Öykü

Aramakla Bulunmaz; Bulanlar Hep Arayanlardır

Liflerine kadar işleyen tuzla grileşmiş suntalar, hanın duvarlarını oluşturuyordu. Onlardan çok daha önce yıpranmış, bilinmeyen ormanın artık çok iyi bilinen derinliklerinde katledilmiş akrabalarına katılmak için yalvarırcasına gıcırdayan ahşap masalar da, bu döküntü duvarların içini dolduruyordu. Han salonuna asılmış türlü türlü heykelcik, rengarenk kumaş ve ne idiği belirsiz çeşit çeşit nesne ile burası, sadece kulakları değil, aynı zamanda gözleri de kamaştıran bir uğultuyu taşıyordu.

Elbette bu “uğultu”nun baş döndürücü etkisi yalnızca Doktor Feroand için geçerliydi. Narin vücudunun kaldırabileceğinden çok daha fazlasını içmiş, sarhoşluğun doruklarında takılıyordu.

Dev salonun ortasındaki bir masaya kurulmuş olan bu gözlüklü bilgin, parmağını havada kontrolsüzce savurarak bağırmaya geçmişti: “Haır hayır! Tekralanabildihini göstemek için deil, aaştırma konusunu yalıtmak iin ‘kontrol guubu’ koyuluğ!” Peltekçe konuşması, ağzından saçtığı tükürüklerle beslediği hararetinden mi yoksa o kocaman, şekilsiz ağızdan tıkıp durmakta olduğu yerel içki Sula’dan mı olduğu onu dinleyen kalabalıkta tartışma konusuydu.

Masaya kazınmış mitolojik yaratıkları havaya da resmetmeye çalışırcasına savurduğu elini gümbürtüyle indirdi ve ekledi: “em, buların Düz Dünya Teoisi ile ne ilgsi va?! O konuda kontrol guubu olşturulamaz ki!”

Doktor Feroand’ın suratına bir gürültü çarptı bu sözlerinin ertesinde. Hissiz dudakları çarpık da olsa gülümsemeyi denedi; oturduğu yerden attığı gür sesli tiradın bu “malikane”nin duvarlarından yankılanıp ona gümbürtüyle döndüğünü düşünmüştü belki de. Haşmetli…

Oysa, dört kişilik masaya yığılmış, zaten eziklerle yamuk yumuk olan ahşabı yumruklarıyla dümdüz etmeye çalışan güruhtan kopan bir fırtınaydı bu. Bir kahkaha fırtınası… Her kafadan bir ses, her ağızdan bir çürük kokusu ve inen her yumruktan da bir sarsıntı kopuyordu. Doktor’u kafalamış olan güruh, denizciliğin en en kadim adetini yerine getiriyordu.

Doktor nihayet dikkatini azıcık toparladığında, tam karşısında oturan denizcinin onunla konuşmakta olduğunu fark etti. Şişelerin dibiyle kısıtlanmış olan algısı, hanın ırak taraflarında -ki bu “ırak taraflar” yarım metre ilerisinden başlıyordu- dönenleri duyamıyor, ona sadece gözleriyle takip edebildiği bu pis ağızlı kadının sözlerini ulaştırabiliyordu.

“Ben de bunu dedim Doktor! Kuzenim Amar’a dedim ki, ona ‘ana direği ve bacaları kırıp indirmeniz işe yaramaz’ dedim. Uzaktan gelen geminin ilk orasından görüldüğünü söyleyip devam etti. Ama şimdi hapiste. Dünyanın her yerinde ağzı olan konuşuyor ama alimleri dinleyip, mesela sizi dinleyip, kaçakçılığa öyle çıksa bunlar gelmezdi başına. Değil mi Doktor? Bu kadar insan yanlış biliyor yani(!) Haksız mıyım?!”

“Eet! Hayır! Yani, demek istediim, kesinlikle hahlısın!” Midesinden yükselen asitli şeyleri bastırmak için bir saniye duraklayan Doktor, bu süreyi düşüncelerini toparlamak için kullandı. Kendi akışında geldiği gibi çıkarttığı sözlerinin bu şekilde bölünmesi, o düşünceleri tökezletmiş olmalıydı. Kafası, dönüp duran dünyasından da fazla karışmıştı Doktor Feroand’ın.

Sözlerini anımsayamayınca “ne diyodum? Hah!” diyerek lafa dalmıştı. Dalmıştı ancak, fikriyle yükselen geğiriğini ağzından yolcu ettikten sonra sözlerine devam edebildi: “Bak, saa bir sır vereim.” Parmağıyla karşıdaki kadına yaklaşmasını işaret ediyordu.

Elbette sesinin yüksekliğini ne şimdi ne de öncesinde kontrol edebilmekteydi. Bu alkol seviyesinden sonra pelteye dönmüş dili, bilge birisiyle dalga geçmemek için fısıldayarak konuşanları bile açık açık kahkaha atmaya yönlendirdi. Parmaklar Doktor’u gösteriyor, havada uçuşan alaylı sözlerin hemen hemen tamamı ona yönlendirilmiş olsa da, hiç birisi hedefinin etrafındaki mayalı aurayı aşamıyordu.

“Giip de buzzullağın öte tarafına geçmemzi istemeen güçler va. Biliosun kim olduklaını. Onlağ işte! Ardındakilei saklıorlağ. Bazılaı biizi odaki kötü şelerden koğuduklarını düşünüor ama ben biliyoğum. Gerçei bilioğum!” dedi Doktor Feroand tüm haşmetiyle. Ve, “Kimseye söleme sakın!” diye tembih eklemeyi de ihmal etmedi sözlerine! Elbette bağıra çağıra söylendiği için, bu tembih hiç bir ehemmiyet içerememişti.

Masanın öteki ucunda, ayakta dikilen iri bir denizci “Söylemem Doktor, biz bizeyiz. Sırrın bende güvende!” diyerek dalgasını geçti. Bu dalgaya diğerleri de katılmadan edemedi; hep bir ağızdan sözler verilmekte, eğlence sürdürülmekteydi.

Görünüşe göre, muhteşem tiradına başlamadan önce aldığı o koca yudum, boğazını tazelemek yerine zihnini özgürleştirmişti ki konuşanın ayırdına varamayan Doktor, başını sallayarak tam karşısındaki kadını onayladı. Hatta, elini denizci kadının omuzuna koyarak “aferin” demeye bile çalıştı!

O kadar çok içmişti ki Doktor, kolu Sula dolu maşrapaya hızla çarparak içindeki tüm sıvıyı yerlere saçtı. Ve bu, handakilerin eğlencesinin doruk noktasıydı. Onu yeni bir kupa almaya teşvik edenlerden tut, ne olur ne olmaz diye tüm hana içki ısmarlayıp fazlasını yedek yapmasını söyleyenlere, ve hatta içmesi için kendi idrarını önerenlere kadar her türden alçaklık vardı. Sonuçta, burası dandik bir kasabanın dandik bir hanıydı.

Elbette, tüm hanlara gelip gidenlerde olduğu gibi, burada da efendi insanlar vardı. Doktor Feroand’ın arka masasından irice birisi, artık canına tak etmiş olacak ki, “BU KADAR YETER!” diye hönkürerek ayağa kalktı. Ardından, Doktor’u omuzundan kavradığı gibi onu arka taraflara, karanlığa sürükledi.

Onu çekiştiren ellerin kocaman olduğunu düşündü Doktor; kocaman ve hissiz… Beynini bile hissetmediği halde, yabancının yapıştığı yerdeki yoğun ağrıyı buram buram fark ediyordu. Dalgalanan, dönüp duran, bulanan dünyasında bir anlık parıltı yakaladı gözleri. Onu bir daha göremese de, bu parıltıya dair ilginç bir his vardı içinde. Düşündü, düşündü… Karanlıklara uzanan o iki adımlık tekinsiz yol boyunca düşündü. Yabancının belinde gördüğünü sandığı şey bir kasatura olabilir miydi?

Omuzlarındaki mengenesi onu sarstı. Belli ki bakışlarını çekmek istiyordu. Doktor’un düşüp duran kafasıyla bu, pek zor bir görev olmalıydı. Nihayet o kayık bakışları bir sıfatı seçtiğindeyse, suratına savrulan sözlerde nezaketten iz yoktu: “Sen ne bok yediğini..”

Elbette yabancı, sözlerinin devamını getiremedi. Bu kadar sarsıntıya hangi zom doktorun midesi dayanabilirdi?

iki

16 Mart 2017

Evet. İşte gene buradayım. Dünyanın unuttuğu bir şehrin, kimsenin adını bile anımsamadığı bir hanında pencere kenarına oturmuş, düşüncelere dalıyorum. Çıkış yok. Umut bile yok! Yalnızca, çürüyen ve zamanı geldiğinde üzerime çökecek olan labirent duvarları; ufka açılıp neler kaçırdığımı bana sadistçe aktaran pervazları; izleye izleye etrafımda dört döndüğüm, beni kıskıvrak yakalayan düşünce akışları…

Yaşamımı belirleyen kurallar öylesine kesin, öylesine belirlenmiş ki benim gibi septik bir bilim insanını bile kadere inandırabilecek meziyette. Ne pislik ama! Ne kadar da çürütülmüş bir ömür!..

Ve, elbette F.E.S’ten saygınlığımı toparlama umuduyla ayrıldığım halde peşimi bırakmayan ve beni dünyanın öteki ucunda bile bulan kişisel lanetim!.. Aman ne hoş, ne harika! Sözde, ruhani bakışı ile bana destek olacak diye gelmiştim Hindistan’a!

Yalan. Hepsi yalan. Bütün o cafcaflı tanrılarıları-tanrıçaları ile, bütün neşeli ve ağırbaşlı din insanları ile bu mistik diyar bile yalan. Üniversite’de darmaduman olan itibarımı toparlayacaktım; eski düşüncelerimin sadece hatırasını taşıyıp, Hindistan’ın tazeleyici cümbüşünde yeni bir saygınlık kazanacaktım.

Ama, bırakmaz ki… O lanet, o aşağılamalar peşimi neden bıraksın ki!.. Kopamıyorum işte; bağlarımı kessem de o bırakmıyor kesinlikle. Gezegenin öteki ucuna da gitsem, bir şekilde beni buluyor nihayetinde.

Gerçi, hoş; tüm ekipmanlarını yanında taşıyıp Dünya’yı dolaşırken gözlem yapmak pek de ‘bağları kesmek’ sayılmaz ya… Neyse.

Yine de, ilginçtir, lanetli döngüm her seferindekiyle aynı başlasa da bambaşka ilerledi bu defa. Dün gece de handa içip içip dağıttığımı anımsıyorum. Açtı ağzını yumdu gözünü konuşmuşum. İçim dolu ya, yine öfkemi kusmuşum.

Evet, gecenin belli bir noktasından sonrasını hiç mi hiç anımsamıyorum. Film koptu işte. Buraya kadar bahsettiğim her şey olağan zaten, yazdığım tüm diğer günlük girdilerindeki gibi…

Fakat, kendime geldiğimde enteresan bir şey oldu. Bu sonsuz kere tekrarlanmış, kendisine eşitlene eşitlene ömrümü yaratmış olan denkleme bir karakter katıldı. Uyandığımda o kadının odasındaydım. İri yarı, çirkin, patavatsız ve kesinlikle ikna edici… Adının Dagrun olduğundan bahsetti.

Ve, bir takım başka şeylerden de bahsetti elbette. Oraya nasıl geldiğim gibi… Beni pervasızca yaptığım konuşmalardan ve peşime düşebilecek ‘kötü insanlar’dan kurtardığını üstüne basa basa söyledi. Eh, bunca yıl kendim olduktan sonra, kendimden hala utanabildiğimi görmek eğlenceliydi. Elbette ki onun sözlerini dinledim; sadece bu farklı hisleri bana yaşattığı için bile dinlemeye değer diye düşünmüştüm. Keşke neler anlatacağını önceden bilebilseymişim!

Bu konuşmanın merkezinde akla hayale gelmedik kadar uçuk, tekinsiz, kaçıkça bir teklif vardı. Bolca saldığım şaşkınlık nidalarım ve tedirgin bakışlarımsa hoş sohbetimizin(!) tuzu biberi olmuştu aslında.

İmkansız geometrilerin, kozmik dehşetlerin ve kadim canavarların öykülerini anlatan o ‘ölü tanrıların gayriresmi peygamberi’nin bahsettiği tarzdaki şeylerdi bunlar. Antarktika ile, onun yüreğinde ve o karanlık, dehşet verici yüreğin ötesindekilerle ilgili…

İşte bu kaçık teklif yüzünden saatlerdir burada oturmuş ve düşüncelerimi toparlama amacıyla günlüğüme bu sözleri karalıyorum ya…

Konuşmamız çok ama çok uzun sürmüştü; sabahın köründen taa akşamın kenarına… Nihayetindeyse, benimle Dünya’nın sonuna kadar gelmek istediğini söylüyordu. Dünya’nın sonuna!

Peki ama o çılgınlığın dehlizlerinden kopup gelmiş ızbandut kadına güvenebilir miyim? Beni vadettiği o nihayete ulaştıracağına?.. Sonuçta, o bir Viking. Barbarlığı ile dışlanmış bir Avrupalı… Yersiz yurtsuz gezip olmadık işlere girişiyor, başına buyruk şekilde yağmalarla ve kaçakçılıkla uğraşıyor. Bırak Avrupa’yı, kendi soyundan gelen İskandinavlar bile onu hoş karşılamıyor! Evet, sığınma taleplerini geri çevirmiyorlar asla ama bu kadın ve onun gibi diğer Vikingler oralarda uzun süre barınma riskine bile giremiyor aslında.

Güven… Tüm ulusları yıkmaya varan en küçük ihtimal parçacığının bile peşinden atlayabilecek kadar kindar bu kadın korsana kendimi emanet edebilir miyim? Tüm anlatılanlara göre, beni okyanusun ortasında, bir başıma bırakmayacağına nasıl inanabilirim?

üç

Geceden derin bir nefes çekerek tadına baktı. Limanın o noktası hem denizin tazeleyici soğuğunu, hem de kasabanın pislik kokan sokaklarını muhteşem bir aromada kaynaştırıyordu. Gülümsedi, keyfi yerindeydi.

Sol tarafına baktığında dalgakıranın yüksek duvarlarını gördü. Berisindeki sıra sıra gemileri, kayıkları, bilumum deniz aracını kucaklamanın sınırında uzanıyordu. Limanın o bölümü insanlar gibi küçük ayrıntıları seçebilmesi için çok karanlıktaydı. Zira Ay, gökyüzünün soğuruculuğuna yenik düşmüştü. Yılın bu zamanında, bu bölgedeki limanların bulutlarca karartıldığını duymuştu. Zaten, o yüzden gelmişti onca yolu.

Bakışlarını kıyı boyunca dolaştırdı. Gemilerde tek tük ışıklar yanıyor, boğuk haykırışlarda taşınan öfke, bir takım tanıdık küfürleri açık ediyordu; kimi sandallarda aşıklar veya aşka inanmayanlar, o haykırışları kıskandırarak seks yapıyordu; nöbetçiler kulübelerinde zıbarmıştı ve çok ötelerdeki bir tanker gemisine iki karaltı, sinsice tırmanmaktaydı.

Eh, zaten hiç bir limanın yerel adetlerini umursamazdı; bu kımıl kımıllığıysa hiç sallamadı. Dikkatini tek önemli noktaya odakladı. Hemen karşısında Deniz Tavuğu adlı bir kuru yük gemisi vardı. Küçük bir gemiydi bu. Gecenin bu loş saatini mümkün olduğunca efektif değerlendirmeye çalışan tayfa, bir takım sandıkları oradan oraya taşıyor, üstler aslarına halatlarla ilgili zibilyon ayrı emri yağdırıyor ve herkes harıl harıl çalışıyordu. İşte o, buradaki kımıl kımıllığı çok seviyordu.

Bu manzaranın hemen beri tarafındaysa deniz feneri gibi dikilen, beyaz önlüklü bir simge vardı. Bu “simge”, o kişinin gecenin kurallarını hiç mi hiç anlamadığını ama Doktorluğundan gelen bir ton bilgisiyle de başka pek çok şeyi anladığını vurguluyordu. Önlüklü kişiye biraz daha yaklaştığında, Feroand’ın gözlüğünü düşünceli düşünceli silmekte olduğunu fark etti. Bakışları bir tayfalar, bir gemi, bir de ötelerdeki kara sonsuzluk arasında gidip geliyordu. Vücudunu oradan oraya döndürdükçe de, önlük cebinden gevşekçe sarkan kalemleri şıkırdıyordu.

O sırada tayfadan birisi sesindeki tüm cırtlaklıkla bağırdı: “Gecenin bi’ vakti kadınımın yatağından kaldırılmışım. Bir de çabuk olmamı mı istiyor? Kendisi beklemek yerine şu sandıklara bi el atsa iş hemen biterdi. Eh, daha çok bekler!”

Doktor’un arkasından yükselen güçlü, berrak bir kadın sesiyse hemen karşılığını verdi: “O kuru götünü hemen kaldırmazsan, burada beklemiyor olacağım!”

Önündeki önlüklü şekil zıpladı; ifadesindeki ya da ses tonundaki bir şeyler Doktor Feroand’ı ürkütmüş olmalıydı.

“Hocam hayrola? Tüm ekipmanların neredeyse hazır ama sen endişeli ve sankii… Kararsız gözüküyorsun?” dedi Doktor’un önlük kadar bembeyaz olmuş suratına. “Yoksaa, almayı unuttuğumuz bi’ şeyler mi var?” Kaşlarının kalkışı, öyle olmadığını bildiğini itiraf ediyordu.

“Hayır, sadece… Lütfen sözlerimi yanlış anlamayın Kaptan ama bu gemi… Koca okyanusu aşabileceğimizden emin misiniz? Yani, gövde pas içinde gibi görünüyor ve…”

“Ah, endişelenme. Sen korsanlığa yabancı olabilirsin ama unutma. Ben değilim” dedi Dagrun. Kaldırdığı kemikli çenesi, ne kadar emin olduğunu çok iyi vurguluyordu. “Gemimin omurgası taş gibidir. Ve, dış yüzeyde gördüğün o zamazingolarsa sadece boyadır Doktor. Basit bir yanılmaca… Hani, olur ya, polislerden birileri değerli şeyler taşıdığımızı düşünürse diye… Eh, bu sayede düşünemeyecekler işte!”

Kaptan Dagrun, yaklaşan bir silüet yakalamıştı göz ucuyla; eliyle beklemesini işaret etti çocuğa.

“Peki ama bu gemi bu kadar dayanıklıysa, neden suya böylesine çok batmış? Gözümü kırpsam, dibi boylamış bulacağım gibi…”

“Deniz Tavuğu’nun motorları sağlamdır hocam. Bu dandik limanda görebileceğin en güçlü motorlardır. Hani olur da birileri bizi takibe falan kalkışırsa onu, yavrumu küçümsediği yere ekip sıvışabilmek için… Kamuflaj işte. Kapiş?” dedi Dagrun, biraz alındığını ama aynı zamanda gururlandığını da açık edercesine.

“Fakat ya devriyeler ve ileri karakollar bizi..” diye başladı Doktor yeniden. Fakat Kaptan, bu acizlikle cırtlayan sesi, omuzuna attığı eliyle kesiverdi birden. Dün incittiği yerlere dokunmamaya dikkat etmişti bunu yaparken.

“Dert etme sen. Biz Vikingler bin üç yüz yıldır bağlıyoruz bu mevzuları. Denize açılmak, biraz yaramazlık yapmak… Bunlar mesele değil. Gerçii, görevimiz bundan biraz daha fazlası ama sıkıntı çıkmayacaktır. Sahilden sonraki her yer deniz sonuçta.”

Doktor Feroand’a söyleyeceği her şeyi söylediğini belirtircesine, az önce gelen çocuğa döndü Dagrun. Çocuk çok kısa boyluydu fakat yüzündeki kendine güven, on yaşlarında olduğunu açık ediyordu. Çillerle kaplanmıştı o minik yüzün her yanı; taşıdığı tüm kızıl noktaları tuhaf maceraları anlatmaktaydı. Saçları da kırmızı kırmızı bukleler yapmış, pasaklı simasının ardında bir güzellik sakladığına dair vaatler sunmaktaydı.

Çocuk, koltuk altına pembe bir zarf sıkıştırmıştı. Hiç bir şey demeden bunu Kaptan’a uzattı. O anda esen rüzgar, limanın daimi kokusuna bir kadın parfümünün karıştığını doğrulamıştı. Zarftan geliyordu bu şehvetli esans.

“Lavanya Hanım, kasabadan alelacele ayrılacağınız için çok üzgün görünüyordu” dedi Çocuk, mektubu uzatırken. Kaptan Dagrun ise, daha bu sözler bitmeden mektubun menşeni çıkartmış olacak ki yüzünü buruşturmuştu bile. Şimdiye dek o katı, yarı ciddi yarı alaylı ifade gitmiş, yerine bir tür yürek acısı gelmişti. Elbette, çok kısa süreliğine… İfadesi düzeldiğinde kokulu, pembe zarfı ivedilikle alıp cebine koymuştu bile.

Dagrun, yeniden Doktor’a döndüğünde, onu tek kaşını sorgularcasına kaldırmış halde buldu.

“Getirdiğin için teşekkürler evlat” dedi Çocuk’a hiç bakmadan. “Hocam, bu veledin adı Sveinn. Bizim miço.”

Kaptan’ın sözleri yanlış soruya cevap verdiği halde Feroand, yüzüne bir gülümseme oturtmuş, Çocuk’a bakıyordu. Sveinn, o ergenliğe erişmemişlere özgü tatlı sesiyle, bu gülümsemeye karşılık verdi: “Dert etmeyin efendim. Kaptan’ın emrinde en az beş senedir çalışıyorum; şimdiye dek her türden sorunu da rahatça atlattık biz. Deniz Tavuğu, bir Titanik değil yani.”

Doktor tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki, tayfalardan birisi bağırarak Kaptan’a el etti: “Reis, bitti!”

Böylece sohbetleri kesildi ve tüm tayfa yavaş yavaş gemiye geçti. Limanda neredeyse hiç sandık kalmamıştı. Ötelerde duran birkaç varilse buram buram saçtığı balık kokusuyla, bu gemiye ait olmadığını haykırıyordu adeta.

Kısa süre sonraysa, herkes güvertede ve ilgili olduğu dairelerde yerini almıştı. Halatlar çözülmüş, motorlar dalgalı köpürtmelerini salmış, gemi kıyıdan ağır ağır uzaklaşmaktaydı. Az sonraysa Deniz Tavuğu, limanın yüksek dalgakıranlarının arasından sıyrılıyordu yavaş yavaş; onların ardında saklanmıyordu artık. Ve, bu emin sulardan çıktıkça Doğa’nın merhameti ile gazabının hükmettiği sulara, gizemlere uzanan o kadim geçide doğru kendisini bırakıyordu adeta.

dört

Deniz Tavuğu’nun kaptanı Dagrun’un seyir defteri.

Tarih: 18 Ocak 2018

Sefer günü: 64.

Güney Kutup Dairesi’ne neredeyse vardık. Mevsimden dolayı olsa gerek, yolculuğumuz bugün de rahatça ilerledi. Herhangi bir sorunla karşılaşmadık. Geminin omurgası, çevredeki buzullara olduğu kadar bu uzun yolculuğun tüm yıpratıcılığına da dayanıyor gibi görünüyor.

Tüm bunlar işin geyik kısmı. Bugünü özel kılan şeyse, seyir defteri girdisini yaptığım şu anda, deneyin kader noktasına ufaktan girmiş bulunmamız. Uzun zamandan beri aklıma takılan o teori, Doktor’un da yardımıyla, teste açıldı sonunda.

Onunla, Feroand’la karşılaştığımda bir handa oturmuş ölümüne içiyordu. Bununla da kalmayıp, bağıra çağıra, pervasızca savuruyordu çok tehlikeli sözleri. Evet, söylediği çoğu şey deli saçması olsa da ses tonundaki adanmışlık dikkatimi çekmişti. Eh, konu Düz Dünya Teorisini savunmak olunca, kim adanmış olmadığı halde böylesine tehlikeli bir şeyi dillendirmeye cesaret edebilir ki zaten?

O teori, adından da ifşa olduğu üzere, dünyanın aslında düz olmasıyla ilgili. Çook uzak noktalara yapılan kamera zumlamaları, “ufukta kaybolması gereken” şeylerin bile hala görülebildiğini kanıtlıyor mesela. Bu gibi noktalardan yola çıkarak Challenger mekiğinin aslında patlamadığından tutun, pusulaların bile söylendiği gibi çalışmadığına kadar çeşitli komplo teorileri ile de destekleniyor hala. Eh, desteklenebildiğine göre, bir şeyler var demek ki içinde.

Elbette, hem handaki o ayak takımı hem de koyun gibi yaşayan diğer insanlar için eğlenceye meze oluyor bu iddiaların hepsi. Bacalarını ortadan kestikleri halde çook uzak mesafelerden nasıl yakalandıklarını düşünmez hiç birisi elbette!

Biz Vikingler, o saftiriklerden değiliz. Dışlanırız, nefret çekeriz ama doğru ve değerli olanın peşinden gitmesini de çok iyi biliriz!

O handa, bu bilgini yanıma alıp okyanusa ve ötesine açılmaya karar verdiğimde peşimize kocaman belaları da takacağımı biliyordum pekala. Kutuplarda gezen sözde “araştırma” gemileri; her ne sebepleyse, alayı da dibine kadar silahlı! Çeşitli yerlerdeki kontrol dubaları; nedendir bilinmez, hepsinde radar var. Türlü türlü oyunlar, hinlikler, planlar… Kafamız basmıyor sanki!

Neyse ki şimdiye kadar o çakallarla herhangi bir temasa geçmedik ve radarda gördüğümüz her şeyden ölümüne kaçarak bu noktaya, Kutup Dairesi’ne kadar gelebildik.

Yolculuğumuz şimdiye kadar sıradan denizcilik kurallarına göre işlediyse de, bu noktadan sonra bir takım değişiklikler yapmak şart oldu. Malum sebeplerden ötürü, pusula verileri üzerinde çarpıtmalar ve ayarlamalar yapmalıyız. Düz Dünya Teorisi’ne göre, pusula ibresi ibre asla ama asla aynı yönü, coğrafi kutup yönünü göstermiyor. Şimdiye kadarki tüm denizciler bu basit matematiği göremedikleri için de, tek bir yöne giderken aslında daireler çizip duruyor.

İlgili hesaplamaları yapmak çok zor. Daha önce hiç kimsenin girişmediği büyüklükteki bir mevzuya dalıyoruz. Basit bir hesap hatası, bizi o göz ucuyla görüp kaçtığımız devriyelerden birisinin kucağına atabilir ya da konuşlanmış ileri karakollara nahoş bir ziyarete kalkışmamıza sebep olabilir.

Bazı buzul kümelerinde çeşitli askeri izler gördüğümüz için biraz tedirginim fakat tayfa bu konuda çok heyecanlı. Onlar için her şey aksiyon bahanesi zaten.

Bütün bunları anlatıyorum çünkü bu yolculuğun ve bugünün, 64. günün önemini hakkıyla aktarmak istiyorum. Yine de, umarım, Viking dostlarımız sözlerimi yıpranmış defterimden değil de benden dinleyebilirler. Şimdiye kadar her şey iyi gitmiş olsa da, böyle devam edeceğine pek güvenemiyorum aslında.

Lakin, endişelerim tayfanın kalanı için pek de bir anlam ifade etmiyor gibi. Onlar hala alt güvertede ve kamaralarında içip içip eğleniyor. Hatta o ödlek Doktor bile Sveinn ile sohbet ederken fütursuzca kahkahalar atabiliyor! Ama burada, yukarıda tıkılıp tüm her şeyi bilen ve takip eden ben, sorumluluğu iliklerime kadar hissediyorum. Aslında, kemiklerimin gerilimden çıtırdamaya başladığına yemin edebilirim!

Her şey bu denli yolunda giderken, bugünden sonra göte gelirsek eğer, hiç bir şey yapamayız. Eski usule uyup İskandinav dostlarımıza sığınamayız. Uzaktalar; gıdım gıdım sundukları yardımı bile uzatamayacak kadar uzakta… Sevdiğimiz, yeterince vakit geçiremediğimiz insanlar da keza. Lavanya…

Neyse. Bakalım. Peşinde olduğumuz meselenin doğruluğuna inandığımızdan herhangi bir “sıradan” önlem de almadık. O teoriye adanmak için bundan güzel bir fırsat olabilir mi!

beş

Her tarafından boruların fışkırdığı uzun, demirden bir koridorun ortasında, ağzı şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış, dikiliyordu miço Sveinn. Kamaralardan birisine bakmaktaydı. İçerideyse Doktor bir iskemleye kurulmuş, her zamanki gibi kitap okuyordu. Kapkara bir kitaptı bu ve üzerinde, kocaman yaldızlı harflerle Flat Earth Society yazıyordu.

Neden sonra, Doktor bakışlarını satırlardan kaldırmadan seslendi Çocuk’a: “Ah, görüyorum ki beni yasak kitapla haşır neşir olurken yakaladın.”

Bu tuhaf selamlamanın ardından kamaraya giren Sveinn, onun gülümsemekte olduğunu fark etti. Çocuk yine de tedirgindi. “Onun bağnazların kitabı olduğunu söylüyorlar. Sizi o şeyi okurken görünce…” Yanaklarındaki kızarıklık, bu hareketiyle haddini aşıp aşmadığı sorusunun zihninde dolanıp durduğunu belirtiyordu.

“Hımm… Hayır. Sana yanıldıklarını kanıtlayabilirim” dedi Doktor. “F.E.S’te çalışan hemen herkesi üniversitelerden kovdular. Onlara destek sağlayabilecek şirketleri itibarsızlaştırdılar. Araştırmaların yayımlanmasına, onları okuyanlarla bile dalga geçerek engel oldular. Üstelik, bu alanda yapılabilecek tüm incelemelerin kaynaklarını ve mekanlarını da onlar yönetiyorlar” diyerek de ezberden ekledi. “Şimdi, söyle bana: Madem ki bu kitapta yazanlar onların dedikleri gibi safsata, bize neden bu kadar şiddetle saldırıyorlar peki? Eğer söyledikleri kadar sapkınsak ve bir yere varamayacaksak, bizi engellemeye ne gerek vardı ki?..

“Zaten, tüm bu engellemeler yüzünden gizli saklı, eksik malzemeyle ve canımızı riske atarak yolculuğa çıkmak zorunda kaldık. Ne kadar cesur ve kararlı olduğumuz da buradan belli.”

Çocuk’un yüzü birazcık asıldı. Sayısız gemi deneyimi olsa da, ‘can tehlikesi’ni kolaylıkla kaldırabileceği bir yaşta değildi. “Peki… Şey… Bu meseleyi deney yaparak çözemez miydik? Bilimsel yolla?” Daha geçen gün Doktor’dan öğrendiği bu kelimeyi hafifçe tekleyerek söylese de, Feroand’ın başını onayla salladığını görmek onu gülümsetti.

“Hayır. Bir deneyin bilimsel olabilmesi için, kontrol grubunun da olması lazım. -Onu hatırlıyorsun, değil mi? Kontrol grubunu? Evet, dün konuşmuştuk- Araştırılan özelliği diğer etkenlerden yalıtmak için bu gerekli. Yoksa, ortaya atılan her şey teoride kalır ve genel-geçer olamaz. Fakat, bizim meselemizdeki sorunsal Dünya kadar büyük. Haliyle, biz de bunun bir eşini yaratamayacak kadar küçüğüz.” Doktor, bir an durakladı ve gülümseyerek ekledi: “Yapsa yapsa Tanrı(!) böyle bir ayrım yapabilir”

Sveinn suskun, düşünceli bir halde bakıyordu şimdi. Endişesi geçmemiş fakat yer değiştirmişti. Fikirlerine ve yaşamına saygı duyduğu Doktor’un henüz tanıştığı bu yönüne karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini kestiremiyordu. Belki de, onun sözlerini anlayamamıştı? Belki de bu yüzden tüm o temelsiz ifadeler miçoya, ‘bir kaçığın safsataları’ gibi gelmişti?

Sessizlik derinleştikçe derinleşti. Çocuk, bu tuhaf andan sıyrılmak için konuyu değiştirdi. “Hey! Biliyor musun, ben de yazabiliyorum artık!”

Doktor bu narin, çilli yüze karşı gülümsedi. “Hadi, gel de göstereyim.” Onun kolundan tutarak kamarasına götürmesine izin verdi; heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Birlikte koridorun en sonundaki kamaraya seyirttiler. Çok küçük, tek kişilik bir odaydı burası. Köşede yıpranmış bir şilte, ayak ucunda da verniği yer yer kalkmış bir komodin vardı sadece. Fakat, onun göstermek istediği bu sıradan şeyler değildi elbette.

Yatağın karşısındaki duvarı işaret etti. Bir takım çizimler vardı, tükenmez kalemle yapılmış gibi görünüyorlardı. Sıra sıra uzanan çizimlerin bazılarınınsa çelik duvara kazınmış gölgeleri seçilebiliyordu. Bu gölgeler, daha girift sembollerden oluşuyordu.

Çocuk, parmağını çizimlerden birisine koydu ve gururla anlatmaya koyuldu: Her resim bir “olay”a karşılık geliyordu. Ve resimler, yukarıdan aşağıya doğru okunuyordu. Sütun bitince de sağdakinden aynı şekilde devam ediliyordu. Eğer okunan çizimin hemen bitişiğinde, kalemle değil de kazımayla resmedilmişler varsa, orada “gerçek” şeylerden değil, duygulardan ve daha derin hislerden bahsediliyordu.

“Mesela, şurada…” diyerek okumaya başladı Çocuk. Gösterdiği sütun, ardında dalgalar bırakarak buzullara doğru bakan bir gemiyle başlıyordu. Bir altındaki işaretse, o geminin buzulların arasına dalmış ve önündeki buz kütlesini kırmakta olduğunu gösteriyordu. Gemiyi çevreleyen o çatlak beyazlığın üzerindeyse çeşitli izler vardı fakat bunların ne izi olduğu pek seçilemiyordu. Bu çizimin bitişiğinde, farklı bir perspektiften geminin alt güvertesi resmedilmişti kazınarak; orada toplanmış olan tayfa heyecanla etraflarına bakınıp daha fazlasını bekler gibi bellerindeki silahlarını okşamaktaydı. Bir sonraki semboller gemiyi artık buzun içinde iyice ilerlemiş olarak gösteriyordu. Fakat, bu defa etrafta iz falan yoktu. Yan taraftaki kazımadaysa tayfa, başlarını ellerinin arasına almış, endişeyle birbirine bağırmaktaydı.

“Çünkü, burada izleri kaybettiler” dedi Çocuk.

Doktor, “evet, tayfa hallerini biliyorum. Böyle şeyler olduğunda ben araştırmamı sürdüremeyeceğimi düşünerek endişelenirim ama onlar, yiyecek bulamamanın derdine düşerler yalnızca” diye tamamladı onun sözlerini.

Sveinn, okumaya devam etti. Takip ettiği sütunun son çizimindeydi. Gemi, buz kütlesinin sonuna ulaşmıştı, buzulun uç noktalarındaysa minik minik izler yeniden görünmeye başlamıştı. Hemen bitişiğindeki çizimdeyse tayfa, silahlarını havaya kaldırmış ve sevinçler naralar atmaktaydı.

Doktor, gözlüğünü çıkartıp temizlemeye başladı. “Hımm. Bu bir tür günlük sanırım?” Çocuk başıyla onayladı. Temizleme işini bitiren Doktor, sözlerine kaldığı yerden devam etti: “O halde, şu en sondaki sütunda da Antarktika’nın ötesinde kara parçaları görmemizden bahsediyorsun? Beni beyaz önlüğümle resmetmişsin. Ellerim başımda koştururken düğme dolu kutulara ayarlamalar yapıyorum öyle mi? Şu çizgiler heyecanlı olduğumu mu gösteriyor? Ah, koştururken arkamda beliren rüzgar efekti bile yapmışsın!”

Gönlü okşanan Sveinn, Doktor’a gözleri parlayarak baktı. Birbirlerine gülümsüyorlardı. Doktor, “demek ki sadece bir kartografçıya değil, aynı zamanda bir filoloğa da sahipmişiz” diye ekledi sıcak gülüşüne.

altı

Pas… Duvarlar, borular ve hatta hava. Hepsi, her şey pas. Duyuyor musunuz? Atmosferden dilinize ulaşan o acı tadı, parmaklarınıza sürtünen ölümün çığlığını alabiliyor musunuz? Koridor bomboş görünüyor. Hayır, hayır; duvarlardan ve tavandan fışkıran o borular ölüm soğuğunda ve koridorda yaşamıyorlar aslında. Duvarlar kadar soğuk, ayaklarınızla ezdiğiniz zemin kadar cansız. Burada hiç bir şey yok.

İlerliyoruz. Sağlı sollu yerleşen kapıların arasından ve eşiklerinden fırlamasını beklediğimiz minik dehşetlerin tam ortasından…

Evet, tahminimiz doğruymuş; gemi göründüğü kadar ölü demek ki. Böylece, en sondaki kapıya titrek adımlarımızla erişebiliyoruz.

Eşikten şöyle bir bakmamız yeterli oluyor tanımaya; burası minik bir kamara. Öyle minik ki, ancak bir miniği barındırabilecek tarzda. Lombozdan sızan gün ışığının çağrısına adımlarken, başınıza da dikkat edin lütfen. Şurayı, hemen yukarıyı görüyor musunuz? Kırılmış kırmızı camı? Bir zamanlar ampul olmalıydı fakat şimdilerde, bir ölüm tuzağı!

Köşedeki parçalanmış şilteden, ötedeki kırık komodinden dolayı… Duvarlardaki tüm o boya döküntülerinden ve pas izlerinden dolayı çıkmak isteyebilirsiniz. Burada kayda değer bir şeyler olmadığını düşünebilirsiniz. Yapmayın. Yatağımsı harabenin karşısına bir bakın.

Tanıdık geldi, değil mi? Tüm bu çizimler, işaretler. Hikayeler?.. Bir Çocuk’unki gibi. En ötede, son sütundaki yazıları fark ettiniz mi? Evet, bunlar çok daha yeni. Görmemiştik hiç birisini.

Haydi, çekinmeyin lütfen. Biraz daha yakından bakalım. Kazındıkları duvar öyle yaşlı ki yerinden doğrulup bizi yakalayamaz sanırım? Güzeel.

Şu çizimdeki çocuğu görüyor musunuz? Elleri karnında ve kahkahalarla gülüyor aslında. Evet, evet. Karşısındaki beyaz önlüklü, dağınık saçlı tip de öyle. Hatta, o kadar ‘öyle’ ki birazdan gözlükleri o sarsılan bedenden fırlayacak, önlük cebindeki kalemleri etrafa saçılacak sanki. Eh, eğlenceli bir şeyleri hararetle anlatmanın bedeli bu olsa gerek.

Gelin bir alttaki sahneye bakalım. Aynı odadalar. Aslında, galiba bizim durduğumuz kamaradalar. Belki de, içinizden birisinin dikildiği noktada? Hayır mı? Peki. Nereye bakıyor bu önlüklü şimdi? Bir eli çenesinde ve gözleri… Evet! Gözleri şu köşede parlamaya başlamış ampule odaklı sanki! Hımm, bakalım; hayır. Bir önceki çizimde ışıklar açık değilmiş belli ki.

Şu hemen bitişiğindeki kazımaları gördünüz mü? Pasın takip ettiği yıpranma mı yapmış onu yoksa orada gerçekten de başını elleri arasına almış, çılgın gibi bağıran bir Doktor mu var? Asla bilemeyeceğiz sanırım. Bazı şeyler gizemli kalmalı.

Sıradaki resim nasıl görünüyor peki? Bakın, burası çok daha farklı bir yer sanki. Şu… Şu ortadaki bir dümen mi? Olabilir. Onun hemen önündeki iri kadın da kaptandır belki? Evet, yüzü asık ve bir yerleri, şuradaki ekran gibi şeyleri işaret ediyor gibi.

Gelin bu çağrıya kulak verelim ve bizi çekiştirdiği yöne doğru devam edelim. Sonuçta, artık onları tanıyoruz; yaşadıkları odalarda dolaşıyor, havaya bıraktıkları dehşet dolu nefeslerini soluyoruz. Çocuk’un hikayesini birazcık yorumlarsak kızmazlar eminim ki.

Mesela hiç kuşkusuz, Kaptan’ın suratındaki ifadeyi gören Doktor, anlamıştır buraya neden çağırıldığını. Değil mi? Yoksa, neden bir sonraki çizimde, tedirgince işaret edilen ekrana yaklaşsın ki? Kaptan’ın yalnızca, orada karşılaşacağı manzarayla içinin titremesini istemediği belli.

Zaten, ardından gelen sahnede de görülüyor; ekranda geminin teleskoplarından gelen manzaralar gösteriliyor. Dev dalgakıranlarıyla çevrelenmiş bu tanıdık korsan limanı, yalnızca hatıra olsun diye gösterilmiş olamazdı elbette! Ardına aldığı varoş kasaba, doklarında sıralı balıkçı gemileri… Sabahın bu erken saatinde, sahneyi daha da korkutucu kılmaya çalışıyor sanki.

Evet. Doğru tespit. Hemen altında çizilen sahnede saçlarını yolan, etrafta bağırarak dolaşan tayfa da dönüp dolaşıp aynı yere gelmenin umutsuzluğu betimliyor belli ki. Ah, o arkaya sıkıştırılmış, köşedeki tip de ne öyle? Doktor mu? Dizlerinin bağları çözülmüş, başını yere vurarak ne yapıyor öyle? Şu çizgiler… Kollarının yanlarında uzananlar, evet. Titreme… Onlar vücuduna yayılmış dehşeti mi okutuyor bizlere? Peki ya o çene?.. Hangi acıdan dolayı bağırıyor dersin? Bir ömrü harcadığı davasının çöküşüne mi yoksa kafasından akan kanların tüketmekte olduğu ömrüne mi?.. Bence, ikisi de.

Daha aşağılardaki şu sahneye bakalım, belki başka ip uçları bulabiliriz neler olduğuna dair. Hımm. Kaptan’ın karşısında dikilmiş, karnını tutan şu tayfa, seferin uzun ve erzağın az geldiğini mi anlatıyor acaba? Evet, öyle olmalı çünkü bir sonraki sahnede, liman ile iletişim kurulmakta. Eh, görünüşe göre biraz beklemeleri gerekecek çünkü dokların hepsi doluymuş besbelli. Ne demek nereden belli? Bak, limanda hiç boş yer yok ki! Unutma, burasının tüm işleri gece vakti.

Muhtelif yerlerde dikilen tayfalar… Sonuca ulaşmak için bizim kadar heyecanlı olmalılar. Ah, Doktor’a ne oldu acaba? Şu arkadaki kan birikintisinin o olduğunu söyleme bana(!)

Nihayet, bir çizim daha bekledikten sonra, ekrandaki şu gemi harekete geçiyor galiba? Miçonun görevi de, onun rotasını ve hızını takip edip doka girişi en güvenli şekilde ayarlamak.

Ama ne oldu son çizimde öyle? Neden böyle oldu ki şimdi? Burada ne limana güvenle yaklaşan, gelecekteki hayatını huzurla yaşayan tayfanın betimlemesi var ne de Kaptan’ın kendisine belirlediği sonraki maceraların heyecanı… Sadece Çocuk ve onun yeri göğü sarsar görünen çığlığı!..

Son noktasında duraklayan bu olayı anlamak mı istiyorsun? Neden Çocuk’un ekranda takip ettiği görüntüye daha yakından bakmıyorsun? Evet, doğru gördün. “Deniz Tavuğu” yazıyor orada, limandan ağır ağır ayrılan, suya bir hayli gömülmüş yük gemisinin ardında.

İyi ama, peki, ne demek bu şimdi? Bitişiğindeki çizim cevap belki? Eveet. Tırnakla kazınmış o desenleri diyorum. Dümdüz dünyada bir başına kalmış Çocuk’u ve gökyüzünden onu seyreden silüeti… Özellikle de, durduğumuz yeri; o silüetin ellerinde tuttuğu ikiz deney tüplerinden birini! Suratındaki merak ifadesinin yeri bu hikayede ne olabilir ki?..

İşte, sana küçük bir ip ucu: Düz Dünya’nın kontrol grubunu yalnızca kim oluşturabilirdi?

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Büyüyünce yazar olacağına kendini inandırmış bir yavrucak. Öykü, çizgi roman, radyo tiyatrosu ve video oyunu alanlarında şansını deniyor. Yaratıcı sohbetten ve güzellikleri paylaşmaktan da çok hoşlanıyor. Yazılarına http://yordamsiz.blogspot.com/ isimli blogunda ulaşmak mümkün.

Aramakla Bulunmaz; Bulanlar Hep Arayanlardır” için 20 Yorum Var

    1. Ah. Çok teşekkür ederim 🙂
      Tam da öykülerin yayımlanıp yayımlanmadığını kontrol ederken…
      Bir özür mesajı yazmak istemiştim. Öykünün son bölümünü iki kere yazmak zorunda kaldım. İlk yazdığım benim bir dikkatsizliğim sonucu silindi ve yeniden başına oturup tamamlamaya çalıştığımda da gönderim için son 15 dakikam vardı. Haliyle, düzeltme okuması bile yapmadan, gözlerimi kapatarak yazmıştım. Çok aceleye geldi, çok fazla kelime tekrarı, “başka türlü kurulsaydı güzel olacaktı”lı cümle barındırdı. Hatta, son paragraf o kadar aceleye geldi ki “Bitişiğindeki çizim cevap belki?” yazdığım yerde “verir belki?” bile diyemedim. Hatta ve hatta, bir noktadan sonra hitap “siz”den “sen”e kaydı.

      Senden ve öyküyü okuyacak diğer tüm arkadaşlardan keyfinizi bu şekilde baltaladığım için özür dilerim. Üzgünüm. Çok hoş planlarım vardı bu öykü için.
      Yine de, okurken iyi hissettirdiyse… Evet, bu biraz teselli olacak bana sanırım 🙂

  1. Lütfen bir daha yazın ve size özel tekrar yayinlansin öykünüz. Çok dağınık olmuş. Belki de ben toparlayamadim. Teşekkürler.

    1. Okuyup bir şeyler söylediğin için teşekkür ederim.
      Aslında, olay akışı ve neyden nerede bahsedeceğime dair planım hiç bir yerde sorun yaşamadı. Son bölüm hariç öykünün her yerindeki yazımım da nihai noktasında. Çünkü plan buna göre şekillenmişti. Son bölümün tek sıkıntısı, bu planı uygularken kurduğum cümlelerin dilediğim kadar güzel olmamasıydı.
      Ama, şimdi görüyorum ki sanırım esas sorun planın kendisindeymiş.
      Çok uzun bir öykü bu. Zamanını harcadığın halde karşılığını verememiş olmama üzüldüm. Evet, son bölümü yeniden yazıp ilgili kişilere göndererek şansımı deneyeceğim fakat ilk bölümler veya anlatım akışıyla ilgili yapabileceğim hiç bir şey yok.
      Teşekkür ederim ve özür dilerim.

      1. Özür dileyecek bir durum yok. Amacım kimseyi üzmek veya ozur duymak asla değil. Sadece okudugumu ve ilgilendigimi belli etmek. Çok yetenekli oldugunuz her satirinizdan belli. Zevkle okudum. Yeni çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

  2. Merhabalar. Son kısmına kadar gayet akıcı ve etkili işlenmiş bir öyküydü. Roman potansiyeli vardı hatta. Çok beğendiğim ilk kısım ve betimlemeleriniz, misal: ”Çocuk çok kısa boyluydu fakat yüzündeki kendine güven, on yaşlarında olduğunu açık ediyordu. Çillerle kaplanmıştı o minik yüzün her yanı; taşıdığı tüm kızıl noktaları tuhaf maceraları anlatmaktaydı. Saçları da kırmızı kırmızı bukleler yapmış, pasaklı simasının ardında bir güzellik sakladığına dair vaatler sunmaktaydı.” Harikaydı. Misal olarak verilebilecek daha çok satır var. Ayrıca öykü günümüzle harmanlanmış fantezi ve bilim kurgu karışımı gibiydi. Enteresan 🙂
    Son kısmı ise tekrar yazarsınız umarım.Ya da düzenlemeye gidersiniz. Diğer seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Merhaba ve yorumun için teşekkür ederim.
      Bu öykü beni en çok yıpratan şey oldu. Yazım süreci anlamında değil… Konusuna bağlandığım için o kısmı kolaydı fakat gönderdikten sonra “kuşlar uyanmış ve ilk yemeklerini yiyorken ancak uyuyabildim” desem yeridir 🙂 Onunla yapacağımı bildiğim tek şeyse, son bölümü elden geçireceğimdir. Daha önce de benzer birkaç sorun yaşayıp, site yöneticisinin de inisiyatifi sayesinde bir iki düzenleme yapmıştım fakat bu hakkımı çok fazla kullandığımı düşündüğüm için, düzenlemeyi yeniden göndermeye yüz bulamıyorum açıkçası.
      Eh, sanırım korktuğum ve kendimi yıpratmama değecek kadar kötü değil? Okuyucular olarak az ya da çok keyif alabildiyseniz, öykü işlevini yerine getirmiştir sanırım.
      Tecrübelerimizden aldığımız derslerle daha dikkatli ve güzel yazdığımız sonraki seçkilerde görüşmek dileğiyle o halde 🙂
      Düşsüz kalmasın kimse 🙂

  3. Merhaba, öykünüzü başarılı buldum, sadece son kısmını gözden geçirmeniz gerekecek. Kullandığınız yazım tekniği hoşuma gitti. Buna belgelere dayanarak yazma tekniği deniliyor sanırım. Bu anlatım tekniği karakterlerin hem gerçekçi hem de okuyucuya daha samimi gelmesini sağlıyor. Bunu başarmışsınız. Özellikle giriş kısmı etkileyiciydi ve ardından gelen doktorun iç dünyasını bize yansıtan günlüğün olması karaktere biraz daha yaklaşmamızı sağlıyor. Ayrıca kaptanın seyir defterine nakşettiği düşünceleri, özellikle doktor hakkında yazdıkları, üçüncü bir gözün varlığıyla beraber karakterle bağımızı bir kez daha kuvvetlendirmiş tebrik ederim. Beğenerek okudum. Gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle… 🙂

  4. Eklemeyi unutmuşum; Özellikle günümüzde düz dünya teorisini savunan bir kesim var ve ciddi olarak buna inanıyorlar. Dünya düz ve dünyanın çevresinin iki bin metre yüksekliğe varan buz duvarlarıyla kaplı olduğunu savunuyorlar. Ben bu düşünceden yola çıkarak tamamen fantastik bir yere doğru gideceğimizi düşünürken öykünün gerçeklik ayağı ağır bastı. 🙂

    1. Merhaba 🙂
      Evet, o görüşü savunan insanlara hem eleştiri hem de bir manada destek olması amacıyla bu öyküyü yazmak istemiştim. Çok enteresan bir teori. Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine dair sözleri, pusula olayları, yıldızlarla ilgili yaptıkları geometrik hesaplar… Bir sürü güzel fikir var. Herkese incelemesini öneririm. İlham kaynağı olarak bile çok işe yararlar 🙂

      Eleştirin ve ilginç için de teşekkür ederim.

  5. Merhaba;
    Bu ay seçkide birbirinden güzel hikayeler var ne güzel. Sizin öykünüz de öne çıkan öykülerden. Viking temasını düz dünya teorisine bağlayarak işlemeniz oldukça yaratıcı. Benim de takip ettiğim, ilgilendiğim bir alan bu ve bir öykümde kullanmak istediğim ayrıca. Bu öyküden sonra yazıp yazmama konusunda çelişkiye düştüm, sanırım sizin kadar detaylara inemezdim.

    Öykünüz, gerek kurgusu gerek anlatımıyla bir önceki öykünüzden farklı. O öykünüz biraz dağınık gelmişti bana ama bu öykünüzden sonra diğer öykülerinizi merak ettim açıkçası. Öykünün ilk kısmı ve finali güzeldi. Gelişme bölümü belki biraz daha kısa tutulabilirdi akıcılık açısından. Genel olarak cümleleriniz uzun. Okurken biraz yorucu olabiliyor. Bir de öykünün ismi; paradokstan ziyade daha az çetrefilli olsa daha mı iyi olurdu acaba?

    Genel olarak öykünüz gayet profesyonelce yazılmış bir öyküydü. Dikkat çekici, yaratıcı ve başarılıydı.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Merhaba:)
      Aslında hemen hemen her sanat alanında ama özellikle fantazyada, çıkış noktası aynı olsa bile pek çok farklı noktaya varılabilir bence. Bence o öyküyü yazmalı ve herkesin görebileceği bir yerde paylaşmalısın. Kime ilhamın nereden geldiği ve o kişinin ilhamını nasıl değerlendirdiği çok çeşitli cevapları olan konular.
      Her öykümde (burada yayımlanmayanlar da dahil) hem farklı bir konu hem de farklı bir anlatım tekniği denemeye çalışıyorum. Bizi geliştirenin böylesi “meydan okuma”lar, zorlanmalar olduğunu düşünüyorum (bu yüzden “düdük” temasını çok sevinçle karşıladım mesela). Beni şaşırtabilen öykülerden çok keyif alıyorum, haliyle öyleli öyküler yazmaya çalışıyorum. Eh, bir miktar da olsa başarabiliyorsam, bu harika bir şey benim için 🙂
      Öykü adını dini (sanırım tasavvufi) bir ifadeden aldım. “Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır” Bir kalıp olduğu için üzerinde çok fazla oynama yapma imkanım yoktu. Başka kalıplar da elbette mümkündü fakat öyküde yapmak istediğim eleştiri ve desteği başka bir ifadede bulamayacağımı düşündüğüm için… Yine de, fikrini belirttiğin için teşekkür ederim 🙂

  6. Merhabalar. İlk olarak öykünüzü çok beğendiğimi söylemeliyim. Sadece sizinde belirttiğiniz gibi son bölüm biraz anlaşılmazdı. Eğer düzenlerseniz ‘kesinlikle’ o kısmı tekrar okumak isterim.
    -Cümlelerinize gelirsek… Her bir cümleniz ustaca yazılmıştı ve rengarenk kelimelerle kuşanmışlardı. Ancak çok uzunlardı. Hatta yanlış saymadıysam 40 kelimeyi aşan bir cümleniz bile var, bunların beni biraz yorduğunu söylemeliyim. Ama lütfen yanlış anlaşılma olmasın. Ara ara böyle hikayeler okumayı severim. Eğer kendimi kaptırabilirsem basit ve anlaşılır bir dille yazılan öykülerden çok daha etkileyici buluyorum, ki sizinki de öyleydi. Bu da virgülleri başarılı kullanmanızdan kaynaklı. Yoğun cümlelerinizi kesinlikle daha anlaşılır kılmışlar. Okuması bile -benim açımdan- emek isteyen böyle bir öykünün, yazma sürecini tahmin bile edemiyorum. Ellerinize sağlık.
    -“Gecenin bu loş saatini mümkün olduğunca efektif değerlendirmeye çalışan tayfa, bir takım sandıkları oradan oraya taşıyor, üstler aslarına halatlarla ilgili zibilyon ayrı emri yağdırıyor ve herkes harıl harıl çalışıyordu.” Biraz şahsi bir görüş olacak ama efektif kelimesini bu cümleye uygun bulmadım. Başka bir kelime tercihi daha iyi olabilirdi.
    – “Hangi acıdan dolayı bağırıyor dersin? Bir ömrü harcadığı davasının çöküşüne mi yoksa kafasından akan kanların tüketmekte olduğu ömrüne mi?.. Bence, ikisi de.” Sanırım öykünün en parlak noktası burasıydı. Etkileyiciydi.
    – Son olarak Sayın Osman Eliuz’a katılmadan edemeyeceğim. Öykünüz mükemmel bir romanın potansiyelini taşıyor. Eminim ki aklınızda binlerce bunun gibi orjinal fikir vardır yine de bu öykünüzün potansiyelini dikkate almalısınız.
    Kaleminize kuvvet, gelecek seçkilerde tekrar görüşmek üzere. 🙂

    1. Merhaba ve ince ince eleştirdiğin için teşekkür ederim 🙂
      *”efektif” kelimesini orada kullanırken ben de tereddüte düşmüştüm fakat öykünün her bölümü, kimin bakış açısından ve dünya görüşünden yazılıyorsa onun kavramlarıyla ilerlesin istediğim için… Argo konuşan kaptanın “efektif” kelimesini zihninden geçirebileceğini düşünmüştüm (ben günlük hayatımda sıkça kullanırım. Ama, sanırım, Türkçe’de öyle bir kelime yok:/ )
      Mesela, benzer şekilde, kaptanın dişi bir karakter olduğu bahsi sadece doktorun bölümlerinde geçiyordu çünkü kaptan toplumsal rolleri cinsiyete göre düzenlemeyen, eşcinsel bir dişiydi. Açıkçası, onun argosunu yazarken çok zorlandım. Gerçekçilik ve “halk ağızı” anlatımını başarabilen yazarlara hayranım.
      Bir denemeydi benim için. Bu konuda çok daha fazla gelişmek istiyorum, önerini dikkate alacağım 🙂
      *Diğer öykülerimle ilgili “daha uzun olup, anlatım yayarak ve yoğunluğu alınarak yapılsaymış daha iyi olurmuş” yorumunu sıkça aldım ama, sanırım ilk defa “roman potansiyeli” ifadesiyle karşılaşıyorum. Hemde, birkaç güvendiğim kaynaktan… Bu konu üzerine düşüneceğim. Teşekkür ederim.

  7. Selam. Güzel bir öykü. Yorumlarda gördüm son 15 dk. Kalmıştı sürenin bitmesine demişsiniz. O kavram biraz esnek. Benim bir öyküyü ayın 16sının gecesi yazıp gönderdiğim olmuştu. Aklınızda bulunsun diye iliştiriyorum.

    Sonuçta zaman saçmalıktır. Değil mi?

    1. Merhaba ve çok geç cevap verdiğim için özür dilerim. Bir takım olaylardan dolayı ne bana gelen yorumlara bakabildim ne de dilediğimce öykü okuyup yorumlayabildim. Şimdi yeniden başlayacağım. Umarım diğer yazar arkadaşlar takipleri bırakmamışlardır da hoşsohbetler dönebilir öykülerin altlarında 🙂

      Evet, o zaman esnekliğini ben de fark etmiştim zamanında ama hem esnetme hakkımı çok kullandığımı düşündüğümden hem de gerekli gereksiz zihinsel kısıtlamalara girdiğimden pek kullanamıyorum imkanlarımı. Kendime koyduğum kurallar yüzünden de okuyucuyu cezalandırmış olmak, hoş değil. Bu da rahatsız ediyor.
      Eh, yeni seçki öyküsüne şimdiden başladım gibi… Yazımımın kesilmeyeceğini ve erken bitireceğimi düşünüyorum 🙂
      Yorumun için teşekkür ederim. Tavsiyen için de… Doğru düşünüyorsun bence.

  8. Oldukça sağlam bir üslubunuz var. Bilimsel olarak bakıldığında düz dünya mümkün olmasa da ilginç bir öyküydü. Ancak öykünün sonunda kontrol grubu olayını tam anlayamadım, mümkünse o kısma bir açıklık getirebilir misiniz? Kaleminize sağlık. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.

    1. Merhaba 🙂
      Cevabımın altına, son paragrafın düzeltilmiş halini bırakacağım ama minik bir açıklama da yapayım.
      İÇERİK BİLGİSİ (SPOİLER):
      Altıncı bölümde öğreniyoruz ki gemi terk edilmiş ve duvarına çocuk, günlüğünün son girdilerini işlemiş. Bu girdide de bir “gerçekçi ve somut” şeyleri betimlediği, bir de “soyut ve hissel” şeyleri betimlediği ama öyle ya da böyle fiziksel durumlarla ifade ettiği ikili bir anlatım tekniği benimsemiş.
      Son girdide, çocuk çığlık atıyor. Belki de delirmiş bir şekilde. Bunun duygusal yansıması da, bir “betimleme” ile sunuluyor. Betimlemede çocuk bir başına, gökyüzünden de onu seyreden, gömlekli bir “bilim insanı” tipi onu seyrediyor. Elinde de iki deney tüpü var. Suratında da bir merak ifadesi.
      O son kısımda “durduğumuz yeri” ifadem pek görünmemiş. Şeyi demek istemiştim. Çocuğun durduğu o dümdüz boşluk, deney tüplerinden birisinin içinde. Yani, çocuk ve Düz Dünyalardan birisi, bir deney tüpünde. deney-kontrol grubu ayrımı gereği de, diğer tüpte ikinci bir Düz Dünya olması muhtemel. Ve, bu bir “mizansen” olduğu için, bu iki dünya birbirinden ayrı olmayabilir.
      Özetle: Antartika’nın ardındaki o korkunç gerçek, bulmayı umdukları şey değildi. Dünya düz, evet. Ama, Antartika ötesinde, kendi dünyalarına çok benzer bir başka dünya daha var. Ve bunun sebebi, bu iki dünyanın da Tanrı gibi görünen bir “bilim varlığı”nın deney-kontrol gruplarını oluşturması. Yani, tüm o hayatları bir deneyden ibaret. Bunun en önemli ip ucu da Doktor’un düz dünya teorisini deneyle test edemeyeceklerine dair ““Yapsa yapsa Tanrı(!) böyle bir ayrım yapabilir”” demesi.

      Evet, uzun ve kavraması, çıkarsaması zor bir şeydi bu bahsettiğim. Ama, cevapları öykü içinde yeterince verdiğime inanıyorum. Sadece, o son kısımda ifade edemedim. Düzenlenmiş hali aşağıda:

      “İyi ama, peki, ne demek bu şimdi? Bitişiğindeki duygusal çizim cevap verir belki? Eveet. Tırnakla kazınmış o desenleri diyorum. Dümdüz dünyada bir başına kalmış Çocuk’u ve gökyüzünden onu seyreden silüeti… Özellikle de, durduğumuz yeri; o silüetin ellerinde tuttuğu deney tüplerinden birini! Suratındaki merak ifadesinin yeri bu hikayede ne olabilirdi ki?..
      İşte, size küçük bir ip ucu: Düz Dünya’nın kontrol grubunu yalnızca kim oluşturabilirdi?”

      1. Hmm şimdi anladım durumu, oldukça ilginç ve orijinal bir yaklaşım, tekrar tebrik ederim. Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *