Bedenimdeki köhne meyhanenin çalışanları, bir önceki gün içtiğim onca içkiyi kirli zeminden temizlemeye çalışırken, titreyen ellerimi içinde uzandığım sandalın göğsüne bastırarak doğrulmaya çalıştım ama ne fayda, henüz o kadar güçlü değildim. Ceketimi çıkardım ve katlayarak başımın altına destek koyacak şekilde yerleştirdim. Gözlerimi kapadım ve bir süre sessizliği dinledim… Gözlerimi tekrar açtığımda gökyüzü tepemde dans ediyor, yıldızlar köşe kapmaca oynuyor ve sandalın altında oynaşan nehir titreyerek zevk çığlıkları atıyordu. Belki de en iyisi gözlerimi kapatmak ve tekrar uyanmayı beklemekti. Gözlerimi yavaşça kapatırken, sandalın kayıkçısı ayaktaydı ve küreğiyle suyun derisini yüzüyordu sanki. Hızla ilerliyorduk nehrin kalbinde ama kimin kalbiydi bir fikrim yoktu ve nasıl girmiştim sandalın içine, birisi bunu söylerse gerçekten çok mutlu olacaktım!
“Ufukta ne var?” diye sordum kayıkçıya gözlerim yarı açık. Adam huzur dolu esen rüzgârla hareket ediyordu sanki. “Nereye gidiyoruz?”
Kayıkçı gülümsedi kendi kendine. Bu benim için bir cevap değildi kuşkusuz ama onun için bir şeyler ifade ettiğini fark ediyordum. Belli belirsiz gülümsedim ben de. “Buraya nasıl geldiğimi sorsam yine o aptal gülümsemeyle mi karşılık vereceksin bana?” diye sordum aslında bir cevap beklemeden.
“Nehrin sonunda aradığın şeyi bulacaksın. Hayatının amacına ulaşmana çok az kaldı,” dedi adam ve gülümsedi yine. Kayıkçıya her ne kadar öfke duysam da adamın gülümsemesinin beni rahatlattığını kabul etmemek insafsızlık olurdu. Net cevaplar vermiyor, bir kayıkçıdan ziyade bir bilge gibi davranmaya çalışıyordu. Hayatım boyuca sinir olmuştum böyle adamlara. Kayıkçı kayıkçı, bilge bilge olmalıydı. Bilge bir kayıkçı değildi o an istediğim ama adamın gülümsemesi, Buda’nın ışığı gibiydi; duru ve sonsuz huzur vericiydi yine de…
“Tamam,” dedim bilge kayıkçıya. “Gidelim ve görelim neler var ufukta. Amacıma artık çok yakınım!” İçine ne zaman ve ne için bindiğimi bilmediğim kayıkta, bilinmez bir nehirde ilerliyordum ve insanı tatlı tatlı küçük öpücüklere boğan rüzgâr estikçe kayıkçı sanki dans ediyordu onun ritmiyle…
“Hey uyan hadi Gogo,” dedi Fransız piç kurusu Fred bir anda. Yolculuk boyunca başımıza gelen her türlü pisliğin mimarı olan bu adamdan niye vazgeçemiyorduk bilmiyordum. Kho Chang’ın beyaz kumsalında onun yüzünden yediğimiz dayak, Chang Mai’de tüm paramızı kaybedişimiz ve Pokahara’daki dağ evinde üç gün mahsur kalışımız; hepsi onun suçuydu… Yolculuğa çıkarken yanınıza almak istemeyeceğiniz adamlardan biriydi Fred. “Ne işin var senin burada?” diye sordu suratındaki kocaman gülümsemesiyle.
Yarı açık gözlerimin arasından baktım Fred’e bir süre. Fred sandala doğru eğilmişti ve tepedeki kayıkçı küreğini nehre daldırıp daldırıp çıkarıyordu hâlâ. Hızla akan bir nehirde Fred nasıl ayakta durabiliyordu peki!
“Asıl senin ne işin var burada?” dedim Fred’e. “Sandal nehirde ilerliyor ve kayıkçı bana amacıma doğru ilerlediğimi söylüyor. Sense,” dedim sesim kesilirken. “Sense nehrin suyuna kapılmadan duruyorsun olduğun yerde!”
Fred suratıma buz gibi Tayland birasını dökmeden önce dakikalarca güldü nehrin üzerinde. Boğulacak gibi gülüyordu neredeyse. Ara sıra nehrin suyunda kayboluyor sonra bir anda belirip sandala tutunuyor ve bana bakıp kahkahalarla gülmeye devam ediyordu. Fred’i neyin bu kadar eğlendirdiğini bilmiyordum ama güzeldi insanların eğlenmesi. Ben de başladım biden gülmeye. İşte soğuk bira da o an geldi suratımın üzerine!
Fred zor da olsa beni sandaldan dışarı çıkardı. Artık ben de nehrin üzerinde duruyordum. Ben de bunu başarmıştım, bu bir mucizeydi!
“Sızmışsın be abi,” dedi gülmeyi bırakıp nefes alırken. Kıpkırmızı suratını tokatlamak istiyordum Fred’in. “Barın çöplüğündeki eski sandalın içinde sızmışsın!”
Gökyüzüne baktım. Soğuk biranın suratıma attığı tokat ve tişörtümün içine doğru tehditkâr bir şekilde gerçekleştirdiği yolculuk beni biraz olsun kendime getirmişti. Yıldızlar artık oyun oynamıyordu. Bulutlar büyükannem gibi yavaş hareket ediyorlardı ve kayıkçı sandalın yanındaki bodur Tai ağacından başka bir şey değildi.
“Amacım,” dedim kendi kendime. Fred tekrar kahkaha krizine girerken nehrin hışırtısını duydum bir kere daha. Biliyordum bir şeylerin gerçek olduğunu. Gerçekti nehir ve beni bekleyen amacım. Fred’in gülmekten iki büklüm olmuş haline bakarken suratıma bir gülümseme yayıldı. Alışık olduğum su sesi kulaklarımdaydı. Sandal büyülü olabilirdi ya da bodur Tai ağacı. Bilemiyordum ama hayat o kadar da basit değildi işte!
İşte o an ben hayatın derinliği ve bilinmezliği üzerine şiirler yazacakken ani bir sesle nehrin huzur verici sesi kesildi. Arkama dönüp sesin geldiği yere baktığımda barın patronun bir adamı yumruğuyla yere devirdiğini fark ettim.
“Buraya işememenizi kaç defa söylemem gerekecek!!!”
Göktuğ Canbaba
- Evrenin Şarkısı - 9 Haziran 2012
- Sandalın İçinde Bir Yerlerde - 21 Haziran 2010
İlk cümleler gerçekten çok önemli benim gözümde, öyküde beni de çeken ilk o oldu zaten, bırakamadım. Sarhoşluk, kökeni bilinmeyen ilginç anılar, bir tane arıza arkadaş, hayalle gerçek arasında düşünce yağmurları, hoş birbirine katılmış anlamları olan, güzel cümleler, olmuş bu öykü yahu. Nokta.
Son cümlesi ile vuran hikayeler diye bir seri olsaydı bu hikaye de orada kendine iyi bir yer edinirdi kesinlikle 🙂 Çarpıcı ve gülümseten bir sondu. Teşekkürler…
teşekkürler Emirhan ve mit, beğenmenize sevindim…
mit’e tamamen katılıyorum, çok güzel ve çarpıcı bir hikaye olmuş.
Ellerinize sağlık 🙂
teşekkürler LegalMc…
emirhan aydın ın yazdıklarına katılıyorum ben de ,zihnimde toparlayacapım kelimeler öykünün sonuna ,yorumların başına kondurulmuş:):)
:))