Uyandığında kanepesinde iki büklüm yattığını fark etti. İri cüssesiyle zorlukla sığdığı yumuşak yerin içine çökmüştü. Odaya sadece camdan ibaret olan cepheden büyük bir ışık huzmesi vuruyor ve her yeri aydınlatıyordu. Tepeye doğru tırmanan güneşin parıltısı adamın yüzüne çarpıyordu. Güneşten rahatsız olan gözlerini acıyla ovuşturdu. Gerindi. Bunu yaptığı sırada göğsünde bir martı gibi açılmış kalın bir kitap hafif bir gürültüyle yere düştü. İstemsizce irkilip sağ koluyla yeri yoklayarak kitabı yerden aldı ve kanepenin karşısındaki küçük ahşap masaya fırlattı.
Yattığı yerden kalkarak oturdu. Ellerini yüzüne götürdükten sonra bir süre öyle kaldı. En sonunda kalın kaşlarının üstüne doğru inmiş düz siyah saçlarını parmaklarıyla geriye doğru ittirdi. Alnında belli belirsiz kırışıklıklar oluşmaya başlamıştı. Kulaklarının biraz yukarısından başlayan kalın favorilerinden şakaklarına kadar saçlarına grimsi ve beyaz bir ton hâkimdi. Dudaklarının üstündeki bir parmaklık açıklıktan iki yana bir meleğin kanadı gibi açılıp aşağı süzülen kalın bıyıkları vardı. Kirli sakallı yanaklarının her iki yanında aynı büyüklükte birer çukur gözüküyordu. Gülümsediği zaman ise daha da büyüyüp genişliyorlardı. Çenesinin ortasındaki bariz çukur da ciddi suratına çocuksu bir hava katıyordu.
Ani bir hareketle yerinden kalktı. Yarı çıplak hâldeydi. İki elini de beline koyarak koca cam duvarın önünde durdu. Geniş omuzları ve yapılı gövdesiyle masmavi göğün altında bile soluk kalan beton şehre karşı dikildi. İrili ufaklı binlerce bina, durgun bir okyanus yüzeyi gibi ufkun sarı ve mavi renklerinin alacasında uzayıp gidiyordu. Şehrin tam ortasında ise iki uzun kule yükseliyor ve bu kulelerin yukarısında da şimdi güneşin ortasından göz kırptığı devasa bir halka asılı duruyordu. Dev yapı, koyu metalik teniyle berrak günün içinde bir çıban gibiydi. Binaların aralıklarındaki yollarda tekdüze bir hareketlilik vardı. Gece çöktüğünde şehri ele geçiren insan çığlıkları ve kahkahaları, karanlık, ücra köşelerden yansıyan yapay ama capcanlı renkli ışıklar, sözleri anlamsız ancak bir o kadar da hareketli, ahenksiz müzikler henüz bu beton yığınının damarlarına akmamıştı. Her ne kadar sessizlik hüküm sürse de bu sessizlik kelimesi “çok gürültülü değil” anlamına geliyordu. Öyle ki kalın cam duvarlarının ardına bile şehrin her zaman canlı olduğunun kanıtına dair boğuk ve karmaşık bir ses geliyordu.
Birkaç saniye sonra cam duvarın önüne yumruk büyüklüğünde kafası dışında her yeri beyaz renkli bir sinek belirdi. Gözleri simsiyahtı. Ortalarından birbirleriyle uyumsuz bir şekilde yanıp sönen soluk kırmızı bir parlaklık yayılıyordu. Kanatlarının açılıp kapanışı neredeyse sessizdi. Adam arkasını dönmeye yeltenmişken dışarıda, cam duvarın hizasında usulca cama doğru döndü. Gözlerindeki kızıl ışın hızla yanıp sönmeyi sürdürüyordu. Göz göze geldiler. Adamın yüzünde umarsız bir ifade vardı. Bakışları yere indi ve yavaş bir şekilde belini her iki yana kütürdetti. Hâlâ onu izleyen makinevari sinek bir anda olduğu yerden yükselerek gökte kayboldu. Adamın dudaklarından kısa bir mırıltı döküldü. Gözlerini onun arkasından yukarı doğru çevirdiği sırada karşıdaki halka kuleden bir homurtu duyuldu. Halka, geriye doğru bükülüp bulanık bir koni şeklini alır almaz tekrar eski hâline döndü. Saniyenin bölünemeyecek kadar kısa bir anında gerçekleşen bu olayın ardından hemen yine aynı şekilde birdenbire şehrin büyük kısmına gölge düşüren kocaman, kara bir cisim belirdi. Kıç tarafından püskürttüğü ateş ile yavaşça havada süzüldü ve gerisin geri halka kulede, halkanın hemen aşağısında, iki kulenin arasında havada asılı kaldı. Sağ göbeğinden genişçe bir köprü uzadı ve bir düzine uzun, sıska siluet hızlı adımlarla kulenin içinde kayboldu.
Halka kuleye doğru bakan adamın yüzü buruştu. İniltiyle esnediği sırada iki kolu da anlamsız hareketlerle havaya kalkıp indi. Aynı esnada, gökyüzünde birkaç karaltı daha belirdi. Neredeyse yuvarlak, kara vücutlarıyla pürüzsüz gökyüzünde birer leke gibi salınıyorlardı. Bazısı ufkun temiz çizgisinde öylece duruyor bazısı da havada keyfince süzülüyordu. Adam, kafasını cama iyice yaklaştırdı. Dikkatle bu devasa cisimleri seyrederken binanın üstünden öteye kadar uzanan ve uzanmaya da devam eden, her yeri karanlık içinde bırakan bir karaltı daha belirdi. Dudaklarından şiddetli bir mırıltı daha döküldü ve çevik bir şekilde arkasına döndü. Ağır adımlarla küçük odanın mutfak bölmesinin hemen karşısındaki duvara bitişik geniş komodine yöneldi. Antika komodinin üzerinde sapsarı parıldayan madalyalar ve plaketler vardı. Hepsi özenle yerleştirilmiş, temizlenmişti. Onların ortasında çerçeveli, siyah beyaz bir fotoğraf bulunuyordu. Askerî üniformalı iki adam omuz omuza sarılmış, genç yüzlerindeki neşeli tebessümleriyle ileriye bakıyorlardı. Komodinin hemen üstündeki duvarda ise birkaç düzine çerçeveli, siyah beyaz ve renkli fotoğraf asılıydı. Neredeyse çoğunda askerî üniformalarıyla ya da ağır, uzun namlulu silahlar kuşanmış iri cüsseli adamlar poz veriyordu.
Adam, boydan boya fotoğraflarla bezeli bu duvara buruk bir gülümsemeyle baktı. Komodinin ortasındaki çerçeveyi eline aldı. Parmaklarını fotoğrafın üzerinde gezdirdi. Ne ki birden yüzündeki tebessüm yerini sert bir ifadeye bırakıverdi. Kaşları çatıldı, dudakları dümdüz oldu. Çerçeveyi aldığı gibi yerine özenle geri koydu. Gözlerini son bir kez fotoğrafların üzerinde gezdirdikten sonra karşı duvardaki dolaba doğru yürüdü. Duvara göçük dolabın beyaz kapağını sola kaydırdı. Dolabın içinde birkaç parça eşya ve giysi, özellikle başa dizilmiş uzun paltolar ve yerde de aynı çeşit üç tane postal duruyordu. Hepsi büyük bir dikkat ve düzen ile yerleştirilmişti. Hiçbir karmaşıklık yoktu. Dolabın içi koyu renklerle döşenmişti. Tek bir açık renk kıyafet yoktu. Siyah ve gri tonları arasında gidip gelen bir renk skalası vardı.
Aheste bir hâlde içeriden bir pantolon çekip çıkardı. Giydi ve ardından dolaptan geniş bir kemer aldı. Taktıktan sonra ortasındaki gümüş rengi kemer tokasını düzeltti; sırıtan bir kuru kafanın etrafından iki büyük kanat yükseliyordu. Kemerin sol yanında ucu aşağı doğru uzayan bir silah kılıfı vardı. Üzerine bir de kazak geçirdikten sonra yerdeki postallardan bir çiftini alıp iplerini geçirmeye koyuldu. Ayakkabılarını halledince az önce önünde durduğu yüksek komodinin birinci çekmecesini açtı. Çekmecenin sağ ve sol yanlarında ahşap kutular duruyordu. Onların etrafına da mermi kutuları konulmuştu. Çekmecenin en ortasında da küçük siyah kabzasından namlusunun ucuna kadar berrak bir çehreyle parıldayan eski model bir silah vardı. Silahı eline alıp hızlı bir el becerisiyle silindirindeki yuvalara baktı. Hepsi doluydu. Yine hızlıca silindiri kapattı ve yine komodindeki fotoğrafa göz ucuyla baktıktan sonra silahı kemerindeki kılıfa soktu. En sonunda kürk yakalı, dizlerine kadar ulaşan, siyaha yakın koyu kahverengi bir palto giyerek kapıya yürüdü. Kapının girişindeki alçak sehpadan cüzdanını aldı. Duvarda asılı aynaya bile bakmadan kapı koluna asıldı.
Apartmanın keskin kokusu hemen içeri doldu. Pis bir koku bütün apartmana sinmişti. Adamın yüzü ekşidi. Kapıyı sertçe çekti. Apartmanın, sıvası yer yer dökülmüş duvarları ve lekelerle pislenmiş hâliyle kasvetli bir görüntüsü vardı. Adam, memnuniyetsiz bir tavırla ve biraz da hızlı adımlarla koridoru bölen asansörün önüne gitti. Düğmesine bastı. Kokuyu solumayı bir nebze kesmek için bir elini burnuna götürdü. Hem üstten hem de yanındaki kapılardan insan sesleri geliyordu. Bir evden bebek sesi duyuluyordu; ağlıyordu. Üstten büyük bir patırtı ve kadın çığlığı sesi yayılıyordu. Yandaki evin sakinleri ise muhabbete dalmış, neşeyle bağrışıyorlardı.
Asansör hantal vücuduyla feryat figan durdu. Kapısı iki yana gürültüyle ve zorlukla açıldı. Asansörün içinde, köşeye eğri büğrü gövdesini yaslamış yaşlı, rengarenk ve olabildiğince açık giyimli yaşlıca bir kadın dikiliyordu. Kırışıklıklarla bozulmuş yüzünde belli belirsiz bir makyaj vardı. Dudakları pembeye çalan bir renkle boyalıydı. Kirpikleri uzun uzundu. Dalgalı beyaz saçları omzuna düşüyor, bakımsız hâlleriyle tül tül havada uçuşuyorlardı. İnce dudakları sıklıkla bir aşağı bir yukarı hareket ediyor ve ara sıra ağzında çiğnediği sakızın tükürüklü sesi duyuluyordu. Adam, asansöre binmekte tereddüt ettiyse de sinirli suratıyla bir hışımla içeri adım attı. Küçük asansörün yarısını kaplamıştı. Kadının bacakları ona dokunuyordu ama aldırış etmiyordu. Asansör kapısı yine zorlukla kapandıktan sonra kadın yerinde doğruldu ve ellerini adamın omzunda gezdirmeye başladı.
“Canım!” dedi son harfini zevk alıyormuşçasına uzatarak. “Ne güzel şeysin sen böyle!”
Elleri adamın omzundan aşağı inmeye başlamıştı. Sol eli adamın geniş göğsünde geziniyordu.
“Dön de güzel yüzünü görelim!” diye serzenişte bulundu yaşlı kadın, ahenksiz konuşma tarzıyla.
Adam göğsünde gezinen incecik eli tutup aşağı bıraktı. Yüzü aniden omzunun üstünde belirdi. Asansörün güçsüz yanan beyaz ışığı altında delici bakışlarıyla kadını süzdü. Kaşları eğrilmiş, bir ok gibi sipsivri yükselmişti. Gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Alnındaki çizgiler derin bir hâl almıştı ve dudakları içeri çekilmiş, yüzü sinirle gerilmişti.
“Anlaşıldı!” dedi kadın köşesine umarsızca geri çekilerek. “İstenmiyoruz, tamam.”
Eğreti üslubu kulak tırmalıyordu. Sözlerinin her birini uzatarak tamamlıyor, boş bakışlarını tek bir noktada tutamıyordu. Nihayetinde asansör zemin kata inmişti. Adam asansörün yavaş açılıp kapanmasından bıkmış bir şekilde zorla açılan kapıyı parmaklarıyla iki yana büyük bir kuvvetle ittirdi. Müthiş bir cıyaklama sesinin ardından büyük adımlarla tıpkı o asansördeki kadına benzeyen bir düzine kadın ve erkeğin duvarlara yaslanmış olduğu koridordan geçti. Giriş kapısının açık olmasına rağmen koridorda nefes kesen bir duman birikmişti. Hemen hepsi ellerinde sigaralarla adamın yüzüne dumanlarını üflüyorlardı. Aralarından geçerken bir ton laf duymuştu. Hepsi onu hedefleyen açık saçık cümlelerdi. Hiçbirine kulak asmadan sadece ileriye bakarak yürüyordu.
Apartman girişine doğru geldiğinde bağırışlar kesilmişti. Koridorun dumanlı, karanlık havasından çıktığı gibi kendini aydınlık gökyüzünün ışığında buldu. Göğün sinesindeki karaltılar hâlâ havada süzülmekteydi. Kapıda bir müddet durup kafasını yukarı kaldırdı. Gözlerini kısarak havada uçan karaltılara baktı. Şimdiden beş tane saymıştı. Derin bir iç çekti. Kafasını indirdi ve ellerini uzun paltosunun cebine soktu. Sol elini özellikle tabancayı örtmek için bastırıyordu. Bu hâlde önündeki kalabalık caddenin içine daldı. Evinin önüne gelmiş olan makine sineklerden onlarcası tepelerde kırmızı ışınlar saçarak devriye geziyordu. Yolların ortalarında halka kulenin aynı metalik rengini paylaşan devasa araçlar geziniyordu. Bir insan boyutundaki tekerlekleriyle neredeyse hiç ses çıkarmadan ilerliyor, sadece tepesindeki küçük, iki yana dönük hoparlörlerden yapay bir ses yayılıyordu.
“Değerli Arkbelok sakinlerinin dikkatine! Güvenliğiniz sözümüzdür. Lütfen kolluk kuvvetlerimizden başkalarına itimat etmekten kaçınınız! Eğer çevrenizde toplum huzurunu ve düzeni tehdit edici tavırlar sergileyen kişiler varsa en yakın birimlerimize ihbar ediniz. Yeni düzen, sizi düşünür. Yeni düzen, sizin için vardır. Yeni düzen, mutlu günler diler!”
Yüksek binalarla çevrelenmiş birkaç tenha, ara sokaktan geçti. Yüzlerce farklı insan yüzü görmüştü ve onlardan yüzlerce aynı yüz görmüştü. Kuytu köşe yolların sessizliğini ve rahatlığını seviyordu. Şehrin mahşerî kalabalığına hiçbir zaman alışamamıştı. Pazar kurulu sokaklardaki hıncahınç kalabalıktan her defasında sövüp sayarak kurtulabiliyordu. Bir saatlik bir gezinti sonrasında kendini geniş bir açıklıkta buldu. İki büyük binanın arasında kalan sokağın aşağısında dar bir merdiven uzuyordu. Oradan da şehrin daha derin sokaklarına iniliyordu. Güneşli gökyüzünün bir deniz manzarası gibi alçaktan yukarıya doğru olan görüntüsüyle bile manzara tekinsiz gözüküyordu. Merdivenlerin bittiği noktada tek katlı, yıkık dökük gecekondular başlıyordu. Açıklığın ortasında ise bir fıskiye üç ayrı su şeridi oluşturarak dibindeki havuza akıyor, etrafındaki banklarda da insanlar oturuyordu. Bazısı yaşlı, bazısı da gençti. Fıskiyenin duvarlarının iki yanından düz bir çizgi hâlinde çimenlikler uzuyor ve rengarenk çiçekleriyle süs ağaçları duruyordu. Meydanın merdivene yakın kenarında beş kişilik hırpani kılıklı bir genç grubu yüksek sesle bel altı esprilerle birbirleriyle şakalaşıyordu. Sağ ve sol taraflarda da dar sokaklara yol alan, duvarlara dayanmış ya da etrafta volta atan kadın ve erkek siluetleri gözüken, ışıksız açıklıklar vardı. Buralardan bazen çığlıklar bazen de şarkı söyleyen birilerinin sesleri yükseliyordu.
Ayakları onu ister istemez buraya getirmişti. Yavaşça yürümeye başladı. Çevresinde gözlerini gezdirdi. Karşısındaki genç gruptan birkaç göz de onun üstüne çevrildi. Bir kalkıp bir inen gözlerin arasında şehrin aşağı kısmına inen merdivenlerin sağ çaprazındaki ışıl ışıl yanıp sönen tabelaya yöneldi.
“Zamanın Durduğu Yer” yazıyordu.
Gölge altındaki tabelanın yazıları turuncuya kaçan bir sarı tonunda yanıyordu. Çevresini kutu şeklinde bir çizgi kaplıyor, o da kırmızı renkte yanıyordu. Tabelanın yamuk ve sallanan demirlerinin aşağısında sık döşenmiş korkuluklar vardı. Korkulukların altında da yerin altına doğru inen küçük bir merdiven uzuyordu.
Kendinden emin bir hâlde, kendisine bakan gençlerin suratına dik dik bakarak merdivene doğru yürümeye koyuldu. Merdivenin biraz önündeki bir apartman girişinde yere çömelmiş, üstü başı yırtık ve ayakları çıplak bir adam oturuyordu. Yüzü ifadesizdi. Kirli suratındaki korku dolu pörtlek gözleriyle sadece göğü izliyordu. Sağ eliyle kulağının dibine dayadığı yuvarlak küçük bir alet tutuyordu. Aletten kalın sesli bir adamın şarkı söylediği duyuluyor ve nakaratında bir kadın korosunun ahenkli sesi birkaç defa aynı kelimeyi alçaktan yükseğe çıkarak söylüyordu.
“…
I did my best, it wasn’t much I couldn’t feel,
So I tried to touch I’ve told the truth,
I didn’t come to fool you,
And even though it all went wrong,
I’ll stand before the Lord of Song,
With nothing on my tongue but Hallelujah!
Hallelujah! Hallelujah!
…”
Elleri hâlâ cebindeydi. Merdivendeki son basamağını atarken sağ yanındaki kapıyı açtı. Kapının üstündeki zil hafifçe tiz bir ses çıkardı. Ardından, kulaklarına ağır bir şekilde çalan bir piyano müziği doldu. Girdiği mekân havasızdı. Hafif bir duman tül bir perde gibi göze iniyordu. Büyük mekânın sağ yanında, ortalarında büyük masalar bulunan karşılıklı, iki kişilik ve geniş deri koltuklar bulunuyordu. Bu şekilde sırayla uzayan koltukların karşı tarafında, mekânın ortasını kaplayan küçük yuvarlak masalar ve onların da etrafını çevreleyen sandalyeler duruyordu. Yine onların da sol yanındaki duvarı sırayla sağ duvarı kaplayan deri koltuk ve masalar gibi oturma yerleri vardı. Duvarlara ve tavana seyrek şekilde yerleştirilmiş loş sarı ışıklar kuvvetsiz yanışlarıyla mekânı pus içinde bırakıyordu.
İçeri girer girmez ellerini cebinden çıkardı. Üzerine bir rahatlık çöktü. İki yanda da birer ikişer oturanlar vardı. Orta kısımda yaşlı bir adam tek başına oturuyordu. Her birinin masasında bir şişe ya da ağızlarına kadar dolu büyük bardaklar vardı. Dikkatleri üzerine çeken adam, ciddiyetini üzerinden bırakmadan hemen karşıdaki geniş tezgâha ilerledi. Ahşap işlemeli antika tezgâhın önündeki yüksek taburelerden birini gözüne kestirdi. Ağır vücuduyla sıkışarak üzerine çıkıp oturdu. Yan duvara kadar uzayan tezgâhın arkasında onlarca farklı marka içki ve onlarca tertemiz bardak, duvara birleşik ayrı bir tezgâhın üzerindeydi ve loş ışığın içinde bile parıldıyordu. Sıra sıra özenle dizilmiş iri şişelerin rafları da antikaydı. Ortadaki açıklığa kadar uzayan raflar bir çatı gibi yukarıda birleşerek estetik bir görüntü veriyordu.
Tezgâhın arkasındaki kapısız aralıktan mekândaki ışıktan daha parlak bir ışık vuruyordu. İçeride küçük bir bölme görünüyordu. Bir masa ve küçük bir sandalye bütün bölmeyi kaplıyor gibiydi. Odacığın karşı duvarının sağ köşesinde tahta bir kapı vardı. Bölmenin bu duvarında ise bir tablo asılıydı; koca bir çiftlik evi fotoğrafın sol üstünde kalıyor, onun yanında ise çitlerle çevrili bir alan ve çitlerin birleştiği büyükçe bir tahta yapı bulunuyordu. Çitlerin içinde belli belirsiz hayvan siluetleri görünüyordu. Bütün bunların arkasında, güneş tüm parıltısıyla uzun ağaçlık alanın sırtından yeryüzüne vuruyordu. Yemyeşil alanın üstünde kuşlar uçuşuyordu. Çiftlik evinin aşağısına doğru uzanan zikzaklı toprak patikanın önünde de tabloyu seyreden kişiye doğru tebessümle bakan yaşlı, kambur bir kadın duruyordu. Kıyafetleri bedenine bol geliyordu ve eskiydi. Saçlarını az biraz kapatabildiği renkli, çiçek işlemeleriyle bezeli bir başörtüsüyle örtmüştü. Bıraksalar patikayı tırmanmaya devam edecekmiş gibi bir duruşu vardı.
Adam, tabloyu seyre dalmışken bölmedeki taburede bir hareketlilik oldu. Neredeyse sıska bir beden, açıklıktan dışarı adım attı. Gri saçları kıvır kıvırdı. Yüzü pürüzsüzdü ama göz altlarında şişkin torbalar belirmişti. Bir kaşı diğerinden uyumsuz bir hâlde yukarıya yükselmişti ve gözlerine hırçın bir bakış hâkimdi. Burnu uzun ve kavisliydi. Koyu yeşil yıpranmış gömleğinin kolları dirseklerine kadar katlanmıştı. Göğsündeki temiz, dizlerine kadar inen önlükten çıkan iki ip ensesinde birleşiyordu. Sarsak adımlarla içkilere yönelirken bar tezgâhına dayanmış ciddi suratlı adama dik dik baktı.
“Buraya sadece şu kıytırık resme bakmaya geldiğini düşüneceğim artık.” dedi çatallı sesiyle adamın önüne içki bardağını koyarken.
Adam yerinde kıpırdandı. Bakışlarını tablodan çekti. Buzlu bardağına konan içkiyi seyretti.
“Huzur verici…” dedi adam düşünceli hâlde. “Maziye hapsolmuş güzel bir an.”
Tezgâhın arkasındaki, içki şişesinin kapağını kapatıp tezgâhın üzerine koydu. Ellerini tezgâha dayadı. Titreyen gözlerini içki bardağını elinde evirip çeviren adama sabitledi.
“Huzur verici mi bilmem de…” dedi duraksayarak. “Maziye hapsolmuş olduğu kesin.”
Bardağı evirip çevirmeyi bırakan adam soğuk içkiden bir yudum aldı. Dudakları büzüştü. Zorlukla yutkundu.
“Ee, ne var ne yok?” dedi boğazındaki içkinin hırıltısıyla.
“Yedi saattir burada değilsin. Ne olmuş olabilir ki sence yedi saatte?” diye istifini bozmadan çıkıştı.
İçkisini tek bir yudumda kafasına dikti. Buzlar hâlâ erimemiş olarak bardağın dibine geri indi. Gürültüyle yutkundu. Bu seferki büyük yudum çarpmamıştı.
“Yedi saatte birçok şey olmuş olabilir. Ne bileyim…” iki avcunu da iki yana doğru havaya doğru bir an açıp indirdi. “Belki savaş çıkmıştır!”
“Savaş mı?” dedi tezgâhın arkasındaki gülerek. “Senin kafa hâlâ o eski günlerde. Savaşmış. Peh! Şarjöre tek bir kurşun sokamadan bellerler bizi. Unut artık bunları sen. Sokaklarda en çok dolaşan sensin halbuki. Devriyeleri görmüyorsun herhalde. Geçen gün buraya bile girdiler. Çelimsiz yaratıklar… Balık gibi suratlarını gördükçe midem bulanıyor.”
Oturduğu yerden ani bir hareketle belinden eski model silahını çıkardı. Ağır alet gürültüyle masaya indi. Tertemizdi. Parlıyordu.
“Bunun şarjörü hep doludur ama. Desene bir şansımız var.” Bunu söylerken ufak bir kahkaha attı.
“Kaldır ulan şunu şuradan. İyice delirdin ha!” dedi bir silaha bir de mekâna bakarak. “Kendini düşünmüyorsan benim mekânı düşün bari. Eskiden orduda olman şimdi silahla dolaşabileceğin anlamına gelmez. Kafana sok artık bunu. Yoksa…”
“Yoksa?” diyerek sözünü kesti. “Beni mekâna bir daha almaz mısın?” Tekrar güldü ve yandaki şişeden kendine içki doldurmaya başladı. Doldururken konuşmasına devam etti.
“En iyi müşterini kaybetmiş olursun. Ha, bir de en iyi dostunu!” Yüzünde sinsi ama dostça bir tebessüm vardı.
“En iyi dostum olduğunu kim söyledi be! Benim için sadece bir tanıdıksın. İnan, bunu bile hak edemeyenler var. Ama sen bunu da kaybetmekte ısrarcısın.” Ciddi bir tavır takınmıştı.
Bilgiç bir tebessümle hâlâ gülen adam, yeni doldurduğu içkisini elinde tutarken karşısındaki yaşlı adamın gözlerine derin derin baktı.
“Ne ‘Zamanın Durduğu Yer’de ne de zamanın aktığı yerde benden daha iyi bir dostun var. Yapayalnızsın burada efendi! Sadece bir tanıdık olmam senin en iyi dostun olmama engel değil.”
Tezgâhın arkasındaki kafasını eğdi. Hemen sonra kafasını kaldırıp ileriye doğru boş bir bakış attı ve iç çekti. Bu sırada karşısındaki adam, eski silahı alıp kılıfına sokuyordu.
“Keşke bana da senin gibilere verdikleri gibi bir ödenek verselerdi de…” dedi fısıldarcasına. “Gidebilseydim buradan.”
“Emrinin altında bir tabur adam var mı?”
İçkisini yudumlayan adama ters ters baktı. Adam kahkaha atarak tekrar konuştu.
“O zaman unut onu!” dedi dalga geçerek.
Dudaklarından belli belirsiz bir mırıltı geldi. Tezgâhın altındaki boş bardaklardan birini eline aldı. Kenarda duran yeni bir beze uzandı. Beze uzanırken elindeki büyük bira bardağı gürültüyle yere düştü. Tok, boğuk bir ses çıkaran bardak parçalara ayrıldı.
“Hay senin ben…” diye bağırdı.
Arka taraftan bir fırça ve kürek aldı. Temizlemeye başladı.
“Bak gör! Bugün kötü bir şey olacak.” dedi yeri süpürürken.
“Niyeymiş o?” diye güldü karşısında oturan iri yarı cüsse.
“Bardak kırıldı! Niyesi mi var? Uğursuzluk getirir. Burada ne zaman bardak kırılsa bir bela gelir başıma.” Sesi huysuz bir ihtiyarınkine benziyordu.
“Dünyayı uzaylılar yönetiyor. Belki iki, üç çağ birden atladık. Ama sen hâlâ saçma sapan hurafelere inan. Ne diyeyim…” dedi alkışlayarak. “Tebrik ederim!”
Süpürdüğü cam kırıklarını küreğinden çöp kovasına döküyordu.
“Sen öyle san. Bu hurafeler bile hayat kurtarır, o teknoloji kurtaramaz.” dedi bilge bir edayla.
Aradan birkaç saat geçmişti. Mekâna türlü türlü bir sürü insan girmiş, sessiz sedasız sarhoş olduktan sonra çekip gitmişlerdi. Düzinelerce bardak içkiyle dolmuş, onlarca şişe boşalmıştı. Bu sürede onlarca şarkı çalmış, birçok farklı çalgı ve ses mekânın içini doldurmuştu. Şimdi de bir gitar yavaşça tıngırdıyor ve sade sesini hiçbir insan sesi bozmuyordu. Bar taburelerinde hâlâ yalnız başına oturan adam tezgâha iki kolunu da dayamıştı. Kafası ara sıra aşağı düşüyor fakat kaçıncı şişesi olduğunu bilmediği bir şişeden içkisini doldurmayı ihmal etmiyordu.
Havasız, yarı karanlık mekânın kapısındaki zil bir anlığına usulca titreyip tiz bir ses çıkardı. Kapı yavaşça kapandı. Sıska, kısa boylu bir siluet boş koltukların ve masaların arasından bar tezgâhına doğru yürüdü.
“Ooo hokkabaz! Hoş geldin!” dedi yaşlı barmen.
Ahşap tezgâhın önündeki taburelerden birine tırmandı. İnce, küçük yüzü bembeyazdı. Yuvarlak gözlüklerini ikide bir düzeltme gereksinimi duyuyordu. Kafasının üstü keldi. Şakaklarından ensesine doğru giden saçları da seyrek ve kahverengiydi. Solundaki kafası eğik adama göz ucuyla baktıktan sonra karşısında bardak temizleyen barmene yarım bir tebessümle kafa salladı.
“Bira.” dedi zayıf sesiyle.
Yaşlı adam, “Hokkabaza bir bardak bira!” diye yüksek sesle kendi kendine sipariş verdi babacan bir tavırla.
O esnada mekânın kapı zili birkaç defa çalmıştı. Kapıdan içeri çoğu takım elbiseli orta yaşlı adamlar girmişti. İki, üç kişilik gruplarla içeri giren adamlar tezgâhın önüne yığılıp bekleşmeye başlamıştı. Bazısı taburede oturan gözlüklü adamla arkadaşça selamlaşmıştı. Birkaç dakika sonra gözlüklü adam bakışlarını önüne kilitlemiş hâlde birasını yudumluyor, tezgâhın önünü kaplayan kalabalık da masalara dağılmış kahkahalarla sohbet ediyorlardı.
Gözlüklü adam, bira bardağını bitirince yaşlı barmen “Hokkabaza bir bardak bira daha!” diye bağırdığı sırada kafası masaya yaslı iri adam kıpırdandı. Kafasını aniden kaldırıp gözlerini bir eliyle ovuşturdu. Önündeki yarı dolu bardağı tereddüt etmeden kafasına dikti. Tezgâha inen bira bardağını görür görmez yanı başındaki sıska adama baktı, sonra yine önüne döndü. Gözleri kızarmış, olgun, sert suratı yumuşamıştı.
“Akşam oldu, akşam!” diye takıldı barmen.
“Bir şişe daha versene.” dedi çatallaşmış sesi.
Yaşlı adam, parlak, ağır bir şişeyi adamın önüne koydu. Koyduğu gibi adam şişeyi alıp açtı ve bardağını doldurdu.
Mekânın kapı zili birden hızlıca çınladı. Ardına kadar açılan kapıdan içeri beş kişilik bir genç grup girdi. Kıyafetleri hırpaniydi. Adam bu gençlerin buraya girmeden önce gördüğü gençler olduğunu fark etti. Kafaları kazınmıştı. Hepsi kel denecek kadar saçsızdı. Kıyafetleri kirli, yırtıktı. Dans eder bir hâlde absürt el kol hareketleriyle tezgâha yaslandılar. Ağızlarından çıkan her cümle bozuktu. Bozuk bir üslup, bozuk kelime kullanımı, bozuk cümleler gırla havada uçuşuyordu. Birkaç saniye içerisinde tezgâhın arkasından her kişiye birer bira bardağı belirdi. Çıldırırcasına kahkaha atıyorlardı. Biralarını aldıkları zaman yine aynı absürt hareketlerle ve bir müzikle dans ediyormuş gibi kafalarını sallayarak sol taraftaki duvara bitişik karşılıklı koltuklara geçtiler.
“Yeni nesil…” diye iç geçirdi yaşlı barmen gençlere esefle bakarak. Daha fazla gelen olmadığını anlayınca sessizce oturan sıska surata laf attı.
“Ee hokkabaz! Nasıl gidiyor bakalım? Hokkabazlığa devam mı?” Ona karşı olan babacan tavrı hâlâ üstündeydi.
“Tabii, hokkabazlığa devam.” dedi ve kravatını narin bir şekilde aşağı esnetti. Konuşmaktan çekinir gibi bir hâli vardı.
“Geçen gün sizin bu sinekler evimin içine kadar girecekti yahu! Yanlış duymadıysam da fotoğraf alıyorlarmış gözlerindeki kameralardan. O yüzden kırmızı ışık saçıyorlarmış. Söyle de mahremiyete saygılı olsunlar bari!” diyerek içten bir kahkaha patlattı. Elinde yine bir bez ve bardak vardı.
“Sen…” diyerek saatlerce oturduğu yerde yeni yeni kıpırdayan adam kıpkırmızı gözlerini yanındakine çevirdi. “Bu beton ruhunun mimarlarından birisin o zaman!”
İmalı ve sert gözlerle süzüyordu yanı başındaki cılız vücudu. Yanındaki bu tehlike dolu iki gözün ortasında korku dolu bakışlarla gözlüğünü düzeltti. Bu güdümlü cümlenin ardından gelebilecek tepkiden korkuyordu. Neden sonra o katı suratın ıslak dudakları iki yana doğru yavaşça uzamaya başladı. Gözlerine sevecen bir neşe indi. Masanın üstünde eliyle döndürüp durduğu bardaktan büyük bir yudum aldı. Dudaklarındaki ıslaklığı diliyle hızlı bir darbe atarak temizledi. Şimdi dişleri gözüküyor ve hafif bir kahkaha atıyordu.
“Böyle şakalara alışık değilsin galiba!” dedi ve koca iri eliyle adamın zayıf omzuna vurdu.
Adam bir an sarsıldı. Düşen gözlüklerini burnunun üzerine ittirdi. Dudaklarında buruk bir gülümseme vardı. Gözlerini adamda buluşturmakta zorlanıyordu.
“Şaka mıydı ki?” diyebildi güçsüz bir ses tonuyla.
Adam, önüne dönmüştü. Yine barın arkasındaki bölmedeki tabloya yitik gözlerini gömmüştü. Boş ama derin bakışlarla tablodaki manzarayı süzüyordu. Bir çiftlik evine, bir arkadan yükselen berrak güneşe, bir de patikanın başında ona doğru tebessüm eden yaşlı kadına bakıp duruyordu.
Mekândaki tekdüze gürültü gençlerin patırtısıyla bozuldu. Elinde uzun bir içki şişesi olan genç orta kısımdaki masalardan birinin tepesine çıktı. Diğerleri de onun etrafında dans ederek dönmeye başladı. Bu hâlleriyle bir kabile dansı icra ediyor gibilerdi. Dudaklarından anlaşılmaz bir marş dökülüyordu. Koro hâlinde söylemeye başladıkları şarkı da epey sinir bozuyordu. Etraftakilerden bazıları da yerlerini değiştirerek onlardan uzak masalara geçmişlerdi.
Yaşlı barmen tezgâhın arkasından huysuz ve hırçın gözleri ve kalkık tek kaşıyla onları izliyordu. Bir ara eli tezgâhın aşağılarına gidip geldi. Taburesinde kıpırdanan ve yerini sağlama alan sıska adam arkasındaki görüntüye baktıktan sonra onunla konuşmayı kesen, sol yanındaki adama döndü.
“İsminiz neydi acaba? Size isminizle hitap etmek isterim.” Konuşması düzgün ve tane taneydi.
“İsmim yok.” dedi adam kestirip atarak.
“Nasıl yani?” şaşırmıştı. “İllaki bir isminiz vardır.”
“Ölüyüm ben. Ölülerin isimleri olmaz. Olsa bile değersizdir. Yoktur çünkü artık.”
“Peki, madem söylemek istemiyorsunuz…” dedi ve gözlüğünü düzeltti. “En azından ben kendi ismimi söyleyeyim. İsmim…”
“Sen de ölüsün.” diyerek kaba sesiyle yanındakinin sözünü kesti. Gözleri hâlâ tablodaydı.
“Nasıl? Anlayamadım.”
“Sen de ölüsün dedim.” gözlerini tablodan çekti ve adamın ince suratına baktı. “Sen de ölüsün, ben de ölüyüm. Bu tezgâhın arkasında gördüğün adam da ölü. Şu masalarda gördüğün bütün suratlar da ölü. Hepimiz ölüyüz!”
“Sizi veya başkalarını bilemem ama ben kendimi gayet de canlı hissediyorum.” dedi ve ismini tekrar söylemeye yeltendi. “İsmim…”
Sözü yine aniden kesildi.
“Yaşadığını zannediyorsun sadece. Bir ölü olduğunun en büyük kanıtı yaşadığını zannetmektir. İsmini istemiyorum. Kafamda yeterince mezar var.”
Sözünü bitirir bitirmez ayağa kalktı. Sendeledi. Gözlerini dans edip şarkı söyleyen çapulcu kılıklı gençlere dikti. Dengede durmaya çalıştı. Damarlanmış gözlerini bir iki kere kırpıştırdı. Kaşları çatıldı. Karşısındaki görüntüden hoşnutsuz gibi yüzü ekşidi. Nihayetinde sağ eli belinin sol yanına gitti. Bunu öyle çevik bir şekilde yaptı ki elinin aşağı inmesiyle masada dans eden gencin elindeki şişenin patlayıp parçalanması ve içindeki sıvının yere akması neredeyse bir oldu. Gençlerin gözleri fal taşı gibi açılmış, hepsi yerlerine mıh gibi saplanmıştı. Boş bir mermi kovanı bu sessizlikte yere düşerek çınladı. Arkalardan bir yerden küçük çığlıklar duyuldu. Adam, yontulmuş bir heykel gibi dimdik, bacakları iki yana açılmış, ifadesiz bir hâlde silahını onlara doğrultmuş, bekliyordu.
Gençler telaşla ve korkuyla kapıya üşüştüler. En son masanın tepesindeki de inerek kapıya koştu ve hepsi kayboldu. Mekândaki diğer insanlar dehşete düşmüşlerdi. Ama adamın yüzünde bir tebessüm ve elindekinin yere doğru inişini görünce rahatladılar. Adam arkasını dönüp tezgâha yürürken cebinden kalın, dopdolu bir cüzdan çıkardı. Gülüyordu. Tezgâha geldiğinde saydığı kâğıt paraları hafifçe fırlattı. Paralardan yüzünü kaldırdığı zaman yaşlı barmenin elinde siyah, yeni model bir tabancayla tezgâha dayandığını görmüştü. Nefes alışverişi hızlanmış, tek kaşı iyice yükselmiş ve gözleri en huysuz hâliyle belermiş şekilde ona bakıyordu. Adam, yaşlı barmenin elindeki silahı görünce var gücüyle büyük bir kahkaha atmaya başladı.
“Hâlâ en iyi dostun değil miyim, ha?” dedi ve arkasını dönerken onunla konuşmaya çalışan adamın küçük bedeniyle masalardan birinin altına girmiş olduğunu gördü. Hâlâ kafasını tutuyor, ileri bakmıyordu bile. Bunu görür görmez kahkahası daha da fazla şiddetlendi. Göğsü bir şahlanıp bir iniyordu. Ağır ağır kapıya gitti.
Merdivenleri de yavaşça tırmandı. Yan taraftaki binanın girişinde yere çökmüş olan adam ağzı bir karış havada, sapsarı dişleri gözükür hâlde hâlâ aynı şarkıyı dinliyordu. Alet yine kulağının dibindeydi.
“Hallelujah! Hallelujah!
Hallelujah! Hallelujah!”
Aletten yükselen kadın korosunun sesi meydanda yankılanıyordu. Ansızın şarkı sesini kesen bir ses kulaklara doldu. Ardından bir tane daha. Ondan sonra ardı sıra aynı şiddetle gelen birkaç patırtı daha duyuldu. Aniden gökyüzünü müthiş bir hızla kat eden bir takım ışık huzmeleri, izler bırakarak gökte salınan karaltılara doğru yol aldı. Gökteki karaltıların gövdelerinde kulakları sağır edici birer patlama oldu. Halka kulenin meydandan görünen bir kulesi de yamulup çöktü. Karaltılardan birinden kopan büyük bir parça tüm hızıyla meydana doğru düşüyordu.
“Hallelujah! Hallelujah!”
Adam belinden silahı çıkarıp hâlâ yerde şarkısını dinleyen adamın eline nişan aldı ve tetiği çekti. Yerdeki adamın kirli yüzünde acı bir ifade belirdi. Tiz bir çığlık attı. Alet yere düştü. Elini tutuyordu ve aleti tutan iki parmağı kopmuş, kan fışkırıyordu. Etraftaki insanların çoğu kaçabilmek için sokakları arşınlıyordu. Adam birinde silah olan iki elini yana açtı. Kafasını ona doğru gelen ateşle kaplı enkaza çevirdi.
“Hallelujah! Hallelujah!”
Enkaz gitgide yaklaştı, büyüdü büyüdü.
“Hallelujah! Hallelujah!’
Yer titriyordu ve her yer karanlıktı.
“Hallelujah! Hallelujah!”
Büyük bir gürültü koptu.
Adam kanepesinden kan ter içinde fırladı. Dışarıda gök yarılıyordu. Kapkara göğün içindeki karaltılar hâlâ oradalardı. Metalik gövdesiyle uzun halka kule oradaydı. Hepsi sapasağlamdı. Şiddetli bir yağmur bütün şehri yıkıyordu. Cam duvarın ardı yağmur damlalarından zar zor görünüyordu. Kanepenin karşısındaki masada koca koca şişeler, diplerinde tek bir damla kalmadan silip süpürülmüş şekilde duruyorlardı. Bir küllük ağzına kadar sigara izmaritiyle dolmuş, hâlâ tüten bir sigaranın dumanı da tavana dans ederek yükseliyordu.
Telaşla giyindi. Silahını aldı. Dışarı çıkınca paltosunun yakalarını yukarı kaldırdı. Elleri cebinde hızlı adımlarla, koşar gibi tenha, geniş sokakları aştı. Bir açıklığa geldi. Açıklığın köşesinde bir tabela yanıp sönüyordu.
“Zamanın Durduğu Yer” yazıyordu.
Mavi bir ışıkla yanıp sönen kelimelerin etrafındaki kare kutu da beyaz çizgilerle çevrelenmişti. Meydan bomboştu. Sırılsıklam giysileriyle tabelanın aşağısındaki merdiveni indi. Kapıyı açtı. Mekânda kimsecikler yoktu.
Loş ışığın içinde tezgâha yürüdü. Yaşlı barmen onu görür görmez şişesini ve bardağını hazırladı. Adam yüksek tabureye tırmandı. Gözleri tezgâhın arkasındaki bölmeye kilitlendi. Duvardaki tabloyu seyrediyordu. Tablonun sol yanında büyük bir çiftlik evi duruyordu. Onun yanında ise çitlerle çevrilmiş, içi boş, tahta bir yapı vardı. Gökyüzü kara bulutlarla örtülmüş, küçük yağmur damlaları iniyordu. Arkada koca bir boş arazi uzanıyordu. Çiftliğin çevresi de yağmur damlalarından ıslanarak çamur hâline gelmiş topraktan ibaretti. Çiftliğe giden patikada kambur yaşlı bir kadın vardı. Yüzü dönük değildi. Patikayı tırmanmaya çalışıyor, iki eli de yakasında birleşmiş, üstündeki kıyafeti tutmaya çabalıyordu.
“Ne var ne yok?” dedi dalgın gözlerle yaşlı barmene. Islanan saçlarından yerlere ve tezgâha damlalar süzülüyordu. Aksi suratından keder akıyordu. Gözleri sürekli tablodaydı.
Mekânda kimse olmadığından şarkı sesi her detayıyla duyuluyordu. Bir mızıka çalıyor ve yerini bir gitar sesine bırakıyordu. Gitar sesiyle beraber de ince, yanık sesli bir adam şarkısını söylüyordu.
“…
The line it is drawn,
The curse it is cast,
The slow one now,
Will later be fast,
As the present now,
Will later be fast,
The order is rapidly fadin’,
And the first one now,
Will later be fast,
For the times they are a-changin’.
…”
- Memento Mori - 1 Ocak 2021
- Diriliş: 2518 - 1 Aralık 2020
- Gölgesi Olan - 1 Kasım 2020
- Arkbelok’ta Bir Adam - 1 Eylül 2020
- Ölümden Uyanmak - 1 Ağustos 2020
bu hikayeyi öykü seçkisinden önce mi yazmıştın? hikayede çiftlik temasına tek bir yerde rastladım, o da barın duvarında asılı bir tabloda resmedilen çiftlikti. hikayeye yardımcı bir eleman da olmamış orda asılı kalmış. Diyalogları sevdim, “Ölüyüm ben. Ölülerin isimleri olmaz. Olsa bile değersizdir. Yoktur çünkü artık.” kalemine sağlık, takipteyim
Hikayeyi yazmadan önce aklıma türlü fikirler gelmişti. Fantazya ile bilimkurgu karışık bir içerik olarak tasarlamıştım. Temaya sadık olması için de ortaçağda bir çiftlikte geçen bir hikaye olacaktı fakat sonradan buna dönüştü . Yani öykü seçkisinin belirlenmesinden bir, bir buçuk hafta sonra bu öykü son hâliyle ve genel hatlarıyla aklımda böyle canlanmış oldu.
İlk bakışta çiftlik temasına uzak gözükse de ‘eski’ ve 'yeni’nin karşıtlığı açısından eski kafalı bir askerin doğal olana yani öze dönüşe olan hasretini ele alan bir hikaye oldu kendisi. Bunun benzerleri 1984, Cesur Yeni Dünya ve Biz adlı distopik romanlarda da göze çarpıyor; ilkelliğe dair bir özlem, bir kurtuluş çabası olarak.
Hikaye dikkat ettiğiniz gibi tek bir insanın çevresi üzerinden yardımcı bir karakter olmaksızın yola çıkıyor ve böylelikle olaylar gelişiyor. Burada da modern insanın (hikayenin kendi gerçekliği içerisindeki modern insanın) bir birey olarak nasıl yalnızlaştığı, teknolojik gelişimin birey üzerindeki etkisi gibi konuları göstererek eskiyi bir kurtuluş yeri gibi görmesini çiftlik resimli bir tablo üzerinden bir metafor olarak kullanıp işlemek istedim. Tam da günümüzde olduğu gibi .
Diyalogların üstüne itinayla ve özenle düştüm; hem gerçekçi hem de çarpıcı olmasını sağlamak adına. Beğendiyseniz ne mutlu bana
Bilimkurgu yeni sayılabileceğim bir alan şu an için. Hâli hazırda birkaç öyküm daha var. Temalar uygun düşerse onları da öykü seçkisinde görebiliriz sanıyorum . Umuyorum önümüzdeki bilimkurgu temalı öykülerimi de daha iyi hâle getireceğim. Okuduğunuz için ve değerli yorumunuz için çok teşekkür ediyorum .