ilham alınan yaratık
KARAKUŞ
Ejderhanın peşine düşmüştü Abagül. Kararlı adımlarla ormanın gölgesinde ilerliyordu. Ayağı taşa çarpıyor tökezliyor, topraktan taşmış köke takılıyor yere kapanıyor, çamur birikintisine basıyor çorabı ıslanıyor, yoruluyor, tükeniyor, acıkıyor, fakat pes etmiyordu.
Yolu Karakuş’un yuvasına çıktı. Ejderhayı pusuya yatmış buldu. Yaklaştı, daha da yaklaştı, ejderhanın ayak uzuna kadar süründü. Kısa bir tereddüt, ardından gözünü kapattı ve zehirli iğneyi ejderhanın parmağına sapladı. Hayvancağız hissetmedi bile. Bayılmak ne kelime, gözünü bir an dahi kırpmadı.
Kanat sesleri duyuldu. Karakuş yuvasına döndü. Yumurtaları yine kaybolmuştu. Gözyaşlarını tutamadı, her bir damla inciye dönüştü, ve yuvaya döküldü. Üç kez daha yumurtladı. Ardından kanatlandı ve uçtu uzaklara, karıştı karanlığa.
Yuvaya yanaştı Ejderha. Yumurtaları tek tek yuttu. Yuvanın dibinde, otların arasına kaçmış incileri topladı, pullarının altına dizdi. Ve mağarasına döndü. Uykuya dalması uzun sürmedi, zira ziyafetin ağırlığı çökmüştü üzerine. Zehrin etkisini de unutmamak gerekirdi.
Birazdan da mağaranın ağzında Abagül belirdi. Bıçağını çıkardı, ama ejderhanın boğazını kesmeye kıyamadı. Evet az önce de niyeti vardı, ama bir miydi nehirle şelale. Ejderhayı sarmaşıklarla bağladı.
Ejderha kendisine geldiğinde, Abagül karşısına dikildi. Elindeki çuvalı ejderhanın önüne boşalttı. Kökler, cevizler ortaya çıktı, elmalar yuvarlandı. “Her hafta sana bir çuval yem taşıyacağım,” dedi. Ejderha, kendisini sanan sarmaşıkları zorladı. Dişlerini sıktı, hırladı, burnundan koyu bir öfke yükseldi.
“Sadece köyümü ve Karakuş’u koruyorum,” dedi Abagül.
Ejderha sarmaşıkları tekrar tekrar yokladı, ne fayda. Gerçi son bir kozu saklıydı. Nasırını sıyırmak için kullandığı kayayı hatırladı. Hafif hafif sürtünmeye başladı kayanın keskin sırtına. “O yumurtalardan pek hoşlanmıyorum zaten,” dedi yüzünü buruşturarak, “Açıkçası zevkim değil. Hiç öylesine çirkin bir kuşun yumurtası benim gibi asil bir ejderhaya yakışır mı?” Abagül’ün dudakları titredi, cevap veremedi.
“Şimdi soracaksın, peki neden yumurtaları yutuyorsun, diye. Şöyle diyeyim küçük fare, yitirilenin acısı körükler kavuşma ümidini ve döktürür ortaya en kıymetliyi.”
“Her şey inci içindi ha! Tüm o canlar, onların vereceği yeni yeni hayatlar.”
Sonunda sarmaşıktan kurtuldu Ejderha. Hamle yapmak için gardını aldı. “Ah küçük farecik, o incilerin değerini bilsen, boğazımı keser tek tek toplardın.
“Seni asla öldürmeyeceğim.”
Gülümsedi ejderha, “Bu dünyada can alan benim!” dedi ve öne atıldı. Abagül sağ tarafa yattı. Ejderha ıska geçti. Geri döndü ve tekrar hamle yaptı. Bir kayanın arkasına sığındı Abagül.
“Dur lütfen!” diye haykırdı. Durmadı ejderha, kayaya bir pençe attı, kaya mağaranın derinliklerine doğru yuvarlandı. Abagül durur mu, o da koştu karanlığa doğru. Ejderha durur mu, o da durmadı, Abagül’ün önünü kesmek için hamle yaptı.
Abagül’ün ayağı takıldı, yere kapandı kızcağız. Sırt üstü uzandı. Üzerinden akıp geçen Ejderhaya doğru bıçağını uzattı. Bıçak boydan boya derin bir yarık çizdi. Ejderha yere düştü, birkaç defa sekip yuvarlandı ve duvarın dibine yığıldı. Sürünerek ejderhanın yanına vardı Abagül. “Özür dilerim,” dedi. Ilık gözyaşları aktı ejderhanın kanayan yarasına.
Karakuş’un yuvasına dönüp beklemeye koyuldu Abagül. Ertesi gün kuşu gördü. Cebinden incileri çıkarıp gösterdi, Ejderhayı anlattı. Karakuş, Abagül’ü süzdü, bu cılız kızın sözlerine inanmadı. Abagül’ü sırtına atıp mağaraya yol aldı. Vardıklarında Karakuş, bir heybetli ejderhaya baktı, bir de bu ufak kızcağıza.
“Hep seni bekledim Abagül, belki bu beden de değil,” dedi, kızı bir kez daha süzdü, “kesinlikle bu beden de değildi ama, hep seni bekledim. Yumurtamı almasına ben izin verdim, adadığım kadar geri alacaktım, ben de göz yaşlarımı adadım ve seni buldum.
“Dile benden ne dilersen, -ki zaten biliyorum. Dünyaya gitmek isteyeceksin, öyle olmalı değil mi? Bir Karakuş’un göreceği tek iş, insanı yeryüzüne indirmektir. Yalnız bilmem gerek, otuz gün sürecek yol. Ne daha fazla ne daha az. Ben biraz yaşlıyım, ama tekrar görürüm yolun sonunu. Ya sen, sen de dayanır mısın otuz güne, tam bir aylık oruca?”
“Dayanırım ya, var mı başka çare, öleceksem de hayattayken öleyim. Ama bekle önce beni, daha doğrusu dışarı çık sen, bana bir süre izin tanı.”
“Peki,” dedi Karakuş, mağaranın önündeki bir meyve ağacına konup karnını doyurdu. Abagül, tekrar dışarı çıktığında inciden örülü bir örtü taşıyordu. Örtüyü Karakuş’un sırtına attı, soğuk olacak dedi. Ve yola çıktılar, göğe doğru yükseldiler.
Sis katmanlarını aştıkça bedenlerine bir ağırlık çöküyordu. Öyle ki Abagül kendini taşıtmaktan utanıyordu. Yolculuğun dördüncü ve son haftasına gelindiğinde Karakuş tükeniyordu. Kanatları zayıflıyor, karnı gurulduyordu, hafifçe sendeliyordu. Abagül, çantasındaki son ekmek parçasını kuşun gagasına bıraktı. Yetmezdi ama, gerekirse kendisini feda etmeli, ama en azından içlerinden birisi dünyaya varmalıydı.
Dünyada da savaşması gerekebilirdi, elini adayamazdı, ayağını da. Fakat iki kulağı vardı, bir tanesi yeterdi. Hiç düşünmeden bir bıçak darbesi ile ayırdı kıkırdaklı yapıyı kendisinden.
Yetmezdi ama. Peki başka, başka ne kalmıştı elinde? İki göz. Batırdı çakısını sol gözüne, çıkardı yuvasından, ve sundu Karakuşa.
Yetmezdi ama, dilini de vermeliydi. Ne gereği vardı ki? Kalbindekini aktaramıyordu zaten bu yılanvari varlık. İki parmağı ile tuttu dilini ve kesti kökünden. Acıyor muydu, tabii ki de, hiç acımaz olur mu? Fakat sesini çıkarmadı, parmaklarını baldırına götürdü, sıktı, sıktı, sıktı. Acısını kendine aktarıp, kendi bedeninde devimledi. Bu devinimin sıcaklığında ısıttı kalbini, bu devinimin sıcaklığı ile korudu kendisini hain rüzgardan, ve saf soğuktan.
Ve günler sonra, tam karanlığa karışacakken, yeryüzünden yükselen bir ateş gördüler. Sonunda varmışlardı. Minnet duydu Abagül, sarıldı kuşun boynuna. Yeryüzü yaklaştı yaklaştı ve usulca kondular.
“Ağzını aç.” dedi Karakuş, sırtındaki örtüden bir inci kopardı, Abagül’ün ağzına bıraktı. “Ne kıvrımlar var ruhta, dökmek için dil gerek.”
“Gözünü aç,” dedi Karakuş, örtüden bir inci daha kopardı, Abagül’ün göz yuvasına bıraktı. “Ne kıymetler var yeryüzünde, görmek için göz gerek.”
“Kulağını aç,” dedi Karakuş, bir tane daha inci kopardı, Abagül’ün kulağına bıraktı. “Ne ezgiler var gökyüzünde, duymak için kulak gerek. Artık anlıyorsun değil mi? Ve unutma, bunlar hiç aslında, sen bir kalp taşımadıkça”
Kanatlarını çırptı Karakuş. Yükseldi, yükseldi, yükseldi, gökyüzünü örten karanlığa karıştı. Kanatlarını çırptı Karakuş, yeni yeni dünyalar aramaya, yeni yeni Abagüller bulmaya.
- Ganbatte, Ganbatte Kudasai! - 15 Aralık 2017
- İskelet Prenses ve Zehirli Şapka - 15 Kasım 2017
- Göle Yansıyan Dolunay - 15 Ekim 2017
- Kutsal Hastalık - 15 Eylül 2017
- Kişi ve Aksak - 15 Ağustos 2017
İlk tepkim “vayy” oldu amiyane tabirle; buraya yazsam mı yazmasam mı bilemedim ama nihayetinde yazdım işte. Vayy 🙂 Niye mi? Çünkü Abagül’ün fedakarlığı karşısında Karakuş’un sözleri, hikayenin sonu yani çok güzeldi. Hikaye finale kadar zaten güzel bir çizgide gidiyordu final de böyle güzel olunca keyifli bir okuma gerçekleştiriyor okur. Bir-iki yerde bağlaç yanlış kullanılmış galiba ama benim kriterlerime göre bu çok ufacık bir sorun. Hikaye güzelse konu kapanmıştır 🙂
sevgiler.
Beğeninizi bu şekilde ifade ettiğiniz için teşekkür ederim. Eksik noktaları belirttiğiniz için de memnuniyetimi dile getirmek isterim. Eksiklikler/hatalar işaret edilmeli ki, doğruya yönelelim. Zamanınız ve yorumunuz için tekrar teşekkür ederim.
Bir çizgi hayranı olarak, bu sayfayı paylaştığım illüstrasyonu görünce nasıl şaşırdığımı anlatamam. Sanki hayat, bir mahalle arkadaşı kıvamına bürünüyor, koluma koluma dirsek atıyor, Bak bu kıyağımı unutma, diyor. Eh, işe bir de asimetriyi katınca, ben ne desem fazla.
Pişirene de sunana da teşekkürler.
Bence yazım yanlışları ve akıcılığı olumsuz etkileyen ifadeler öykü kalitesini azaltmış. Yazarın alegori amacı güttüğünü ancak eserin alegorik anlamda başarısız olduğunu düşünüyorum. Kurgu üsluba nazaran epey iyiydi. Kurgunun başarılı bir şekilde aktarılamamış olmasını yazarın acemiliğine bağlıyorum. Yanılıyor da olabilirim.
Ayrıca konuyla alakasız olmakla birlikte yazarın üslubunun light novel için daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kendisinin anime sevmesi bu düşüncemi paylaşmama olanak verdi.
Hem okuduğunuz hem de eleştirdiğiniz için teşekkür ederim.
Yazım yanlışı ve akıcılık ile düşüncelerinizden, üslubumun yerine oturmadığını çıkartıyorum. Bu da tecrübemin yetersizliğinden kaynaklanabilir ki, umarım öykü yazmamı densizlik değil de çabalama veya cesaret örneği olarak değerlendirirsiniz.
Kurguyu beğenmenize sevindim. Gitar çalmayı denediğimde, arkadaşlarım “Çal, ama söyleme.” demişti. Kurgu hakkındaki yorumunuzu ona benzettim. Kurgula, ama yazıya dökme.
Nihayetinde, seçkinin hem en yeni yazarı, hem de en tecrübesiz yazarı olarak, kusurlarımı hoş görmenizi diler, sizi başka bir seferde yine ağırlamayı umarım.
Tekrar teşekkürler.
Merhabalar,
Kurgusu oldukca kuvvetli, kendini rahatlikla ve merakla okutturan bir öykü kaleme almissiniz. Özellikle sonunda ne olacagini merakla bekledim 🙂
Takildigim tek nokta öykünün girisi oldu. Karakus’u ejderha sandigimdan birkac kez ust uste okudum girisi, aslinda hemen okumaya devam etseymisim sorun olmayackmis 🙂
Cizerin de, sizin de ellerinize saglik.
Sevgiler,
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Beğenmenize memnun oldum. Bir de inceleme yapmışsınız ki, oldukça işime yaradı. Tekrar teşekkür ederim.
Ouuvvff. Evet. EVET!
O çok beğendiğim yazım tarzınla, yine “sen” olan ama çok farklıca, özgünce sunulan bir öykü yazmışsın burada.
Hayran kaldım. Alkışlayabilseydim, onu da yapardım.
Bir yerlerde öykü “karanlıklaşma”ya başladıkça, öykülerinin formunu az çok bildiğim için merak ettim. Nasıl dönüşecek? Nasıl dönüşecek, elbette olabilecek en naif şekilde!
Kurgudaki harika sıralama, anlatım dilindeki takılmama… Neredeyse her şeyi harika.
Daha önceleri “dövüşme sahnesi” denebilecek kısımları aktarmakta sorun yaşıyor gibiydin ama buradakinde öyle bir “neler döndüğünü anlayamama” sorununu pek görmedim. Belki bir iki kelime daha gerekliydi…
Benzer şekilde, gökyüzünde ilerlerlerken, bir ayın geçişini bence biraz hızlıca verdin. Olabilir, sorun değil elbette fakat ardından gelen “karanlık” sahnelerin o bir aylık süreçte mi yoksa o son anda mı olduğunu pek anlayamadım bu sebepten (ya da, kendimle ilgili bir başka sebepten… Bilemedim şimdi)
Bir iki yazım yanlışı, hemen her yerde rastlanılan meseleler. Dert değil.
Öykün için teşekkür ederim 🙂
Ah, az kalsın unutuyordum. Utandım şimdi :/
Karakuş hakkında internette hızlıca araştırma yaptım ve hiç bir şey bulamadım. Bilemiyorum senin anlatımına uygun bir mitolojik yere mi sahip ama… Öyle olmasa bile “senin mitolojin”e çok uygun. Okurken, Karakuş’un yapabildiği hiç bir şeyi yadırgamadım.
Gizem Malkoç’in çizimi de, neyle karşı karşıya olduğumu bana anlatma anlamında çok yetkindi 🙂 Gördüğüm minik bir sembol dışında hiç renklendirme kullanmamayı özellikle mi seçtin acaba? Hani, “bu dünyada değil, öte diyardalar şu anda” hissiyatını güçlendirme amacıyla..? Arkadaki minik, pufuduk ayrıntılar da bir harika!