Öykü

Dilsiz Roman

ilham perilerimize çektirdiğimiz acıların hatrına

Yattığım kuş tüyü yatakta vücudunu esnetip zıpladı ve pencereden gelen gün ışığının yüzünü yalamasına izin verdim…

Silkinerek doğrulup etrafa göz attım. Genişçe bir odaydı, hatta iki üç odanın birleşmesinden bile oluşmuş olabilirdi. Bir kenarda örtüsünün sıyrıldığı yerinden belli olduğu kadarıyla fazlasıyla tozlanmış olan bir piyano vardı, ortada küçük bir halı, duvarlara gömülü kitaplıklarda tonlarca kitap… Hepsi eskiydi, sanki oda seksenlerden kalma gibiydi. Odaya eğreti duran tek şey, üzerinde oturduğum yataktı. Elini üzerinde gezdirirken düşünmeye başladım: Daha bir gün evvel boş boş evde oturup internette gezinirken bir gazetenin ilan köşesinde garip bir ilana denk gelmiştim…

“7/24 evde durup işleri görecek olan bir hizmetçi aranıyor. Sadece bir aylık bir görevdir. Dolgun ücret. İlk gelen sorgusuz sualsiz alınacaktır.”

Ve tabii ki, koşa koşa gitmiştim.

Verilen adreste geniş, büyükçe bahçeli ve bir o kadar büyük bir köşk vardı. Bahçıvan, beni görünce gülümsemişti. Avurtları çökmüş, gözlerinin altı mosmor bir adamdı. Nedense, adamın göründüğünden çok daha genç olduğunu düşünüverdim. Mümkün müydü böylesi bir çökmüşlük, genç olsun?

Elindeki bahçe makasını bırakıp eldivenlerini çıkararak elini uzattı bahçıvan, tokalaştılar. Elleri tam da tahmin ettiğim gibi yumuşacıktı. “Gazete ilanı için gelmiştim?” diye mırıldandığımda bahçıvan başını sallayıp köşkü işaret etti kafasıyla.

Adamın konuşamadığını düşünüp başıyla selam verip merdivenlere ilerledi kadın, o sırada arkasından bir ses duydu. Dönüp baktığında bahçıvanın sırtını dönüp makasla önündeki çalılıkları budadığını gördü. Sağa sola baktığındaysa kimseyi göremedi, oysa o kadar emindi ki birisinin “Dikkatli ol.” dediğinden…

Merdivenlerden çıkıp kapıyı çaldı, beklediğinden daha büyük ve geniş bir kapıydı. İçeriden gelen ayak seslerine mukabil olarak, kapı açıldı. Yaşlı ama dinç görünümlü, uzun beyaz favorili saçlarını at kuyruğu yapıp geriye doğru germiş olan bir adam açtı kapıyı.

Kadın tekrar şaşkın bir edayla gazetedeki ilan için geldiğini söylediğinde kapıyı açan adam gülümseyerek başını salladı ve kadını içeri buyur etti. Adamın peşinden uzun bir koridor boyunca yürüyüp en sonunda genişçe bir salona girdi kadın. Ağzı açık kalmıştı. Lüks bir avizenin altında, büyük bir koltukta oturan yaşlı bir adam titreyen eliyle eski püskü bir deftere bir şeyler yazıyordu. Odaya birilerinin girdiğini duyunca başını kaldırıp gözlüğünü çıkartarak gelenlere baktı.

Tam kadın ağzını açmıştı ki, başını salladı. “Dur tahmin edeyim, gazetedeki ilana geldin değil mi kızım?” dedi yaşlı adam başıyla da uşağa çıkmasını işaret ederek.

Başımı salladım. “Merak ediyorum aslında efendim, neden bir ay?”

Yaşlı adamın buruş buruş yüzü hafifçe gerildi, pembemsi dudakları belirdi ve altlarında hafif sarıya çalan dişleri göründü. Gülümsüyordu.

“Bak kızım…” diye lafa girerken karşısındaki kanepeyi işaret etti oturmam için. “Ben bir yazarım… Zaman zaman kitaplara dalıp hayati faaliyetlerimi unuturum… Romanların son bir ayında olur bu çoğunlukla ve şu an yazmakta olduğum bir roman var… Hissediyorum ki, o son bir aydayız bu romanda…”

Başımı dalgınca salladım.

“Evet, bu kadar işte. Orhan’ı çağırayım da sana kalacağın yeri göstersin… İlk etapta orayı temizlemeni istiyorum… Bir gün, iki gün… Kaç gün sürerse… Ama tertemiz olmalı… Rahmetli karıcığım son günlerini orada geçirmişti…” dedikten sonra geri yaslanıp dudağını büküp ısırmaya başladı usulca. Dalgınlaşmıştı.

Bu hali çok mahzun duruyordu. Yaşlı, kimsesiz bir adam gibi… Ama arka planda farklı bir şeylerin döndüğünü hissediyordum. Şimdilik bu hissi bir kenara bırakıp gelen uşağın peşi sıra seyirterek odadan çıktım. Bir merdivenden konuşmadan çıktık, en sonunda bir hole geldik; büyük, geniş bir hol… Kenarlarında pencereler vardı, villanın ufak bir bölümüne geçiş olarak kullanılıyor olmalıydı. En nihayetinde, bir merdiven vardı holün sonunda. Ufacık, sanki el yapımı; sonradan eklenmiş. Villanın tüm orijinalliğinin yanında resmen “buraya ait değilim” diye bağırıyordu. Gıcırdayan merdivenlerden önce Orhan çıktı, bana beklememi işaret ettikten sonra en tepedeki ufak kapağı ileri doğru ittirdi. Kapak da en az merdivenler kadar gıcırdayarak yukarı doğru savruldu. Tekrar inip merdivenlerden çıkmamı bekledi Orhan.

Çıktım, kapağın yanına ellerimi koyup destek alarak kendimi tavan arasına çektim. Toz doluydu her yer! Öyle ki, elimin izi çıkmıştı…

Öksürdüm, Orhan’a eğilip başımı salladım. Hafifçe eğip geri dönüp gitti.

Odaya döndüm. Tavanı neredeyse benim iki katım uzunluktaydı, genişliği ise gani ganiydi. Bir kenarda üstü örtülü bir piyano, duvarlara gömülü kitaplıklar… Hayranca ıslık tutturdum. Yatağın üstüne oturdum, şöyle hafifçe zıpladım. Gerçekten çok zahattı…

Başımı yastığa koyup tavana baktım; yıldızları görebilirmiş gibi hissediyordum ancak beyaz duvar, gerçekten sarsıcı olmuştu… Gözlerimin kendiliğinden kapandığını hissettim…

Nefes alıp verirken zorlanıyordum, gözlerimi araladığımda bir ormanda üstümde mavi bir gecelikle sere serpe yattığımı gördüm. Korkarak titremeye başladım ve ayağa kalktım… Arkamdan gelen kurt seslerine cırcır böceklerinin hainimsi çığlıkları eşlik ediyordu; sanki “O burada!” der gibi bağırıyorlardı. Çıplak ayaklarım soğuk toprağa ve ıslak çimenlere basınca irkildim. Birden koşmaya başladım, arkamdan bir şey geliyordu sanki… Koşarken zaman zaman arkama bakıyordum. Hışırtılar gittikçe artıyordu, ormanın kalabalıklaşmış olması işimi zorlaştırıyordu. Yüreğim ağzıma gelmişti, dilimi ısırarak koşmaya devam ettim. Bir taşa takılıp yere düştüm, çenemi hızlıca çarpınca dilimde muazzam bir ağrı hissettim. Gözümden yaşlar geldi, uyandım.

Gözüme giren güneş ışığıydı uyanma sebebim…

Saate baktım, önce anlamadım; sonra fark ettim ki bir gündür uyuyordum. Silkinerek doğruldum ve yatakta oturdum.

Mahçupça indim aşağı, “Efendim, kusura bakmayın…” diye lafa girişecek oldum, elini kaldırıp susturdu. Gülümseyerek, “Her şeyden evvel, ‘efendin’ değilim. Bana Mustafa Bey diyebilirsin. Uyuman da sorun değil, dinlendiysen ne âlâ!” dedi. Gülümseyerek karşılık verdim. Dilim hafif sızlıyordu ve hala gördüğüm rüyanın etkisindeydim ancak yemek sofrasına oturunca her şeyi unutmuştum. Güzel, mükellef bir kahvaltıydı. Mustafa Bey, eski anılarından anlatmaya başlayınca hayran hayran dinliyordum. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Orhan elinde bir hap ve suyla odaya girince yaşlı adam ayağa kalkıp hapını içti, “Kolestrol var ya, başa bela!” dedikten sonra başıyla hafif eğilip selam verip odadan çıktı. Boş boş oturmaktansa sofrayı toplamayı tercih ettim, tavan arası benim görev alanım diye diğer çalışanları da hor göremezdim ya…

Sofrayı topladıktan sonra tavan arasına çıktım, bir kenarda ucu eski püskü ahşap bir süpürge vardı. Tavan arasının camını açtım, hafifçe duvar kenarlarından süpürmeye başladım. Yorulmuştum, kitaplıktan bir kitap çekip yatağa uzandım. Eski bir aşk romanıydı. Rastgele bir sayfa açıp okumaya başladım…

Manolya, sessiz sessiz hıçkırırken Namık bir kenarda pencereden dışarı bakıp sigarasını tüttürüyordu. Genç kadın, ihanetin şokunu atlatamamışken adamcağız biraz mağdur biraz mahçup ifadeyle dışarı bakıyordu. Gözlerini kaçırıyordu…

Sonrasını okurken gözlerim bulanıverdi… Yüzümü buruşturup şakaklarımı ovuşturdum. Soğuk bir ferahlık çarpmıştı yüzüme. Başımı kaldırdığımda ormanda olduğumu görüp irkildim. Nefes alış verişim sıklaştı, düzensizleşti. Arkamdan gelen ‘şey’in sesi gittikçe artmıştı. Koşar adım ormanda ilerlemeye başladım; bir düzlüğe çıkmıştım. Hava kararıyordu, ileride bir ışık gördüm ve düz arazide o ışığa doğru koşmaya başladım… Ancak sonra, arazinin benim tahmin ettiğim kadar düz olmadığını fark ettim… Sağıma doğru bakarken birden hapşırdım, hapşırarak uyanmıştım… Dilimin ucunun kanadığını duyumsadım.

Bir yandan da tozlar burnuma ağzıma doluşuyordu.

Tıksırarak doğruldum, yüzüm buruşmuştu. Ağzımda kan ve toz tadı birbirine karışıyordu. Ayağa kalktım, yere basamıyordum. Dizimi kırıp ayağımın tabanına baktığımda bir an şok oldum; toz toprak içindeydi! Elimi uzatıp silkelemek istediğimde birkaç saniyede tüm bu toz toprak görüntüsü yok olmuştu. Hayal görmüş olmalıydım…

Aşağı indim, akşam olmuştu. Tüm çalışanlarla birlikte Mustafa Bey yemek yiyordu. Zaten topu topu üç kişiydik çalışan.

Bir süre sonra durdu, ellerini kovuşturup bana bakmaya başladı, “Bir sorun yok değil mi kızım?” diye sordu babacan bir edayla. Başımı salladım. Yoktu.

“Şimdilik.” dedi bir ses. Bahçıvana baktım, gözleri gözlerimi delip geçiyordu; konuşmasını bendne başkası duymamış olmalıydı. Kimseden tepki gelmedi masada. Başımı hafifçe öne eğdim ve çorbayı kaşıklamaya devam ettim. Yemekler bittiğinde Orhan’a sofrayı toplaması için yardım ettim ve bir toz beziyle ıslak paspas alıp alamayacağımı sordum, yarın verebileceğini işaret edince toz içindeki tavan arasında bir gece daha geçireceğim için üzüldüm. Orhan da üzülmüş gibi görünüyordu. Dostane bir şekilde omzuma elini koyup gözlerimin içine acıklı bir şekilde baktı.

Tavan arasına çıktım. Sinirle süpürgeyi tekmelemeye başladım ancak bir yandan da sesin fazla çıkmaması için uğraşıyordum. Sinirim biraz olsun dinince yatağa oturdum, sessizce başımı ellerimin arasına alıp düşünmeye başladım; dilimin sızlaması gittikçe artmıştı. Açık pencereden giren rüzgar, piyanonun örtüsünü azıcık hareketlendiriyordu.

Kalkıp piyanoya oturdum. Ellerimi filmlerde gördüğüm gibi üzerine koydum ve parmaklarımla usulca gidip gelmeye başladım tuşların üzerinde. Bir süre sonra bu anlamsız melodiden zevk almaya başlamıştım. Neden sonra, yorulduğumu hissedip pencereden dışarı bakmaya başladım dirseklerimi pervaza dayayarak. Soğuk rüzgar yüzümü okşuyordu. Gülümseyerek aya baktım.

Sonra topraktaki yansımasını hisseder gibi oldum; ileride çavdar ve mısır tarlaları vardı. Ekinleri görünce dizimden ayaklarıma kadar bir sızı belirdi. Ayağımın tabanı şişiyor gibiydi. Gözümü kıstım, ilerisi ormanlıktı. Bir an titreme geldi, irkildim. Gelen sesin cırcır böceklerinden geldiğini anlayınca ürperdim. Tekrar yatağa uzanıp kitabı elime aldım. ancak bir iki satıra göz gezdirirken tekrar gözlerim sulanmıştı; bu odanın tozu beni mahvetmişti, gerinerek öksürdüm.

Ayaklarımı ovuşturuyordum. Mavi geceliğim git gide kirlenmiş, tozlanmıştı. Kollarımı sağa sola oynatamayınca boş bir arazide olmadığımı anladım. Bir mısır tarlasındaydım, boyum kadar ekinler vardı ve işin fenası; arkamdaki ses gittikçe yaklaşıyordu. Soluk soluğa kalmıştım, anlamsız homurtular dört bir yanımı sarmıştı; başımın ağrıdığını hissettim. Viyaklamalar, ciyaklamar… Elimi atıp sağa sola savurarak kendime yol açtığım mısırlar sanki gereğinden çok yumuşak gibiydi.

Birden dönüp baktım, elimi üstüne koyduğum ekinde bir gariplik vardı. Mısırlar tek tek dökülüyordu. Elim hafifçe yanınca acıyla çektim. Dökülmüş mısır tanelerinin yerinde bir göz belirivermişti. Ama kapalıydı. İrkildim bağırmaya başladım. Elimin acısıyla doğruldum yatakta; karanlığın içinde kızarmış bir şekilde parlıyordu avuç içim. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım; bir an titredikten sonra görüntü normale dönmüştü. Avuç içi çizgilerimi diğer elimin parmak ucuyla yokladım. Biraz sızlamasına karşın o ilk kızıllık kayıplara karışmıştı.

Karanlıktı, ay tüm haşmetiyle odaya doluyordu. Pencereye yanaşıp pervaza yaslandım. Aşağıda bahçıvan bir şeyleri buduyordu. Beni gördü, gülümseyip elimi salladım; başını öne eğip işini yapmaya devam etti. Kaşlarımı çattım. Dilimin sızlaması gittikçe azıtmıştı. Tekrar odaya dönüp kitabı elime aldım, okumayı sürdürdüm…

Robdöşambrını giyen adam evin kapısını çarparak çıktığında, yatakta ağlayan bir kadın ve rahmine düşen bir bebek bırakmıştı. Hayat hep filmlerdeki gibi değildi, köprüden arabayla geçerken camdan vuran ay ışığı görüşünü birkaç saniyeliğine engellese de köprünün tam ortasında ekili duran bir tane devasa mısır ekinini son anda fark edip direksiyon kırdı; az kalsın düşecekti, bariyerlere tamponu çarpıp durmuştu. Lanetler okuyarak…

Durdum, satırlara tekrar göz attım. Mısırlı satıra gelince kalbim sıkışmaya başlamıştı… Kapağı çevirdim; Mesuthan Bar’dı yazarı, hiç duymamıştım… Kitabın adıysa…

Aniden aşağıdan bir çığlık koptu. Daha çok, kaplumbağa gibi dişsiz hayvanların viyaklaması gibiydi. Koşarak pencereden baktım… Bahçıvan bir şeyi tutuyordu elinde. Gözlerimi kısıp bakacakken arkamdan bir el dokundu çığlık attım, dönerken arkama tam gözlerim kapanıyordu ki bunun Orhan olduğunu fark ettim.

Derin bir uyku uyudum, rüyasız; kazasız. En nihayetinde uyandığımda her yanım sızlıyordu; dilim, ağzım, başım…

Saate baktığımda bir şey anlamadım, başım da dönüyordu. Ayağa kalkıp camdan dışarı baktım; güneş yüzümü yakıyordu. Gözüm kısıldı, tekrar baş ağrımla baş başa kaldım. Dilim şişmiş gibiydi, konuşamayacak bir haldeydim… İlkokulda kabakulak olunca şişen yanaklarım, gene aynı şekilde şişmişti adeta…

Aşağı inerken başım döndü, trabzana tutunmuştum ki bir elin kolumu sımsıkı kavradığını fark ettim; Orhan’dı. Göz göze geldik, gözleri korku doluydu. Ağzını açmak istiyordu ki, holün başından Mustafa Bey göründü. “Hah!” dedi babacan bir şekilde, “Kendine geldin mi kızım? Beş gündür derin uyku halindeydin…”

Duraksadım, beş gün mü? Orhan’dan gözlerimi kaçırmaya başladım zira ondan hissedeceklerim korkutuyordu. Cevap vermedim.

“Orhan, paspası ver de tozları silsin…” dedikten sonra gülümseyip arkasını dönerek gitti… Orhan da merdivenin altındaki depodan bir paspasla su kovası ve el bezi çıkardı, gözlerini kaçırarak gitti. Ağzımı açamıyordum, yanağımı tutarak yukarı çıktım. Paspasla kovayı taşımak yormuştu, piyanoya oturdum. Arkada bir defter vardı, uzanıp aldım: Nota defteri.

Sayfaları çevirdim, anlamadığım bir dilde verilmiş isimler; kırmızı renkle yazılan notalar vardı defterde. İçim karardı, kapatıp kaldırdım defteri.

Ayağa kalkıp paspası ıslattım ve ahşap zemine vurdum. Önce bir etki etmedi, tekrar tekrar üzerinden geçince parlak ahşap kendini gösterdi. Tüm odayı silmek zaman alacaktı… Zorluydu… Piyanonun olduğu hizaya kadar sildim… Tekrar defteri elime aldım, sayfaları çeviriyordum ki üzerlerinde bazı sayıları fark ettim. Otomatik çalma listesi kaydıydı… Meraklanıp araştırıp bulup sayıları tek tek denemeye başladım.

Bütün şarkılar çok içten bestelenmişti ve hepsinde garip bir tüy ürpertici etki vardı. Ürperiyordum. Bir süre sonra sıkılıp uzandım, piyano susmuyordu. Gürültünün aşağı kadar gitmeyeceğini ümit ederek yatakta kıvrıldım. Midem gurulduyordu. Kaç gündür bir şey yemiyor ve yıkanmıyordum… Kendimden tiksinerek yüzümü buruşturdum, elim sızlamaya başlamıştı. Üşüyordum…

Birden mısır tarlasında olduğumu fark ettim, hava kararmıştı.

Elimi sallıyordum havada, bir yandan da arkamdan gelen sese kulak kabartıyordum; hem ne olduğunu, hem de ne kadar yakında olduğunu anlayabilmek adına… Birden bir ışık çarptı gözüme: Mısırın üstünde beliren göz, aralanmıştı! Çığlık atarak koşmaya başladım, yol ışıklarla kaplanıyordu. Tüm mısırlarda aralanan gözler ve dahası arkamda hayvani bir hızla yaklaşan bir “şey” vardı…

Dilimin şişerek boğazımı kapattığını hissedince telaşlandım, ayaklarım aksamaya başladı. Bir yandan yüzüme çarpan ışıklar bir yandan arkadan gelenden kaçma dürtüsü, baskı çok ağırdı. Ağlamaya başladım…

Gözümü açınca kendimi yatakta ağlarken buldum.

Tekrar kalkıp odayı silmeye devam ettim, dün sildiğim yerler tekrar hafif tozlanmış gibiydi. Dilimin şişkinliği dinmemiş bilakis daha da azıtmıştı. Bir süre de pencereden dışarıyı seyrettim, tavan arasının kapağı iki üç kez tıklandı. “Gir”, demek için ağzımı açtıysam da diyemedim. Gidip kapağı açtım. Orhan’ın titreyen gözleriyle karşılaştım bir tepsi uzatıyordu. Süt ve kurabiye vardı tepside, minnettarca gülümseyip başımı salladım. Birkaç saniye tereddüt etti, dönüp gitti… Kurabiyeleri hemen yemeye başladım, arada acıyan ağzımı da sütle uyuşturuyordum. En sonunda tüm her şey bitti, gülümsemeye bile başlamıştım… Tabağı hafif yerinden oynatınca altında bir kağıt buldum, açtığımda alelacele yazıldığı belli bir el yazısıyla “Buradan kaç!” yazıldığını fark ettim. Dudaklarımı kemirmeye başladım.

Kağıdı buruşturup ağzıma attım, çiğnemeden yutarken boğazım biraz acısa da, Orhan’ın güvenliği için bunu yapmayı doğru bulmuştum. Tepsiyi bir kenara koyup biraz daha temizlik yapmıştım, yorgunluktan yatağa uzandığımı bile fark etmemişim…

Mısır tarlasında bitap düşmüştüm, eteğimi toplamış başımı önüme eğip ağlamaya başlamıştım. Ses git gide yakınlaşıyordu. Ayak sesleri tek tükleşti. Sessizlik harmanlaştırdı kendini tarlada.

Işıklar yüzüme odaklanmıştı, kendimi sahnede solo sahnesi olan bir tiyatrocu gibi hissediyordum; yok hayır daha doğru bir tanım bulmalıydım… Arkamdan gelen sese doğru başımı çevirdim, önce tanıdık gelen bir çizmeyi gördüm. Sonra da başımı kaldırdığımda bahçıvanı gördüm, nefesim kesildi…

Deri bir kıyafet içindeydi, ceketinin altından bir gömlek görünüyordu. Eğildi, nefesi burnuma çarpıyordu… Çenemi tuttu, sıktırdı… Canım acıdı, dilimi dışarı çıkarmak zorunda kalmıştım… Bir anda dilimi tutup daha da çıkardı ve nereden çektiğini anlayamadığım bir bıçağı çekip kökünden kesiverdi dilimi ve başım geriye düşerken haykırarak uyandım, yan dönüp tükürdüğümde ağzımdan yer edüşüp kıvrılan şey, dilim miydi?

Haykırarak inmeye başladım tavan arasından, buradan kaçmalıydım… Aşağı indiğimde holde bir müzik sesi duydum. Yavaş adımlarla yürümeye devam etsem de, yüreğim ağzıma gelmişti ve kopuk dilimin yarattığı acı, sonsuzdu.

Bahçıvanın piyano çaldığını gördüm, çalıp durup bir deftere önündeki bardaktan mürekkep çekip bir şeyler not ediyordu. En sonunda birkaç kez denedi, yazamadış. Bir küfür savururcasına ayağını yere çarptı. Orhan koşarak gelmişti. Beni görmüş gibiydi, duraksadı yine de belli etmedi. Elindeki tepside kıvrılan bir şey vardı… Bu…

Dilimdi.

Sıktırıp bardağa doğru içindeki kanı akıttı, bahçıvan gülümseyerek kafasıyla işaret etti, bana doğru üzgünce bakarak dönüp gitti Orhan. Ben de kendimi duvara yasladım ve beni görmemesini ümit ederek dipten dipten gitmeye çalıştım… Kapıya yaklaşırken kapının kilitli olma ihtimali midemi bulandırmıştı… Birden Orhan’la göz göze geldim. Karanlıkta bir anda belirmesi korkutmuştu ama eliyle “şşşt” diye işaret etti. Kapıya anahtar sokup çevirdi, sessizce aralayıp uzaklaştı. Nefes nefese kalmıştım, bahçeye çıktım… Eve nasıl geldiğimi hatırlamıyordum…

***

Aylar sonra bir gün, dilimin pansumanının geçmesi üzerine bunu kutlamak için tek başıma Taksim’e inmiştim. Kitapçıları gezerken, bir kitaba denk geldim… Kapak resmi tanıdık geliyordu, anlayınca beynimden vurulmuşa döndüm: Bu o villaydı…

Hemen açıp sayfaları karıştırdım, sonunu açtığımda başım dönüyordu.

“Bahçıvan, bestesini bitirmek için son gücünü toparlayarak kadının peşinden koştu. Mısır tarlasında kaçan kadını yakalamak, zor olmamıştı. Kolundan tutup kendine çekti… Artık bir zamanlar aşık olduğu bu kadından nefret ediyordu ve şarkılarını söylemesine engel olmalıydı… Sabah biçtiği mısırların yanına bıraktığı bıçağı aldı ve kadının çenesini tutup dilini dışarı çıkarttırdı, dilini kesti. Bıçağı da kadına saplayıp toprağa düşerken çıkardığı sesi dinledi. Mısır tarlasına gömdüğü diğer kadınlarının gözlerini, üzerinde hissederken kazma kürek almak için kulübesine döndü… Beste bitmişti.”

Kitabı kapatıp rafa geri koydum, harfleri parıldıyordu: “Mesuthan Bar – Bahçıvanın Bestesi”

Geri dönüp kitapçıdan çıkmak isterken bir kadın gözüme çarptı. En az benim kadar çarpılmıştı kitabı gördüğüne, ağzını araladı; dilini göremiyordum. Başımı eğip dükkandan çıktım…

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Dilsiz Roman” için 5 Yorum Var

  1. Öncelikle öykünün kesinlikle oldukça çarpıcı olduğunu söylemek zorudnayım. Açıkçası öykü, ilk başlarda kendini belli etmedi ve ilerledikçe kurgu hiç de beklemediğim bir yöne doğru kayarak hikayeyi memnun bir şekilde bitirmemi sağladı.
    Ama beni rahatsız eden bir şeyden de bahsetmek zorundayız. Hikayede dikkat dağıtan ve rahatsızlık veren bir nokta var ki o da, bazı yerlerde hikayenin anlatıcısında bir sapma olması. Bazı kısımlarda “yaptım, gittim” yazılarak hikaye birinci şahısdan anlatılırken bir noktada “kadınla bahçıvan el sıkıştı” gibi cümlelerle 3. bir şahsın anlatığı bir öyküye dönüyor. Sonra yeniden 1. elden anlatılmaya devam ediyor. Açıkçası anlatıcıdaki bu tutarsızlık okurken beni rahatsız etti.
    Bunun dışında dediğim gibi öykünün konusunu ve kurgusunu oldukça beğendim. Uslüp ve anlatım biraz daha düzenlenirse, çok daha iyi bir öykü haline gelebilir.

  2. Soluksuz okudum.

    Kesinlikle şahane ve dahiyane bir kurguydu. Son ana kadar okuyucuyu kendine bağlı tutmayı başarıyor.

    Hikayeni ilk başta bir anlatıcının ağzından yazmayı tercih etmiş, sonradan birinci şahısa geçmişsin sanırım. Çünkü bazı yerlerde anlatıcının konumu değişiyor. Atmosferi baltalayamasa da okuma keyfini zedelediği yadsınamaz.

    Ellerine sağlık, her zamanki gibi çok beğendim. Her seçkiye katılabilsen harika olurdu.

  3. Mit, normalde yorum yazmak pek huyum değildir lakin senin yerin farklı, her seçkiye katılmayı ben de çok isterim bazen vakit bazen başka işler engel oluyor maalesef en çok ağustos ayındaki serbest temaya öykü yollamayı unuttuğum için üzüldüm.

    Kılıç için de bir şeyler oluşmaya başladı kafamda, darısı ekim seçkisine…

  4. Seçkide okuduğum son öykü sizinki oldu.
    Hikayeniz son ana kadar kendini kesinlikle belli etmiyor. Çok ketum davranmışsınız bu konuda. Kadının başına bir şeyler geliyor ama netlik olmadığı için okuyucuda merak uyandırıyor doğrusu. Okurken hep aklımda yazar vardı. Olayların arkasında onu düşündüm. Ama bahçıvanın rolü ve yazılan kitap oldukça ilginç bir ikili oluşturmuştu. Özellikle bayanların öldürülmemesi(kitabı görünce şaşıran diğer kadın gibi) değişik ve güzel bir ayrıntı.Ölselerdi klasik bir son olurdu :).
    Hoş bir hikayeyedi. Sizden okuduğum ilk hikaye aynı zamanda. Merak uyandırmayı güzel başarmışsınız ve son ana kadar ser verip sır vermemişsiniz.

    Ellerinize sağlık

  5. Sevdim uzun zamandır sana hiçbir yorum yapmadığımı hatırlarsak öykülerini özlemişim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *