden, parlak bir meyve. Ama en güzeli, aşkla yiyebileceği bir meyve.
**
Pelin, yan gözle Onur’a baktı. Müzikten pek bir şey duyulmuyordu. Az önce dans etmişlerdi zaten, yorgundu. Arkadaşlarıyla lobideki koltuklara oturmuşlardı. Resmi olarak alkollü içki almak yasaktı. Ama tabi ki, erkeklerden bir kaçı yanlarında cep votkaları getirmişlerdi. Şimdi lobide şekersiz limonatalarına katkı yapmakla meşguldüler. Sinsi bir gülümsemeyle bardağı Pelin’e uzattı Onur. Pelin de aynı gülümsemeyle bardağı aldı ve ufak bir yudumla başladı. Tadı biraz acı gelmişti. Daha büyük bir yudum alınca boğazını yaktığını ama bunun güzel bir his verdiğini fark etti.
“Ee gençler, acaba hangimiz talihli olacak bugün?” dedi Berk, rahat bir çocuktu. Bir elinde telefon, baloya gelmeyen kız arkadaşıyla mesajlaşıyordu.
“Ne talihlisi?” Onur, Berk’i çok ciddiye almamıştı, hala limonataları doldurmakla meşguldü.
“Kara Zebani yahu, içimizden biri ölecek sonuçta bugün değil mi?” Diğerlerinin sert bakışları arasında hafifçe güldü. “Bence Onurla Pelin’in şansı daha yüksek.” Kötü bir şey söylediğinin farkındaydı ama pek umursamıyor gibiydi.
“Salak salak konuşma, kapa çeneni gerizekalı.” Diye söze girip, elinin tersiyle Berk’in göbeğine vurdu Merve.
Pelin umursamazca başını salladı. Bugünü günlerdir bekliyordu, bir şeylerin sonu aynı zamanda başka bir şeylerin başlangıcı olacaktı. Aslında burada fazla kalmayı istemiyordu. Bir baloda eğlenmenin kısıtlamaları vardı ona göre. Kontrollü olmalıydınız, bu da uzun süreli eğlenceyi sağlamıyordu. Daha önceden Onur ile anlaşmışlardı, Onur’un ailesi şehir dışına çıkmıştı. Birazdan çıkıp oraya gideceklerdi. Pelin, Onur’un içinde alevlenen umutların aynısını paylaşıyordu. Ancak bunu fazla belli etmek istemiyordu. Sevdiği insanla geçireceği ilk gece olacaktı. Bunun heyecanı baloda sessiz kalmasına sebep olmuştu. Sabırsızlanıyordu, başıyla Onur’a hafif bir işaret yaptı. O da anlamıştı.
“Neyse, gençler. Biz kalkalım. Size iyi eğlenceler. Yarın okulda görüşürüz.” Elindeki içkisini bir hamlede içti ve Pelin’in elinden tutup kalkmasına yardım etti.
“Nereye ya, daha erken değil mi?” diye sordu Merve.
“Biraz beraber takılalım diyorduk ama..” Pelin anlamasını bekleyerek Merve’ye bakış attı.
İkili arkadaşlarıyla vedalaştıktan sonra dışarı çıktılar. Yağmur yağıyordu. Hava iyice kararmış, is kokusu buram buram hissediliyordu. Pelin, Onur’a sarıldı. Evlerin çatılarının sokağa uzanan kenarlarına sığınarak damlalardan korunmaya çalışıyorlardı. Onur’un evi yakındı ve ıslanmamak adına bir kaç ara sokaktan geçerek oraya ulaşmak mantıklı gelmişti. Yağmurun hızını artırması etrafı sakinliğe boğmuştu. Etraf, haddinden fazla sakindi, insanın içini ürpertiyordu. Evlerin tek odalarından hafif ışıklar dışarı sızıyordu. Pelin biliyordu, insanlar yağmurlu bir bahar gününde, yalnızlıklarını hissetmek istemezler. Film izlerler, televizyonlarını asla kapatmazlar. Sevdikleriyle bir battaniyenin altında belki de hafif bir sonbahar filmi izlerler. Sarılmak isterler. Bir sıcaklık duymak isterler. Korkunun kol gezdiği böyle bir şehirde, gün sonunda arzu iki katına çıkar.
Kara Zebani evlere girer. O çocukların dolaplarına saklanır. O bacalardan bir duman gibi sızar. O korkunun kokusuyla burunlara dolar. O her gölgenin içindedir. O gölgenin kendisidir. Zebani, kazanlarında yanmayı bekleyen günahkarların bekçisidir. Zebani onları, hizmet ettiğine hediye eder. O mükafatını bekler. Her yağmurlu günde, herkesin pencerelerini sıkı sıkı kapatmasının sebebidir. Ve şimdi Pelin, Onur’a sıkı sıkı sarılıyorsa, bunun sebebi soğuk değil, korkuydu. Çünkü Pelin, arkasından gelen ayak seslerinin ne anlama geldiğini, Onur kadar iyi biliyordu. Bunlar ölümün sesleriydi, ve ölümün kokusuydu. Ölüm, ıslak taşların kokusuyla somutlanıyor. Arkasından yaklaşıyordu. O tıpkı, rutubet gibi kokuyordu.
Pelin, Onur’un kulağına arkasından geleni fısıldadı. Onur bunu çoktan fark etmişti. Ona korkmamasını söylemişti; ama kendisi korkuyordu. Bir ara sokaktaydılar, ve bu ara sokak kapalı lokantaların arkasıydı. Ne bir cam vardı, ne açık bir kapı. Kaçacak hiçbir yerleri yoktu. İki sokak ötedeki evi dışında. Ama orada kısılmış olurlardı. Onur ilerideki çöpün yanında duran paslanmış döner bıçağını gördüğünde, içini bir umut kapladı. Adımlarını hızlandırdılar. Arkalarındaki ses, sonunda insan sesine bürünmüştü. İçten buğulu bir sesti, etkileyici sayılırdı. Uzun süre konuşsa, uzun dizeler dökse ağzından, sıkılmadan dinlenecek bir sesti. Ancak karnalık bir maskenin ardından geldiği belli oluyordu. İsteği üzerine kurbanların kanını donduruyordu.
“Nedir eskimeyen tek şey üstadım? Dünyada eskimeyen tek şey şey yağmurdur, evet üstadım. Yağmurdur. Beyaz kar, pislikle kirlenir. Gün geçtikçe daha kirli yağar. Kendi gök kubbemiz, artık beyaz değil. Siyah! Onu siz kirlettiniz! Ama yağmur, o her zaman yıkar. Kirlettiğiniz toprağı yıkar! Pislettiğiniz denizi arındırır. Yağmur, dünyada eskimeyen tek şeydir üstadım.”
Onur, Pelin’in korku dolu sesleri arasında hızla döner bıçağını kavramış ve arkasına dönmüştü. Onu göremiyordu. İleride belli belirsiz bir silüet seçiyordu. Ama bu o diyemezdi. Ses her yandan geliyor gibiydi, elinin tersiyle göz yaşlarını sildi. Bıçağı iki eliyle kavradı.
“Buraya gel de sana eskimeyen şeyi göstereyim, katil piç!”
“Onur, onu kızdırma.” Pelinin sesi titriyordu, gözleri kızarmaya başlamıştı.
“Beni kızdırma Onur!” diye bir bağırtı duyuldu. Aynı anda gök gürüldemesi duyulmuştu. Işığın hızı sesi aşmış, parıldayan şimşek, kurbanlara katillerini göstermişti. Karşılarında bir arabanın üzerinde eğilmiş duruyordu. Şeytanın kırmızı maskesi ve vahşi bir hayvanın dişleri, efsaneyi hak edecek kadar ürkütücüydü. Yavaşça sağ elini kaldırdı. Üç dişli yabası elindeydi. Kahkahalarını yükseltti.
“Sefalet içinde iken mutlu günleri hatırlamak kadar acı bir şey yoktur!” Zebani, bir sıçramayla yolun ortasına geldi. Şimdi elinde yabasıyla sakin adımlarla yürüyordu. Pelin, Onur’u sırtından çekiyordu, gitmek için yalvarıyordu.
“Kaçman gerektiğinde kaçmayı bilmelisin, genç günahkar!” Katilin hareketlerinde en ufak bir değişiklik yoktu. Onur arkasındaki kızdan cesaret alıyordu. Bıçağı daha sıkı tuttu ve bağırdı. Sesinde duyulma ümidi vardı.
“Sonunu göreceğim, orospu çocuğu!”
“Savaşın sonunu yalnızca ölüler görür, Onur! Saçmalama!” Katil yabasını kaldırıp savurma pozisyonuna getirdi. Hareketsiz maskesinin ağzı açılıp kapanıyor gibi gelmişti Onur’a. Vahşi bir hayvanın yemeğini yemeden önce dudaklarını yaladığı gibi, tazı sanki sırıtıyordu.
“Tazı bu dünyaya adalet getirecek! Tazı gelip de onu işkenceyle öldürene dek, korkunun pençesinde olduğunu saklayacak! Tazı gelip de onu öldürene kadar, aşkı tanıyamayacak.”
Zebani sıçradı ve korkudan dizleri üzerine çökmüş Onur’un önünde durdu. Çocuk elinden bıçağı düşürmüştü, Pelin, çoktan duvarın kenarına çökmüş ağlamaktaydı.
“Ağla çocuk, yağmurun yapamadığını gözyaşların yapar. Günahlarını temizle. Ağla.” Onur bu sözler üzerine başını kaldırdı, ağlamasına bir dur demek niyetiyle gözlerini sildi. Eli yerdeki bıçağa uzanıyordu; ama yapacak hiçbir şeyi olmadığını biliyordu. Tazının kahkahası tüm sokağı kapladı. Çöplerin içinden bir kedi fırlayıp duvara tırmandı, Tazı yabasını hızla Onur’un suratına indirirken. Pelin’in çığlıkları arasında, başı gövdenin üstünden çekip çıkardı. Onur’un cesedi, fırlayan kanının içinde görünmez olana kadar öylece durdu.
“Ve kuzgun, bir daha asla dedi.”
Zebani, dudağında bir şiirin dizeleriyle kıza doğru yaklaştı. Sustu ve kıza baktı, başını hafifçe eğdi.
“Bir bakire. Hanımım için iyi bir hediye olacak.” Davetkarca kıza elini uzattı.
Kız katilin eline tükürdü. Bir süre ikisi de hiçbir şey yapmadan durdular, sonra Pelin, duvara yaslanarak ayağa kalktı.
“Beni, nereye götüreceksin?”
“Daha yetkin bir ruh gelecek, seni ona bırakıp gideceğim ben, çünkü seninle birlikte gitmemizi istemez yukarı ülkelere. Ben onun hizmetçisiyim. Belki de bana asıl mükafatımı kazandıracaksın.” Ve sonra cevap beklemeden yabasının arkasıyla kızın kafasına vurdu.
Yağmur, kanları elbette temizleyecekti. O her şeyi temizlerdi. Adaleti tazı sağlar, yağmur pislikleri temizlerdi.
**
Benzinci Murat, yüzünü yıkadı. Bugün vardiyaları değişmişlerdi. Gece vardiyasına çıkmayacaktı. Kendini biraz kötü hissediyordu. Bir de bu dönemde misafir ağırlamakla uğraşacktı. Yıllardır evine giren çıkan olmamıştı, şimdi şehirden kuzeni ve ailesi ziyarete geleceklerdi.
Haberlerde iki gece öldürülen ve yalnızca parçalanmış başı bulunan, çocuktan söz ediliyordu. Kız arkadaşı olduğu tespit edilen biri de kayıptı. Hiç kuşku yoktu. Zebani yine işe çıkmıştı. Murat aynaya baktı, uzun süre sonra sakallarını tamamen kesmişti, aslında canlı görünüyordu. Bu misafirlik içinde ilginç duyguların canlanmasına sebep olmuştu. Eskiden olsa mutluluk derdi. Ama o günden beri bu hissi yaşamadığını biliyordu. Oğlunun geldiği gün, bir çok şey değişmişti hayatında. Aslında bu daha öncesine dayanıyordu. Murat, bunları düşünürken kapının ikinci kez ısrarla çaldığını fark etti.
“Hoşgeldiniz. Hakan, hoşgeldin amcaoğlu, nasılsın?” Murat yüzüne hafif bir gülümseme koymuştu ama fazla etkili olmadığını biliyordu.
“İyidir be Murat, sürünüyoruz işte. Ne zamandır görüşemedik.” Konuşan Muratın amcasının oğlu Hakan’dı. Yanında karısı Sezen’i ve lise son sınıfta okuyan oğlu Çağıl’ı getirmişti. Kısa bir selamlaşma, öpüşme faslından sonra yemeğe geçtiler. İşten güçten konuşmuşlardı. Murat gelme sebeplerini hemen anlamıştı aslında. İki gece öldürülen iki genç, Çağıl’ın arkadaşlarıydı. Çağıl bir nevi depresyona girmişti, görünüşte onu sosyal ortamlarda yanlarında getirmek amacındaydılar. Ama Murat biliyordu ki, Hakan’ın amacı kesinlikle oğluna kendisinden daha kötü durumda olan insanların olduğunu da göstermekti.Yemek bitip salona geçtiklerinde, Çağıl sorulan sorulara tek kelimelik cevaplar vermek dışında
konuşmamıştı.
“Murat sen bir ara çiftçilik yapıyordun yahu, noldu o iş?” dedi Sezen konu açmak ister gibi bir havayla.
“Ya bıraktık be yenge. Olmuyor. Geçinemiyoruz.” Murat yan gözle Hakan’a bakmıştı. Bir şeyler anlamış gibiydi. “Hala arkada kendime yetecek kadar sebze meyve yetiştiriyorum işte.. Ha, Çağıl? Görmek ister misin tarlayı? Temiz hava alırsın hem.” Murat, sözlerinin gideceği yeri söyledikten sonra kestirebilmişti, artık geri dönüş yoktu.
Çağıl hiçbir şey söylemeden kalktı ve Murat’ın gösterdiği yere doğru gitti. Arka kapıdan bahçeye çıktı. Ailesinin kendisi hakkında dedikodu yapacağını biliyordu. Mesele değildi, ne onları ne de başkasını umursuyordu. Arkadaşlarınn başına gelenler onun suçu gibi hissediyordu. Onlara felaket tellallığı yapmıştı. Belki de o korku yüzünden buna kapılmışlardır diye düşünüyordu. Gerçekten de temiz hava almalıydı.
Murat’ın bahçesi, evin hemen arkasında on-on beş metrekarelik ufak sayılabilecek bir yerdi. Çiftçilik yapmak için, minicik bir yer sayılırdı. Oturduğu banktan etrafa baktı. İleride yeni dikilmiş gibi görünen uzun kavak ağaçları vardı, birbirlerine çok yakın duruyorlardı. Eskiden oranın da bu tarlaya ait olduğunu anlamak çok zor değildi. Ama Çağıl’ın ilgisini çeken şey başkaydı. Küçük bir toprak yol kavakların içine doğru ilerliyordu. İleriyi görmek çok mümkün değildi ama kavakların ilerisinden küçük mavi bir parıltının gözüne geldiğini hissetti sanki. Sanki kapalı gökyüzündeki ay yeryüzüne inmişti. Kavakların arkasına saklanmıştı ve ışığını kimse farketmesin diye korunuyordu. Çağıl’ın içini bir ürperti kapladı. İstemsizce ayağa kalktı ve arkasını kontrol ederek kavakların içine girdi.
Biraz ilerleyince ışığın gerçekten de orada olduğunu fark etti. Ama öncesinde küçük bir kulübe gözüne çarptı. Gecenin bir vakti küçük bir ormanın içine girmişti, korkuyordu. Kendisini korumak için bir şey bulabilme umuduyla kulübeye girdi. Girdiği an bünyesini bir şaşkınlık kapladı. Çünkü bulunduğu yer ufak bir bahçıvan evinden ibaret değildi. Yere doğru inen merdivenler vardı. Göz ucuyla görebildiği kadarıyla aşağıda da tahtadan yapılmış dört tane arık vardı. Çağıl yutkundu. Çünkü her şey sistemli görünüyordu. Öylesine atılmış gibi değildi. Merdivenlerden aşağı inmeye korkarak etrafına baktı. İlk gördüğü şey, üç başlı kırmızı bir yabaydı. Çağıl, kalbinin küt küt atmaya başladığını hissetti. Hızla yabayı eline aldı. Ağırdı ama kaldırılamayacak kadar değildi. Kötü kokuyordu, demir kokuyordu, daha çok kan kokusu vardı üzerinde. Aklına gelen ilk şey bir dolap aramak olmuştu Çağıl’ın, izlediği filmler ona bunu yapmasını söylüyordu çünkü. Araması uzun sürmedi, hemen sağında bir dolap vardı. Çağıl yavaşça dolabın kapağını açtı, göreceği şeyi bekliyordu ama bu dehşetle geriye doğru sendelemesine engel olmamıştı.
Karşısında Kara Zebani vardı. Sırıtan tazı suratı, üzerine bulaşmış kan lekeleri, havaya kalkmış iki eli. Zebani kendisini öldürmek için hazır bekliyor gibiydi. Çağıl’ın kendine gelmesi uzun sürdü. Yine de onun Zebani değil, bir kostüm olduğunu fark etmişti. Benzinci Murat, katildi!
Çağıl, hemen dönüp ailesini uyarmak istedi; ama ona engel olan şey aşağıdan gelen belli belirsiz iniltiydi. Pelin aklına gelmişti Çağıl’ın. Aşağıda olabilirdi, yabasını sıkıca kavradı ve hızla merdivenleri indi. Gördüğü şey, kesinlikle bir dahininin elinden çıkmış bir şeydi. Hayır, bu bir psikopatın elinden çıkmıştı!
Koca bir mahzenle karşılaşmıştı Çağıl. İndiği yer, mahzenin ortasıydı. Tam solundaki büyük duvarın üstünde dört tane kız, çırılçıplak duvara montelenmişti. Ağızları kapalıydı, çarmıha gerilmiş gibilerdi. Sadece, küçük plastik borular damarlarına bağlanmıştı. Hepsi, herbirinin önüne döşenmiş arıklara uzanıyordu. Arıklardan da kan akıyor, ileriye doğru gidiyordu. Çağıl bazı borulardan kan akmadığını fark etti. Kurbanlar ölmesin diye duraklatıyordu anlaşılan. Ama sürekli değiştirdiği belliydi, etraf cesetlerle doluydu, eskiler tuzlanmış, kokmasın diye üzerlerine kireç atılmıştı. Bir çoğunun başı yoktu. Onur’a ait olduğunu fark ettiği çıplak cesedin de bütün uzuvları kesilmiş, bir arığın tepesine asılmıştı. Tek tük damlayan kanlar arıklara düşüyordu.
Çağıl yabasını çoktan düşürmüştü, elleri ağzını ve burnunu kapatmış bir şekilde yere çökmüştü. Karşısında inleyen gözlerle bakan Pelin, en soldaki bedendi. Çırılçıplak bir şekilde duvara asılmıştı. Kıpırdayamıyordu, kıpırdadıkça acılar içinde sızlanıyordu. Ama Çağıl gözlerinden yardım dilendiğini anlamıştı. Diğer kızlardan ikisi baygındı, belki de ölmüşlerdi. Biri de yarı uyanıktı. Çağıl’ı görünce tepki vermemişti. Sarı saçları ve güzel yüzünden Çağıl bu kızın geçen hafta kovalanıp kaçırılan kız olduğunu anlamıştı. Cesaretini topladı ve yabayı alıp ayağa kalktı. Kızların yanına gidip, hiçbirinin çivilerle çakılmamış olmasını diledi. İplerle ve bantlarla vücutlarının duvardaki dört sütuna bağlandığını görünce hemen onları koparmaya başladı. Ama bileklerindeki kelepçeleri sonradan fark etti. Pelin mırıldanmıştı, hemen uzanıp ağzını çözdü.
“Çağıl.. Anahtar.. Anahtarlar, şurdaki masanın üstünde. Lütfen yardım et.”
“Tamam, sakin ol. Konuşma sakın.” Diye fısıldadı Çağıl. Anahtarları alıp kelepçeleri açtı ve dört kızı da serbest bıraktı. İkisi ölmüştü çoktan. İki kız da ölmek üzereydiler. Çağıl, iki kızı birbirine yakın oturtup, ceketini kızlara verdi. Murat birazdan buraya gelebilirdi. Geldiğinde hazırlıklı olması gerekiyordu. O yüzden önce kızları dışarı çıkarmalıydı. Yukarı çıktı ve kızları aşağıya, evin uzağına doğru yolladı. Yalnız gitmemek için direndiler ve ağladılar. Ama Çağıl ısrarcıydı, ailesini de kurtarması gerekiyordu. Cep telefonunu içeride bıraktığı için kendisine lanetler yağdırarak, kızları benzinciyi görebilecekleri bir yere bıraktı. Sonra biraz arkalarından baktı ve tekrar kulübeye döndü. Kara Zebani’nin tüm silahlarını almalıydı. Biraz arayınca o sözü geçen uzun bıçağı da buldu. Eski bir kılıca benziyordu ama daha kısaydı. Kınını da bulup taktı ve elinde yabayla kulübeden çıktı.
Bir şey dikkatini çekmişti. Eksik olan bir şey vardı. Etrafına baktı ve ışığı tekrar fark etti. Onu tamamen unutmuştu. Çocuk, tüm gücünü toplayıp, ışığa doğru koştu. Yaklaştıkça, yoğunluk artsa da ışıktan yanma diye bir şeyin gerçekleşmediğini hayretle fark etti Çağıl. Hissettiği yoğunluk başkaydı. Sanki ışık, gözlerine değil, zihnine hücum ediyordu. Onu ele geçirmeye çalışıyordu. Eski sevgilisini gördüğünde hissettiği duyguyu hissetti, eski sevgilileri aklına geldi. Sonra Pelin’i ve iğrenç görüntüyü düşünüp kendini durdurdu.
Düşüncelerinden fırladığında, karşısında gördüğü şey, bütün gece gördüklerinin içinde en muazzamıydı. Çağıl, onu tam olarak gördüğünü bile söyleyemezdi. Kendini bıraktığı an, bir duygudan ibaret bir şey olacağını fark etmiş, o yüzden yabaya sıkı sıkı sarılıp gözlerine inanmak için çaba gösteriyordu. Karşısındaki şey, somut bir güzellikti. Olamayacak bir varlıktı, ama kötücül olduğu her halinden belliydi.
Koca mavi bir mantar. Yere açılmış bir çukurun içinde yükseliyordu. Kavakların üzerinden fırlamasın diye, yere oyuk açılmış gibiydi. Ama gördüğü şey yalnızca mantar değildi. Bu mantarımsı şekil, katıksız, saf kristaldi. Parlaklığı burdan geliyordu ve içi görünüyordu. İçindeyse, gözlerini kapatmış, dingin bir gülümsemeyle bağdaş kurmuş güzeller güzeli bir kadın vardı. Işığın kaynağı, kadının kendisiydi. Buna rağmen gördüğü en net şeydi. En saf güzellikti, bir kristalin içine kapanmış, katıksız maden.
Çağıl istemsizce bu varlık karşısında başını eğdi. Ama bu başka bir şeyi fark etmesini sağlamıştı. Çukurun içindeki bir oyuntan, dört tane arık, kristalin tam altına ağaç köklerine benzeyen kısımlara doğru eğim oluşturuyordu. Çağıl korkunç şeyi o zaman anladı. Bu ağacı insan kanıyla besliyordu Murat! Bunu anladığı an kulağında iğrenç bir çığlık duydu, sendeledi ve yere düştü. Hemen eli beline, bıçağa gitti; ama bıçak orada değildi. Sonra yana düşen yabayı kavrayıp ayağa kalktı ve ileriye baktı.
Karşısındaki güzel kadın, gözlerini açmıştı. Gözleri kan kırmızısıydı, sırıtan dudaklarından kan akıyordu. Ve gittikçe yaşlanıyordu. Çağıl güzelliğinin yok olduğunu iğrençleşmeye başladığını gördü. Artık dünyanın en yaşlı ağacı kadar buruşuk bir yüze sahip, korkunç ihtiyar bir kadındı. Zihnine hücum ediyordu ama Çağıl kendini alıkoyup geri çekildi. Beyninin içinde çınlayan itaat et! Buyruklarına inatla karşı geliyordu. Karşısındakinin korkunç bir cadı olduğunu anlamıştı.
“Kapa çeneni! Kanla beslenen yaratık!” diye bağırdı Çağıl. Sesler dindi. Cadı sakinleşmişti. Sakin bir ses tonuyla seslendi kristal yatağının içinden. Ayağa kalkmıştı artık. O mantarın içinde boşlukta yürüyor gibiydi. Dışarı çıkamıyordu. Parlaklığı azalmıştı.
“Kan, kan benim yaşam kaynağım. Siz çok mu farklısınız, zavallı insanlar, yalnızca onu kullanamıyorsunuz o kadar.”
“Biz birbirimizi yemeyiz!”
“Bu gücün farkında olmadığınız için! Ben zihinlere girerim, asla yaşlanmam, ölmem. Her şey benim için! Kaç yaşında olduğumu biliyor musun? Ben tam beş bin yaşındayım. Beş bin yıldır insan kanıyla besleniyorum. Hiç yaşlanmam, çünkü zihinlerinizdeki güzel varlığım ben! Beni o olarak görürsünüz.”
Çağıl o zaman az önce karşısında gördüğü kadının, şimdiye kadar hoşlandığı tüm kızları anımsattığını anladı, o yüzden aklına eski sevgilisi gelmişti.
Çağıl, bunu nasıl durduracağını bilmiyordu, onu yakamazdı. Elindeki yabayla parçalara ayıramazdı. Onu öldüremeyeceğini o an fark etti. Bırakıp, ailesini kurtarması gerektiğini hissetti. Cadının çığlıkları arasında arkasını dönüp bir adım ilerlemişti ki, karşısında kostümüyle onu gördü. Kara Zebani, şeytan boynuzlu kırmızı maskesinin, sol gözünün olduğu yerden aşağıya bir kaç damla yaş akıyordu. Elindeki bıçağının üzerinde kan vardı. Çağıl ailesinin öldüğü kaygısına kapıldı. Yabasını sıkı sıkı kavradı ve bağırarak adamın üzerine doğru ilerledi. Zebani hiçbir şey yapmadı elindeki bıçağı yere düşürdü ve çöktü.
Çağıl duraksadı. Zebani maskesini çıkarmıştı, bu Murat değildi! Ona benziyordu ama o değildi.
“Sen de kimsin?” diye seslendi Çağıl, adam cevap vermedi. Ağlamaya devam ediyordu.
“Oğlum!” Çağıl hemen ileriye baktı. Murat sekerek ve bir bacağını sürükleyerek geliyordu.
“Baba..” Katil’in sesi sakindi, başını arkaya çevirdi ve Murat’a baktı. Sonra tekrar öne dönüp ilerideki cadıya baktı. Çağıl o an cadının sessizliğe gömüldüğünü fark etti. Dönüp baktığında, tekrar bağdaş konumuna geçip, gözlerini kapattığını gördü.
“Baba, haklıymışsın. O bir cadı. Sevgilim değilmiş. Onu ellerimle öldürmüştüm. Hatırlıyor musun baba?” Katil’in sesi sakindi.
Çağıl iki adım gerileyip elindeki yabayı düşürdü. Neler oluyordu böyle? Ailesi nerdeydi?
“Oğlum. Boşver, bırak her şeyi, geçti. Ben de onu annen sanmıştım, hatırlasana. O bir cadı! Hepimizi kandırıyor, senin yaptıklarını ben de yaptım. Şimdi gel hadi.”
Çağıl o anda her şeyi anladı. Gelmeden önce babası ona Benzinci Murat’ı anlatmıştı. Karısını kaybetmişti, oğlu da kendisiyle görüşmüyordu, en son dört sene önce nişanlısıyla gelmişti bir daha da görünmemişti. Tam da zebaninin ortaya çıktığı sene! Cadı, bahçeye yerleşmişti anlaşılan. Murat bunun üzerine kavakları dikmişti. Çünkü ölen karısı onu kutsamak için gelmişti. Murat o zaman, ilk kez Kara Zebani’yi cehennemin derinlerinden çıkarmıştı. Bir kaç cinayet işlemiş pişman olmuştu. İradesi yerine gelmişti. Cadıyı o haliyle görmüştü. Ama ondan kurtulamamıştı. Yakın zaman içinde oğlu gelmişti ve cadıyı sevgilisi olarak görmüştü. Sevgilisi de orada olmalıydı, ama adam ona inanmamış, nişanlısını öldürüp cadıya kurban etmişti.O gün Kara Zebani beden değiştirmişti ve katil Murat’ın oğluydu; az önce adam Çağıl’ın ailesini öldürmüştü. Babasını da öldürmeye çalışmıştı belli ki ama başaramamıştı, ya da cadının çığlıklarını duyup buraya gelmişti. Lanetli sözler, adamın uyanmasına sebep olmuştu. Çağıl’ın cadıyla konuşması, katili kendine getirmişti.
“Dört yıl baba. Dört yıldır, kara bir aşkın uğruna adalet dağıtıyormuşum. Hayır. Cinayet işliyormuşum.” Bıçağı tekrar aldı ve ayağa kalktı.
Çağıl korkmuş bir şekilde yabasına sarılıp “Yaklaşma!” diye bağırmıştı.
“Hayır, oğlum, sakin ol.” Dedi Murat daha fazla dayanamayıp yere yığılırken. Ancak bu sözler etkili olmamıştı, adam maskesini taktı. Bıçağı sıkı sıkı kavradı ve bağırdı.
“Kul, o iğrenç yemekten başını kaldırdı!
Ensesinden kemirdiği
Kellenin saçlarıyla sildi ağzını.
Sonra dedi ki: “Konuşmadan önce, düşüncesi bile yüreğimi ezen acıyı dile getirmemi istiyorsun.
Mutlu ol o zaman.
Ben bir katilim!
Sözlerim, hizmet ettiğim hainin
Yüz karasını artıracaksa
Konuşurken ağladığımı görmeyeceksin!
Başka şafak görmeyeceksin!
Son bir kez ediyor yeminini
Son bir kez kana susamış
KARA ZEBANİ”
Sonra koşmaya başladı. Rüzgardan hızlıydı, şimşekten parlak, gökgürültüsünden ağırdı. Ve çukura atladığında çıkan ses, bir bombadan beterdi. Şehre o gece kan yağacaktı. son cinayetini işlemişti. Kara Zebani.
**
Çağıl, etraftaki kömürleşmeye başlayan kristal parçalarına baktı. Gözyaşlarını sildi. Ağır adımlarla Benzinci Murat’ın yanına gitti. Adam bayılmıştı. Ölmemişti; ama şimdi onu taşıyabilecek güçte değildi Çağıl. Eve girdi, etraftaki kanlar gözyaşlarının boşanmasına sebep olmuştu, annesi ve babası ölmüştü elbette. Cep telefonunu aradı, ama bulamadı. Dışarı çıktı ve benzinciye doğru yürüdü. Pelin’i ve diğer kızı orada otururlarken buldu. Benzinci kapalıydı, onlar da geçecek bir arabayı bekliyorlardı. Yanlarında da iki kişi vardı. Çağıl, bunların annesi ve babası olduğunu hayretle fark etti, küçük bir umut ışığıyla oraya koştu ve onlara sarıldı. Birazdan polis, ve ambulans gelecekti, ikisi de yaralıydılar. Murat onları kurtarmıştı.
Hava ılıktı, bir bahar günüydü. İlginç bir şekilde bulutların arasından hafif hafif yıldızlar görünüyordu, ayın bir parçası bile görünmüştü. Bulutlar dağılıyordu.
- Kül Olmadı Yana Yana Koca Zürafa - 1 Temmuz 2020
- Sürahilerde - 15 Haziran 2017
- Ama Bi’ Sor Neden Diye - 15 Haziran 2016
- Beni Kimse Uyandıramaz - 15 Haziran 2015
- Bir Penguenin Piknik Sepeti - 15 Haziran 2014
Selamlar Özgür,
Öncelikle seni kutlarım! Yazılması son derece güç bir hikâyeyi, çok iyi bir şekilde kotarmışsın bence. İstediğin gibi olmadığını söylerken, mütevazılık ediyordu herhalde. Çünkü bu öykü, benim seçkide uzun zamandır okuduğum en iyi hikâyelerden birisi oldu.
Hikâyede gözle görülür bir ‘giriş’, ‘gelişme’ ve ‘sonuç’ ayrımı var. Bu çok hoşuma gitti, önceki öykülerinin üzerine koymuşsun çünkü. Olaylar adım adım gidiyor. Kurgu genel olarak hayli başarılı.
Türkçe isimler öyküyü güzelleştirmiş, cesaret edebildiğin -evet, bence bu cesaret gerektiren bir şey- için ayrıca tebrik ediyorum seni.
Yarattığın katil portresini çok beğendim. Şehir atmosferiyle birlikte, sanki bir çizgi romandan fırlamış gibiydi. Sonlara doğru ufaktan polisiyeye de bağlayıp, “Katil kim?” diye sordurman ayrıca hoşuma gitti.
Lakin düğümün koptuğu bölüm biraz aceleye getirilmiş gibi geldi, üzerine biraz çalışarak daha iyi bir kıvama getirebilirsin bence.
Tüm bunların dışında, eklemek istediğim bir şey daha var. Bu öyküyle bence ‘edebi geleceğinin’ olduğunu kanıtlamış oldun. Okurken damakta lezzetli bir tat bırakıyor kurduğun cümleler. Yaptığın ilgi çekici benzetmeler de aynı şekilde. Bence asıl ayırt edici nokta bu, sen kelimeleri zevkli bir şekilde kullanmayı becerebilenlerdensin. Bu da okuyucuya yansıyor. İyi bir öyküde bunlar şart. Ve “Zebani Hasadı” iyi bir öyküydü. Dilerim aynı şekilde devam edersin.
Sana gereken tek şey daha fazla yazmak.
Kalemin daim olsun kardeşim, çok sevindim senden böyle bir öykü okuyabilmeye. : )
Artık hiç peşini bırakmam “Yaz!” diye, onu da belirteyim. 😛
Kal sağlıcakla…
Güzel bir hikayeydi bu. Sadece güzel demeye içim el vermiyor, harika bir hikayeydi demek daha doğru olur. Öykünün adı, çizdiğin katil profili, liseliler, benzinci ve cadı… Hepsi en ince detayına kadar işlenmiş, gerçek bir karakter gibiydiler.
Katilin söylediği tekerlemeler ve en sonda söylediği şiir oldukça iyiydi. Bir iki yerde aklım ister istemez başka hikayelere gitti ama bu sadece hikayeden aldığım keyfi arttırdı.
Onur ve Hakan isimleri de 2 aydır yakamızı bırakmıyorlar bu arada 🙂 Türkçe isimlerin daha şık durduğu kanaatindeyim bende. Güzel bir seçim. Sevmediğim kısımlar ise küfürler oldu. Küfürlerin kullanılmasını değil de açıkça yazılmasını yadırgıyorum ben.
Onur’a katılıyorum, daha fazla yaz. Ellerine sağlık…
Teşekkürler ikinize de ^^
@DarLy
Çizgi roman havasını hissettiysen ne mutlu, o hava vardı çünkü sürekli kafamda. Öykünün oluşmasında katkıların da çoktu, teşekkürler 🙂
@mit
Tekerlemelerin hoşuna gitmesine sevindim, hikaye aklıma ilk geldiğinde zihnimde katil ve tekerlemeleri vardı çünkü ^^ Gönderme ağırlıklı tekerlemeler.
Ha, hikayenin isminin asıl kaynağı Nihbrin ve onun “Zebani Tarlaları” isimli öyküsüdür 🙂
Şoklardayım, resmen şok üstüne şok yaşıyorum. Küfürler ve çıolak kızlar haricindeki her şey güzeldi. Daha doğrusu küfürlerin açıkça yazılması benide rahatsız etti. Sonuçta her yaştan okuyucu okuyor bu hikayeleri. Çizilen katil portresi, çoğu zaman “bereket” anlamına gelen yağmurun, buradaki kullanışı… Sahi, yağmur burada,en azından görünürde, “yıkayan, temizleyen” olarak kullanılmış. Fakat gerçekte, cadıyı ve katili betimleyen şey oymuş, yağmur. Cadı demişken: Peri masallarından başlayarak yıllardır süregelen “cadı” kavramı burada daha komplike, daha korkutucu ama tüm gerçekçiliğiyle kullanılmış. En azından masallara göre düşünürsek. Hayatım boyunca okuduğum en ilginç hikayelerden biriydi. Ellerine sağlık
Evet bitti. Diyebileceğim tek bir şey var: “Vay be!”
Cidden ne yapmışsın sen yahu?! Kesinlikle ama kesinlikle böyle bir hikaye beklemiyordum. Helal olsun diyeceğim, olmayacak. Süper yazmışsın diyeceğim, o da olmayacak. Ne desem bilemedim şimdi, tarif edemiyorum.
Hani diğer arkadaşlardan yorumları almıştım, güzel olduğunu söylüyorlardı da, bu kadarını beklemiyordum yahu. Tebrikler vallahi, sen olmuşsun artık. Daha da yazma. Zirvede bırak bence!!
Ellerine sağlık Özgür’cüğüm. Diyecek bir şey yok. Helal…
Çok teşekkür ederim ikinize de okuduğunuz ve yorumladığınız için, biraz abartıyorsunuz gibi geliyor, utandırıyorsunuz, teşekkürler tekrar 🙂
Çok güzel bir hikayeydi.İlk başlarda okurken biraz sıkıldım ama biraz ilerledikten sonra merak etmeye başladım.Anlatım dili güzel
bir öykü olmuş en ince detaylarına kadar yazmışsın.Tam bir korku ve
macera öyküsü olmuş ben bu öyküyü çok beğendim çok güzel yazmışsın.
Baya geç bir yorum olsa da seçkiden önerilerde görüp okudum ve çok beğendim!
Gerçekten olay akışı çok güzel ve en güzeli de Türkçe isimler kullanman. Bir de başlayışın çok hoşuma gitti. Karakterlere de ne fazla ne de az değinmişsin, tam olması gerektiği gibi yani, tebrikler 🙂