İnsanlar sonsuz bir ateşten sıçrayan cılız kıvılcımlar gibidir. Kaynaktan uzaklaştığımız anda kibirle parıldayan hayatlarımız, göz açıp kapayıncaya kadar ışıltılarını hiçliğe teslim ederler. Karanlığın içinde kamufle olmuş, boşluğun içerisinde savrulan küllerimiz ise hayatla buluşmak için ikinci şansı yeniden yanmakta bulacaktır.
* * *
Reyhan Evren…
Kulaklarımda yankılanıyor ismim. Birileri beni mi çağırıyor? Kemiklerimi sızlatan, damarlarımı parçalayan o acı hissi nasıl benden önce kulak verdi bu çağrıya. Acılarımın sonlanması için birkaç kelime yeter miydi gerçekten? Belki de…
Göz kapaklarımın ağırlığı altında ezilmiş bedenim geçmişimde ufak bir yolculuğa çıkıyor. Ne ilacı verdiler bana böyle?
En masum zamanlarımı geçirdiğim evin çamurlu bahçesindeyim. Çamurların içinden yeşermiş bitkiler, üstlerindeki kirli duvara rağmen hayatla buluşmuşlar. Annem… Onu hep kahramanım olarak gördüm. Hayata karşı tek başına girdiği her savaşta galip gelmişti. Tıpkı bahçemizdeki bitkiler gibi tutunmuştu hayata tek eliyle. Diğer eliyse her zaman benimleydi.
Mekân ve insanlar sürekli değişiyor. Odaklanamıyorum bile. Anılarımın içinde bir girdap var ve ben o girdapta boğulmak üzereyim. Gözümün önünde tekrar tekrar canlanıyor sahneler. Demek hayat içinde benim gibi basit bir oyuncuya bile yeri olan kocaman bir sahneymiş. Kavgalarım, başarılarım, ilk aşkım… Onu her düşündüğümde yerinden çıkmak istiyormuşçasına çarpan kalbimde neden ses yok?
Uzun zamandır kabuslarıma eşlik eden sinyal sesi yerini huzura bıraktı sonunda. Anılarım beni aralarında çekiştirmeyi bırakmadı yinede. Açtığım her kapı beni farklı bir yere çıkarıyor. Hayatımın koridoru öyle uzun ve karmaşık ki… Tüm bunlara neden olduğum güne gelene kadar bir ömür geçti gözlerimin önünden.
Gri, yağmurlu ve soğuk bir hava hakimdi o gün Galata’ya. Evimin sokağa bakan tek penceresi buğulanmış, manzarayı seyretmeme izin vermiyordu. Yarı çıplak bedenimi sabahlığıma sarıp pencereyi açmış, evin rutubetli kokusunun şehrin temiz (!) havasıyla yer değiştirmesini beklemiştim. Soğuk hava sabah kahvesinden çok daha çabuk etkilemişti sabah mahmurluğumu. Şişe yığınlarından oluşmuş labirenti andıran dağınıklığımın içinden salona giden yolu bulmuştum. Duvarımı kaplayan gençlik zamanlarımda boyadığım portreler gözlerini üstüme dikmiş, yabancı bir kalabalık gibi halime üzülüyor, gülüyor, şaşırıyor ve halimden korkuyorlardı. Ne vardı sanki korkacak.
Geceyi kiminle geçirdiğimi bile hatırlamıyordum. Kaç kişiyle kaç geceyi paylaştığımı da. Kalp kırıklıklarımı düşünmeye fırsatım olmayan o anlarda kimlerin nefesi çarpıyordu yüzüme? Yine kim beni uyanmadan önce terk edip gitmişti? İç sesim bir an bile susmuyordu. İçimdeki melek ve şeytan sürekli tartışma halindeydi. Alışmıştım artık bu duruma. Ancak ne yaparsam yapayım ne kadar kalabalıkta olursam olayım kendimi yalnız hissetmek benim için yeni ve yüzleşmesi zor bir durumdu.
Oturduğum koltuğun hemen karşısındaki televizyon sehpasının çekmecesinden bir paket karanfilli sigara alıp paketi aceleyle açmış, dudaklarımın arasına yerleştirdiğim sigaradan uzun bir nefes çekmiştim içime. Dumanın karşımdaki siyah duvarın önünde havaya karışmasını izledim dakikalarca. İçimden büyük bir yoğunlukla çıkıp zamanla hiçliğe karışan tek şeyin bu duman olmasını isterdim.
Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Kafamdaki düşüncelerle baş başa kaldığım her zaman olduğu gibi hava ciğerlerimi doldurmaya yetmiyordu. Dışarı atmak zorundaydım kendimi. Yağmur şiddetini arttırmıştı ve sürekli ertelediğim ihtiyaçlarımdan biri olan şemsiyem de yoktu. Normalde temel ihtiyaçlarım için bile dışarı çıkmamaya bahaneler sıralayan ben bu durumda şemsiyeyi sorun etmemiş, üzerime dolabımdan rastgele seçip aceleyle geçirdiğim birkaç parça kıyafetle birlikte ıslanmaya hazır bir şekilde kendimi sokağa atmıştım.
Alnıma damlayan yağmur damlaları hırçın rüzgârla birleşince kemiklerime kadar hissetmiştim soğuğu. Soğuk bana yalnızca ölümü hatırlatıyordu. Sevdiklerimi günlerce beklettikleri morgun yalnızca içi değil dışıda soğuktu. Sadece içerdekiler değil kapısında bekleyenlerde hissediyordu kalplerinde soğuğu. O günlerim aklıma gelince bırakmıştım titremeyi ve yağmura teslim olmuştum.
Hava durumuna rağmen sokaklardaki kalabalık azalmamıştı. Trafik normalden daha yavaş ilerliyordu. Caddeye ulaştığımda karşıdan karşıya geçen kalabalığın arasına karışmış, mimiksiz suratımı insanlardan kaçırarak yürümeye başlamıştım. Az ileride elinde siyah bir poşetle sırılsıklam olmuş zayıf bir çocuk elindeki mendilleri satmaya çalışıyordu. İnsanlar orada bir çocuk değil bir hayalet varmış gibi davranıyor, çocuğu görmezden gelip yollarına devam ediyorlardı. Çocuğun yanından geçerken bir anlığına fark edebilmiştim yüzündeki çaresizliği. Mosmor olmuş dudaklarından cılız bir duman çıkıp karışıyordu havaya. “Bir mendil almaz mısınız?” Almıyorlardı. Elimi cebime atıp bozukluklarımı aramış, bulamamıştım. Cüzdanımı açıp içinden bir banknot çektim ve arkamda bıraktığım zavallı çocuğa vermek için yönümü değiştirdim. Çocuk karşıdan karşıya geçmek istiyor ancak yoğun trafikten kopan canavarların karşısında tedirginlik yaşıyordu. En sonunda kaldırımdan ayrılmaya karar vermişti ki ileriden hızla ona doğru gelen bir araç göründü. Kolumdaki çantayı bir anlık adrenalinle fırlatıp yola atmıştım kendimi. Çocuğa yetiştiğimde arabayla aramızdaki mesafe neredeyse yarılanmıştı. Güçlü bir hamleyle çocuğu sırtından itip uzaklaştırmıştım. Çocuğu ölümden kurtarmıştım. Çocuğu başka soğuklar görmekten kurtarmıştım. Yerde hareketsiz yatan bedenim ve etrafımda telaşlı bir kalabalık vardı. Her bir kemiğim ayrı ayrı sızlıyordu. Onca acıya rağmen yüzüme sahte bir tebessüm kondurmuştum. Çocuk üşümeyecekti.
Anılarımda çıktığım bu gezintinin bitişi de başlangıcı gibi ismimi duymamla gerçekleşti. Reyhan Evren ölüm saati 19.38.
* * *
Sonu görünmeyen bir karanlığın ortasında sürükleniyorum. Karanlık zaman algımı yitirdiğimden beri benimle. Hani ölüm ışıkla bütünleşmekti? Karanlıktan korkuyor muydum? Geride bıraktığım insanlar var mıydı? Kafamda dolaşıp duran sorularla kaç kez yüzleştiğimi kaç kez yüzleşmekten kaçtığımı bile hatırlamıyordum. Yok olduğumu düşünüyordum başlarda, karanlık benim için yok olmak gibiydi. Teslim olana dek böyle olduğunu savunuyordum. Daha sonra görmeye başladım karanlığımı bölen rüyaları. Bu kozmik uyku halinde rüyalarımın bir sınırı yoktu. Ölüm hiçliğe kavuşmaktır diye düşünüyordum meğer yalnız, sessiz ve bitmek bilmeyen rüyalar gördüğümüz sıcacık bir uyku gibiymiş.
Gözlerimi sadık dostum karanlığa açıyorum bu gece de. Karanlığı tarif etmeye gece kelimesi yetersiz kalır. Yalnızlığımın ortasında duyurmaya can attığım çığlıklarım, uyku halimin beni tek bir toz zerreciğinin bile olmadığı dipsiz bir boşluğa taşımasıyla başlıyor yankılanmaya. Etrafım hazla ileriye sardırılan bir film sahnesindeymiş gibi dolmaya başlıyor önce. Korkudan titreyen ayaklarımın altında hissediyorum soğuk asfalt zemini. Daha sonra ete saplanan sivri mızraklar gibi çakılıyor binalar bir bir yere. Çığlıklarım yerini hızlı soluk alış verişlerine bırakıyor. Binaların renkleri yer kadar soğuk…Çıplağım. Metal ve zincir sesleri çalınıyor kulaklarıma. Kilitli kapılar açılıyor tek tek. Her bir evden bir erkek ve bir kadın çıkıyor sokağa. Yüzümü yerden kaldırıp yüzlerine bakma cesareti gösteriyorum. Bu bir rüya, uyanacaksın ve bitecek. Sessizliğine dönmene çok az kaldı. Erkekler tiksintiyle maskeledikleri şehvet duygusuyla izliyorlar asfaltın üzerinde titreyen çıplak bedenimi. Kadınların dudaklarında ise atılmamış çığlıklar, söylenmemiş sözler gizli. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar bana doğru. Korkuyorum. Zincir sesleri kulaklarımı delecek kadar yakınımdalar. Erkeklerin bileklerindeki kan kırmızısı zincirler kadınların bellerine dolanmış. Kadınlar sadık birer köle gibi takip ediyorlar erkekleri, çaresiz…
Kalabalık bir anda geçmekte olan birine yol veriyorlarmış gibi ayrılmaya başlıyor. İnsanların arasından emekleyerek bana doğru gelen küçük bir bebek görüyorum. Bebeğin boynuna bir kâğıt parçası ilişmiş. Bana yaklaşıyor ve ağlamaya başlıyor. Boynundaki şeyin özenle mühürlenmiş bir mektup olduğunu fark ediyorum. O mektubu asla açmayacağım. Onun içinde göreceğim şey beni gördüğüm tüm kabuslardan daha çok korkutuyor. Bebeğin üzerinden alıyorum mektubu. İnsanlar evlerine girmek üzere uzaklaşıyorlar yanımdan. Mektubu ellerimin arasında buruşturup atıyorum yolun kenarına. Bebeğin ağlaması yerini şeytani bir surat ifadesine ve derin kahkahalara bırakıyor. Yalnızlığıma kavuşana kadar duyuyorum kahkahalarını. Sonunda ses kesiliyor. Huzurumla baş başa kalıyorum.
“Sonsuz rüyalar çemberinde sürüklenirken gördüğüm her şey değişti. Mektuplar hariç. Hayatta görüp anlamlandıramadığım çoğu şey anlam kazandı. Evrende var olan her şeyin kaydının tutulduğu büyük bir arşivin içinde sürekli bir keşif halinde gibiyim. Bütün olan bitenler arasında en büyük korkum mührü bozulmamış o mektup. İçimdeki o ses her seferinde açmamamı söylüyor bana. Karanlık bir güç gizli o mektupta. Beni cehenneme götürecek kapı gizli.”
Temel ihtiyaçlarımın hiçbirini karşılamak zorunda olmadığım bu boyutta en büyük eksikliğimin yemek içmek değil, yaşamak olduğunu anladım. Gördüğüm onca kötü şeye rağmen yaşamak ne kadar değerliymiş meğer. İnsanoğlunun kaybetmeden değerini anlayamadığı şeylerin birisi de kendi hayatıymış. Yüzleşmekten kaçtığım mektup kurtuluşum olabilir mi? Açmadığım bir mektuptan sadece bir his yüzünden korkmam doğru mu? Beni yok oluşa götürecek bile olsa şimdiki halimden iyi olmaz mı? Rüyalarımda gördüğüm bastırılan, aşağılanan kadınlar gibi bu kaderi kabullenecek miyim yoksa kendi kaderimi kendim mi çizeceğim?
Karanlığın bedenimi sarmaladığı o an kendimi sessiz ve kararlı bir şekilde bıraktım uykunun kollarına. Uzun sürmedi senaryosu kutsanmış filmin içine düşmem. Tozlu, boş bir arazinin ortasında kırmızı boyası yer yer dökülmüş eski bir motel karşımda duruyordu. Yanındaki karayolunda tek bir araç bile yoktu. Tedirgin adımlarla motele doğru yürüdüm ve eski kapısını üzerindeki tozlara aldırış etmeden ellerimle iterek açtım. Bina çok küçük olmasına rağmen içinde sonu görünmeyen bir koridor karşıladı beni. Koridor boyunca her iki tarafında da zincirli kapılar var. Kapıların zincirleri mühürlenmiş. Koridor boyunca yürümeye devam ettim. Her kapı ayrı bir mühürle korunuyor. Her kapının bir sahibi olmalı.
Arkamda yüzlerce kapı bıraktığım halde hâlâ doğru kapıyı bulamadım. Tam o anda yer yer konuşlandırılmış eski hoparlörlerden cızırtılı bir ses duydum. “ Yeniden başlamak istiyorsan asla vazgeçme! Hayatın hâlâ senin ellerinde. Yanmaktan korkma!” Bu ses beni bu döngüden kurtaracak bir ipucu muydu yoksa bir kandırmaca mı? Bedenimde kalan son birkaç damla enerjiyle koşmaya başladım. Bulmak zorundaydım. Cevaplarım onun içindeydi. O mührü kırmak zorundaydım!
Sonunda buldum. 1938 numaralı kapı… Bu sayıyı daha önce duyduğuma eminim. Kapıyı zorlanmadan açmış, derin bir nefes eşliğinde içeri giriyordum. Kapının tokmağı yabancısı olmadığım bir soğuğu anımsatmıştı. Şahit olduğum manzara karşısında dilim adeta tutulmuştu. Duvarları içinde kaybolduğum karanlıkla karışmış, sınırları görünmüyordu. Yerlere saçılmış binlerce mektubun mühürleri parçalanmıştı. Mektupların içinden yukarı doğru uzanan göbek kordonlarının her biri bir fetüse bağlıydı. Biri hariç…
Sonunda ellerimin arasındaydı. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim bu işkenceden kurtuluşumla aramda artık sadece açmam gereken o mektup, kırmam gereken o mühür vardı. Sonucu ne olursa olsun bu döngüden çıkmak zorundaydım. Kesin bir kararlılıkla elimi mektuba götürmüş, kan kırmızısı mührü parçalamıştım. Mektubun içinde okumayı beklediğim yazılardan eser yoktu. Ancak bir et parçası uzadıkça uzuyordu. Kordon karnıma saplandığı anda bütün hislerim yok olmuştu. Bütün yaşanmışlıklarım silinmişti. Evrenin bana gösterdiği tüm ihtimaller ışığında ikinci hayatıma adım atmak üzereydim. Daha güçlü, daha emin adımlarla ilerlediğim bir hayat yaşamak dileğiyle.
- Ala Meşe ve Sonsuzluk Meyvesinin Hikmeti - 1 Mayıs 2020
- Arınmış Krallığın Esareti - 1 Nisan 2020
- Açılmamış Mektuplar - 1 Mart 2020
- Her Dilek Bir Ölümden Gelir - 1 Şubat 2020
BebeÄim sen içerde kahvemizi yaparken bu hikayeyi yorumluyorum. Zaten bu hikayeyi çok beÄendiÄimi belirtmiÅtim.
Åimdi tekrar okurken bu cümlelerin beni çok etkilediÄini farkettim.
Ah o kırmızı kurdelelerrrr…
Teşekkür ederim Funda. Kurdeleler konusunu hiç açmayalım, ne kadar tepkili olduğumu biliyorsun zaten.
Merhaba @Kursat_Akbulut, öykünüzü okurken acaba ne okuyorum ya da ne olacak şimdi dedim kendime zaman zaman. Ama iyi ki yarıda bırakmamışım. Öykünüzün sonu beni çok mumnun etti. Anlatımınız güzel ve yaşam döngüsünü konu alan fikrinizin temayla uyumu daha güzel olmuş.
Kaleminize sağlık.
Konulara çoğu zaman farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaya gayret ediyorum. Başarabiliyorsam ne mutlu bana. Öykümü değerlendirdiğiniz ve fikirlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Sonraki seçkilerde tekrar görüşmek dileğiyle…
‘‘Yeniden başlamak istiyorsan asla vazgeçme!’’. Sürükleyici bir konu. Betimlemelerin okuyucunun anlatıcı ile betimleme kurmasında yardımcı oluyor. Sonunda Reyhan ile aynı şeyleri hissetmek beni çok heyecanlandırdı. Ellerine sağlık.