Öykü

Artık Kırkılmamalı Koyunlar

Carleon tepelerinin ardında şimdinin bataklıklarının bulunduğu topraklarda bir zamanlar bahçelerinde en güzel çiçeklerin yetiştiği ve bu çiçeklerin kokusunun gamzelerinden güzellik akan genç kızların saçlarının arasında dalgalanıp nice yakışıklı erkeğin burnuna çalındığı, mutluluğun, zenginliğin ve ihtişamın asla eksik olmadığı, her daim güneşli Lucanor Krallığı’nın hüküm sürdüğü rivayet edilir.

Lucanor Krallığı öyle ihtişamlı, öyle zarafet doludur ki, başka kentlerden ziyarete gelenler bir daha ya dönmek istemezler ya da döndüklerinde ebedi bir özleme mahkum olurlar. Huzur dolu bir bahar sabahı, Kral ile Kraliçe’nin bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Gözleri Pordriga okyanusunun mavisi kadar berrak, saçları kuzgun siyahıdır. Onu görenler Lucanor’a göre bile fazlasıyla güzel bir bebek olduğunu ve bunun Tanrılar tarafından Krallığın kutsanması anlamına geldiğini belirtirler. Oysa Krallık’ta herkes böyle düşünmemektedir. Kraliçe’nin erkek kardeşi, genç prensi delice kıskanmakta ve onu gördüğü her an bu kıskançlığın ruhunu parçalamasına izin vermektedir.

Bebek prensin güzelliğine daha fazla katlanamadığı bir gün uzak diyarlardan bir büyücü getirir. Büyücüden öyle bir büyü yapmasını ister ki bebek prens bir daha hiç gülmesin ve onun her daim hüznü annesi ve babasına bulaşsın. Nitekim büyücü işinin ehlidir ve kimsenin aklına gelmeyecek bir fikir bulur. Prensin gözlerini efsunlar, böylece güneş ışığının olduğu her yer bebeğin gözlerine büyük bir acı verir ve ağlamasına sebep olur.

Günler geçer ancak bebeğin ağlaması hep artar. O kadar çok ağlamaktadır ki artık göz pınlarlarında yaş kalmamıştır. Kral, Kraliçe ve ardından Lucanor halkı büyük bir hüzne boğulurlar. Yaşlılardan bazıları Tanrıların artık Krallığı uyardığını ve bebek kurban edilmezse bu lanetin asla kalkmayacağını mırıldanır ancak açıkça dillendiremezler. Uzak diyarlardan büyücüler, şifacılar, ebeler getirilir ama hiç biri prensin gözlerine büyü yapıldığını anlayamaz ve bu nedenle bebeğin ağlamasına çare olamazlar.

Prensin acısı önce annesi Kraliçe’ye sıçrar. Ardından eşinin göz yaşları Kral’ı da ağlatır. Böylece tüm Lucanor karamsarlığa kapılmıştır. Yalnızca Kraliçe’nin erkek kardeşi üzgün değil, aksine içinde yanan kıskançlık ateşi sebebiyle bebeğin acı çekmesinden delice bir mutluluk duymaktadır. Bir süre sonra insanların ağlamayı bırakacağını ve Krallığın eski ihtişamlı günlerine döneceğini düşünür. Oysa bilmediği, Lucanor’un aslında büyülü bir diyar olduğudur. Artık Kral ve Kraliçe’nin hüznü tüm halkı sarmıştır ve kimsenin göz yaşları durmaz.

İnsanlar o kadar çok ağlarlar ki sokaklarda şehir birikintileri oluşmaya başlar. Daha sonra evleri su basar. Civardaki nehirler taşar. Lucanor’un üzerinde her daim açan güneş ise göz yaşlarını buharlaştırır ve Krallığın üzerinde ilk kez kapkara yağmur bulutlarının oluşmasına sebep olur. Bulutların yoğunluğu gittikçe artar ve güneşin önünü kapatırlar. İnsanlar şaşkındır, öyle ki hiç biri daha önce güneşsiz bir Lucanor’a tanıklık etmemişlerdir. İlk damla yere düşer ve ardından sağnak yağışa dönüşür. Güneş ışığı yüzünden gözleri acımayan bebek prensin ise ilk kez gamzeleri ortaya çıkar. Ardından gülümseyemediği onca güne inat kahkahaları sarayın salonlarını doldurur. Kral, Kraliçe ve halk tekrar sevinçle dolmuştur fakat bu mutlulukları uzun sürmez çünkü o kadar çok ağlamışlardır ki kara bulutlar bir an bile aralanmıyor ve yağmur yavaşlamıyordur. Yine de prensleri artık ağlamadığı için önlerindeki günlere umutla bakarlar.

Günler geçtikçe yağmur durmaz ve insanlar tekrar karamsarlığa kapılır. Toprakları artık yağmuru kabul etmiyor ve Lucanor’un en güzel çiçekleri birer birer soluyordur. Güller, orkideler, papatyalar kararıp yavaş yavaş boyunlarını eğer, ardından çürüyüp toprağa karışırlar. Bir zamanlar topraklarından güzellik, zarafet ve ihtişam fışkıran Lucanor Krallığı böylece çürüyüp bataklığa dönüşürken, bebek prensin kahkahaları arasında solmuş çiçeklerin arasında tek bir çiçek açar. İnsanlar ilk kez gördükleri bu bitkiye “Prensgüldü” derler. Zaman geçer, güney rüzgarları Carleon tepelerini aşar. Yok olan bir Krallığın eteklerinde prensgüldü polenleri uçuşarak dört diyara yayılır.

* * *

Kucağındaki kitapta kaldığı yere ayraç olarak kullandığı prensgüldüyü yerleştiren Rudi, sürüsünü gözlediği tepedeki ağacın gölgesinde biraz kestirmenin sıcak düşüncesinin içini ısıtmasına izin verdi. Yaklaşmakta olan festivalin hayaliyle uyuyor ve rüyasında köyün en güzel kızını dansa kaldırdığını görüyordu. Ansızın kafasına konan bir güvercin yüzünden uykusu bölündü. Eliyle güvercini kovaladı ancak kuş hafifçe uçarak tam tepesindeki dala kondu. “Sorun yok, orada istediğin kadar kalabilirsin, ben şekerlememe devam ediyorum.” diyerek güvercine pek de gerekli olmayan bir gözdağı verdikten sonra gözlerini kapattı ancak kuşun yine başına konacağı düşüncesi yüzünden uykuya dalamadı. Aslında güvercinin hiç bir suçu yoktu ve fırsat tanınsa çocuğun uyumasına izin vermeyi de düşünüyordu ancak çobanın aniden yerinden kalkıp eline bir taş alması kuşun bileğindeki notu düşürüp uzaklaşmasına sebep oldu. Rudi, meraklı adımlarla notun düştüğü yere yürüdü ve çimenlerin arasından özenle katlanmış kağıt parçasını aldı. Notta “Beni kurtarman gerek. – V” yazıyordu. Gizemli Bay veya Bayan V de kimdi acaba? Ve bu not da neyin nesiydi? Köydeki çocuklar bile eşek şakası yapmak için bir güvercinle mesaj ulaştıracak kadar hayal gücüne sahip değildi. Belki de güvercin mesajı başka birine götürüyordu. Sonuçta notu Rudi’den kaçarken düşürmüştü. Ancak o zaman neden gelip de tam kafasına konmuştu? Tüm bu soruların ve tepedeki yegane ağacın gölgesinde Rudi elindeki kağıdı tekrar tekrar okuyup mantıklı bir sonuca ulaşmaya çabaladı. Eşyalarını toplayıp, kitabını sırtındaki çantaya yerleştirip köyüne dönmeye hazırlanırken mesajın gerçekten de kendisine yazıldığından habersizdi. Farkında olmadığı diğer şey ise otlayan koyunlarının arasında yürürken içlerinden birinin hülyalı bakışlarını kendisinden ayıramadığıydı.

* * *

Uzun zaman önce Issız Orman’ın güneyinde derebeylerin giderek artan baskısı altında yaşamaya artık katlanamayan bir grup insan kaçarak kuzeye yerleştiler. Artık toprak sahipleri yoktu, toprak onlarındı. Vergiler yoktu, sürtüşmeler ve kan yoktu. Yine de insanoğlunun doğasından kaçmalarının imkanı yoktu. Bir süre sonra bunu fark edeceklerdi. Artık kendi içlerinden güce sahip olmak isteyenler çıkıyordu ve yıllar yılları kovaladıkça bu düzen değişmeden devam etti. Güneydeki derebeylerinden kaçıp Issız Orman’ın kuzeyine neden yerleştiklerini unutmayan bir grup ise kendi çocuklarına doğruları öğütlediler. Onlar da kendi çocuklarına. Böylece bir gün isyan etmeleri gerektiği kaçınılmaz olduğunda aynen kendi büyük büyük babalarının yaptığı gibi özgürlükleri için mücadele etmeleri gerektiğinde hemfikirdiler. İçlerinden biri önplana çıkıyor ve diğerleri onu büyük bir güven duyarak takip ediyordu. Adamın ismi Vitas’tı ve doğuştan gelen liderlik özellikleri vardı. Bir zamanlar atalarının kaçtığı kötü adamlara dönüşen içlerindeki kötü adamlara karşı zekası ve cesaretiyle karşı koymayı başarıyordu. Yine de mücadeleleri bir süre sonra istedikleri gibi gitmedi ve Vitas’ın tüm arkadaşları bir bir yakalanarak zindanlara atıldı. Yalnızca adam ve birkaç arkadaşı kaldığında herkes kaçıp kendini kurtarması gerektiğini düşünüyordu ancak Vitas için cesaret kavramı babalarınınkine göre biraz farklıydı. Onlar zamanı geldiğinde her şeyi bırakıp kaçma cesaretini gösterebilmişti. Vitas için ise cesaret, kaçmamak ve özgürlük için savaşmak anlamına geliyordu.

Adam bir gün Issız Orman’ın derinliklerinde yaşadığı rivayet edilen bir simyagerin kulübesini aramaya koyuldu. Gerçekten de bir süre sonra dillendirildiği gibi bacasından duman tüten bir kulübe bulmuştu. İçeri girdi ve kadının adamı bekleyen bakışları arasında ondan zindanlara sızmasını sağlayacak bir iksir yapmasını istedi. Simyager adamın isteğini geri çevirmemiş ve zindanın baş muhafızının saçından bir tutam getirmesi halinde bu iksiri yapabileceğini söylemişti. Böylece iksiri içtiği zaman aynı baş muhafız gibi görünecekti. Bir kaç gün içinde Vitas neredeyse yakalandığı bir koşuşturmaca sonunda simyagerin istediğini getirmeyi başarıp iksirin hazırlanmasını tekrar istedi. Simyager saatler içinde Vitas’ın istediği iksiri hazır etmişti. Adam, kadına teşekkür edip tekrar kuzeye, arkadaşlarını kurtarmaya döndü.

Arkadaşlarını zindandan kurtarmayı planladığı günün öncesindeki gece, daha önce tüm karargahları yerle bir edildiği için güvenilir bir arkadaşının ahırında, koçların ve koyunların arasında gizlenmekteydi. Ansızın dışarıdan gelen bağırışlar ve ahırın kapısının aniden kırılmasıyla uyanıverdi. Nasıl olduysa muhafızlar isyan eden sözde özgürlük savaşçılarının liderinin yerini bulmuşlar ve ahıra gece yarısı baskın düzenlemişlerdi. Vitas panik halinde ceketinin iç cebinde simyagerden aldığı iksiri aradı. İksir, titreyen ellerinin arasından kayarak yere düştü ve kırıldı. Şişenin kırılmasıyla ürken sürü etrafa koşturuyor ve gürültünün daha da artmasına sebep oluyordu. Hayvanların hareketlendiğini fark eden muhafızlar o tarafa doğru yöneldiler. Ellerindeki meşalelerle birkaç adım daha atsalar yerde yatan Vitas’ı fark etmeleri kaçınılmazdı. Adam son çare olarak kırık cam parçalarının üzerinde kalmış ılık sıvıyı boğazından aşağı gönderirken yerdeki koç tüylerinin iksire karışmış olabileceğini düşünmedi bile.

* * *

Günler geçmiş ancak Rudi’ye gelen mesajların ardı arkası kesilmemişti. Çoban gelen kağıt parçalarını fazla dikkate almıyordu. Yine de köydeki çocukları takdir etmekten kendini alıkoyamadı, şaka konusunda çıtayı yükseltmişlerdi. Oysa Bahar Festivali yaklaşıyordu ve Rudi’nin de içinde bulunduğu köy ahalisine göre dünyanın sonu dahi gelse daha önemli bir olay olamazdı.

Bahar Festivali, her sene kış döneminin bitişini kutlamak için yapılır ve civar köylerdeki tüm insanların kutlama yapmak amacıyla belirlenen bir festival alanında toplanmasıyla başlardı. Festivalin şöhretini duyan jonglörler, sihirbazlar gösterilerini yapmak üzere gelir, erkekler ve kadınlar en güzel giysilerini giyerek Büyük Dans öncesi sınırsız yiyecek ile içeceğin tadını çıkartırdı. Yemek yarışmasını senelerdir Martha kazanırdı, o yarışmıyorum diyene kadar başka birinin kazanabileceği düşünülmüyordu. Yine de kimse bu durumdan şikayetçi değildi, hatta jüriye girip Martha’nın meşhur keklerinden yemek isteyenler neredeyse birbirlerini boğazlayacaktı.

Sınırsız eğlence, sihirli numaralar, boğazda en güzel tatları bırakan yiyecek ve içecekler insanların aklını bir yere kadar meşgul ediyordu. Festivalin bitişindeki Büyük Dans öncesi herkesin merakla sonucunu beklediği etkinlik Koyun Kırkma Yarışı’ydı. Geleneksel olarak yapılan bu etkinlik, bir koyunun üzerindeki kılları en kısa sürede kırkanın kazandığı ve festivalin en güzel kızı ya da en yakışıklı erkeğini Büyük Dans’ın ilk dansını yapmak için seçebildiği bir marifet yarışıydı. Mücadele sonunda hem en kısa sürede en çok koyunu kırkan kazanıyor, hem de kırkılan tüyler yün haline getirilip köylere dağıtılıyordu. Şampiyonu çıkartan köy en çok yünü alma hakkına ve Büyük Dans’ı en ön sıralardan izleme şansına sahip oluyordu. Bu sene de yarışmanın yapılacağı alan hazırlanmış, civar köylerden nice kendine güvenen delikanlı, nice bileği yetenekli hanımefendi festivale teşrif etmişti. Koçların ve koyunların ayaklanmak için tek bir kişiye ihtiyaç duyduklarını bilseler yarışmayı bu kadar hevesle beklemezlerdi.

* * *

“Kasap Bon Foristo’nun arka bahçesindeyim. Geç olmadan beni bul – V.” Sonu gelmeyen mesajlar yüzünden festivalin heyecanını yeterince yaşayamayan Rudi artık bu saçma şakaya bir dur demenin zamanı geldiğine karar vermişti. Bir elinde son aldığı not, diğer elinde ise kalınca bir meşe ağacı dalıyla önüne çıkan herhangi haylaz çocuğa dersini vermeye adeta and içmişti. Bon Foristo’nun dükkanının arka tarafına geçtiğinde tahta bir çubuğa bağlı ve otlamakta olan bir koçtan başka bir şey göremedi. İçinde bir yanardağın lavları gibi biriken öfkesi daha da arttı ve taştı. “BU HİÇ KOMİK DEĞİL! NEREDEYSENİZ ÇABUK SAKLANDIĞINIZ YERDEN ÇIKIN!” Sesi boşlukta kaybolup yerini gecenin sessizliğine bırakırken, uzaktaki evlerden bir iki köpek saatin oldukça geç olduğunu hatırlatırcasına havladı. Rudi hızlı adımlarla bahçeyi aşıp köşedeki kutuların içini kontrol etti. Kimse yoktu. Binanın ön tarafına koştu ve sokağa baktı. Yine karavana! Muhtemelen şu an bir yerden beni gözleyip ne kadar salak olduğumu düşünüyorlardır diye içinden geçirip okkalı bir küfür savurdu. Bu sefer ağır ve sessiz adımlarla geldiğini gizleyerek arka tarafa tekrar hareketlendi.

“Kendini gizlemeye çalışma geldiğin apaçık ortada.” dedi bir ses. Rudi sağına soluna, ardından Bon Foristo’nun çatısına baktı ama kimin ona seslendiğini göremedi. Konuşan muhtemelen kendini gecenin karanlığıyla kamufle etmişti. Yine de sesin bir çocuğa ait olmadığını fark edince şaşkınlığını gizleyemedi.

“Etrafa bakınma buradayım işte.” Rudi tekrar etrafına bakındı ancak kimseyi göremedi. Kasabın arka bahçesinde az önce otlamakta olan koç ve kendisi dışında kimse yoktu.

“Şaşkınlıktan bayılmayacak gibi görünüyorsun ama konuşanın artık ben olduğumu kabullenebilirsin.” dedi koç.

Çoban ise hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği bir hayretler alemi içinde başının döndüğünü hissetti ancak kendine hakim oldu. “Bu gerçek olamaz.”

“En az senin kadar gerçeğim. Adım Vitas. Kısaca V.”

Rudi neredeyse küçük dilini yutuyordu.

“Bu… Bu nasıl oluyor? Sen, kasabın benden satın aldığı sıradan koçlardan birisin.”
“Hepsini açıklayacağım. Yalnızca beni buradan kurtar.”

“Ama bu düpedüz hırsızlık olur. Kasap bunu görecek olursa başım büyük belaya girecek.”
“Yanılıyorsun. Özgürlük çalınan bir kavram değildir. Özgürlük kazanılır. Festival başlamadan bunu herkese kanıtlayacağız.”

Rudi, Vitas’ın lider karakterinin etkisi altına hemen girmişti ve ipini çözerek hayvanı kurtardı.

“Gün doğmadan beni diğerlerinin yanına götür!”

“Diğerleri?”
“Sürünün işte.”

Gecenin karanlığı içinde yanında konuşan bir koçla yürürken Rudi’nin içini kemiren soruların en büyüğü ağzından kaçıverdi.

“Bu toynaklarla nasıl yazı yazmayı başardın?”
Vitas kahkahasını gizleyemedi – ki bu daha çok kekeme bir koyunun me’lemesine benzemişti. “Toynaklarımla mı? Bu oldukça mantıksız değil mi? Kalemi ağzımla tutup yazıyordum.” Tekrar güldü.

Rudi birkaç saniye düşündü, ikna olmuştu. “Evet, mantıklı.”

“Elbette mantıklı. Aynen diğer her şey gibi.”

* * *

“Onları gerçekten tanıyana kadar koyunların böyle düşünebileceğini tahmin bile edemezdim. Üstelik sürü psikolojisi gibi anlatılan onca zırvadan sonra. İçlerinden bazıları tanıdığım birçok insandan…”

Vitas, geri dönüş yolu boyunca Rudi’ye başından geçenleri, iksiri içip de koç olmadan önceki hayatını, koyunların arasına karıştıktan sonraki hayatını ve sürü ile yaşadığı zaman boyunca neleri planladıklarını sırayla anlattı. Rudi ise hâlâ uyandırılmayı beklediği bir rüyada gibiydi. Kendisi ne kadar zorlarsa zorlasın uyanamıyordu ancak birisi onu çimdiklese uyanacaktı, biliyordu. Yoksa devrimci ruha sahip, insanlar gibi konuşabilen ve birkaç sene içerisinde içinde bulunduğu sürüyü de örgütleyebilmiş bir koçu takip ettiğine ve açıkçası bu koçtan etkilendiğine değil kimseyi kendini bile inandırabileceğini düşünmüyordu. Kendi yaşadığı evin birkaç bina ötesindeki ahıra girmeleriyle sürünün me’lemelerinin artması bir oldu. En azından Rudi için me’liyorlardı. Vitas’ın kulaklarında ise özgürlük şarkısı çalıyordu.

* * *

Carleon ve Lucanor’dan binlerce yıl, Rudi ve Vitas’tan binlerce evren sonra, ismine Stockholm denilen bir kentin yüzlerce kilometre kuzeyinde yer alan Lycksele ile Sorsele kasabaları arasındaki köylerde geleneksel olarak düzenlenen Koyun Kırkma Yarışlarının sonuncusu sonuçlanmıştı. Sahibine birinciliği getiren koyun, tüylerinin kırkılmasının verdiği serinlemeyle ve göğsünde taşıdığı haklı gururuyla dünyada kendisinden daha mutlu bir koyun olamayacağını düşünüyordu.

* * *

Ahırın kapısı açılıp içeriye girdikleri andan itibaren, Mella dünyada kendisinden daha mutlu bir koyun olamayacağını düşünüyordu. Rudi’yi gördüğü her an içi içine sığmıyor, sanki karnında kelebekler uçuşuyordu. Varlığından haberinin bile olmadığı Stockholm Sendromuvari bir tutkuyla tutulduğu çobanıyla ilgili kurduğu gelecek planlarından, birazcık da cüretkar hayallerinden onu uyandıran sürüdeki diğerlerinin hep bir ağızdan bağrışmaları oldu.

“Döneceğini söylemiştim! Vitas geri döndü! Artık özgürlük daha yakın! Kırkılmaya son.” Konuşan yaşlıca koçlardan biriydi. Gözleri dolan Vitas bir yandan da Rudi’ye bakıyordu. Çoban ise neler söylendiğini doğal olarak anlayamıyordu. Sürüden birkaç gencin kendini tutamamasıyla sloganlar atılmaya başlandı.

“KIRKILMAYA SON! KIRKILMAYA SON!”

“BASKILAR BİZİ YILDIRAMAZ!”

“ÖZGÜRLÜK! ÖZGÜRLÜK!”

Hatta bir grup ileri gidip kaybolan – özellikle kasap Bon Foristo’nun dükkanının çevresinde – arkadaşlarının hesabını sormaya yelteniyordu ki Vitas söze girmesinin zamanı geldiğine karar verdi.

“Yoldaşlarım! Davamızı size tekrar açıklamama gerek yok. Ne yazık ki Bon Foristo’ya satıldığım ve neredeyse hayatımı kaybedeceğim o talihsiz süreç bize oldukça vakit kaybettirdi.” Sürüden hararetli sesler yükseldi. Vitas hemen sözlerine devam etti. “Ancak genç Rudi’ye bu konuda kızmamalıyız. O, içimizdeki cevheri göremeyenlerden yalnızca biri. Ben ise kısıtlı sürede ona bizi, davamızı açıklamaya çalıştım. Yine de anlaması için çok erken. Ondan tek isteyebileceğimiz bir çıkış bileti!”

Sürüdekiler hep bir ağızdan bağırmaya ve yerlerinde hoplayıp zıplamaya başladılar.

“Söylediğim gibi, zamanımız kalmadı. Bu gece bir şeyleri değiştirmeliyiz. Zira gündoğumundan sonra festival başlıyor. Ya burada kalıp bizi kırkmalarına, bizi istedikleri zaman birer köle gibi kullanmalarına izin vereceğiz; ya da kaçıp bu kısırdöngüye bir son vereceğiz!”

Vitas sürüyü heyecanlandıran sözlerini yeni bitirmişti ki ahırın kapısı çarpılarak açıldı. Gelen Bon Foristo önderliğinde köydeki Yaşlılar Konseyi’ydi. “İşte orada! Söylediğim gibi bahçemden çaldığı koç da yanında!” Kasap sinirle Vitas’ı işaret ediyordu.

* * *

Rudi, ahırın kapısında sinirden deliye dönmüş kasabı ve Yaşlılar Konseyi’ni gördükten sonra ne yapması gerektiğine karar vermişti. Kendini hiçbir zaman bir kahraman gibi görmemişti. Zaten öyle de değildi. Oysa Vitas’ın anlattıkları içinde bugünden sonra asla yok olmayacak bir fikre dokunmayı başarmıştı. “Artık kırkılmamalı koyunlar!” Vitas ve diğerleriyle göz göze geldi, ardından ahırın arka kapısına yöneldi.

* * *

Çoban, ahırın arka kapısını açtığı sırada Mella adamın sırt çantasını karıştırmakla meşguldü. Yaptığı şeyin doğru olmadığını biliyordu ancak elinde değildi; ona deliler gibi aşıktı. Rudi’nin kitap ayracı olarak kullandığı prensgüldüyü aldı ve kokusunu içine çekti. Onu tekrar görüp göremeyeceğini bilmiyordu, en azından bir parçasını yanında götürebilirdi.

* * *

Vitas, Rudi ile göz göze geldiğinde adamın neler planladığını anlamıştı. Tek yapması gereken bir zamanlar rüyasında gördüğü ve İskoçya diye hayali bir ülkede William isimli hayali bir kahramanın yaptığını yapmak, peşine sürüsünü de takıp özgürlüğünün peşinden koşmaktı. “Özgürlük!” diye nara atarak ahırın açılan kapısından dışarıya, gecenin karanlığına sürüsüyle birlikte koştu.

* * *

Uzun zaman önce, Pordriga Okyanusu’nun ortalarında adına Torroprece denilen bir adanın kıyılarına, korsanlar tarafından batırılan bir geminin enkazı vurmuş. Bu enkazdan hayatta kalmayı başarmış yalnızca bir adam varmış. Yıllarca kurtarılmayı beklemiş ancak sislerin arasında gizli adanın yakınından hiç bir gemi geçmemiş. Bir gün, Torroprece’ye çok da uzak olmayan bir tüccar gemisi görmesiyle şansının döndüğünü düşünmüş.Gerçekten de adada yaktığı işaret ateşi gemidekilerin de dikkatini çekmiş ve bu sayede uzun süredir adada sürgün hayatı yaşayan adam kurtuluvermiş. Kendisine gemide mürettebata yardım edebileceği, bunun karşılığında taşınan yüklerin arasında yatabileceği söylenmiş. Artık güvertede kendisine verilen emirleri yerine getirme ve özgürlüğü karşısında karaya götürülmekte olan yünlerin arasında uyuma imkanına sahipmiş. Yine de kaderinden kaçması imkansızmış. Öyle ki karaya birkaç haftalık mesafe kala çıkan bir fırtınada tüccar gemisi alabora olmuş ve içindeki yükler ve mürettebat ile birlikte Pordriga’nın dibini boylamış. Gemide taşınan yüklerden bir kısmı da ismine daha sonra “Prensgüldü” denilecek olan çiçeğin tohumlarıymış. Tohumlar dalgalarla sürüklenmiş ve yalnızca efsanelerde var olacak krallıkların kıyılarına vurup, açacakları zamanı beklemişler.

Tüm bu yaşananlardan belki de yüzlerce yıl sonra, platonik aşkının kitabının arasından çaldığı bitkinin kokusunu içine çeken bir koyun, kalbini kaptırdığı imkansız aşkın özlemi içinde sürüsüyle kurtların uluduğu tehlike tepelerin arasından nereye gittiğini bilmeden yoluna devam etmiş.

Artık Kırkılmamalı Koyunlar” için 7 Yorum Var

  1. Güzel bir konu seçmişsiniz, diyaloglar da oldukça yaratıcıydı. Fakat bölümler arasında kopukluklar ve bu da okumayı zorlaştırıyor. Bunun dışında genel olarak güzel bir öyküydü.

    1. Okuduğunuz ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Sizin öykünüze yazdığım yorumda da belirttim, çoğu zaman diyaloglar üzerinden ilerlemek hoşuma gidiyor. Bölümler arası kopukluklar konusunu birkaç okuyan daha belirtmişti. Hikaye içinde hikaye kurgusunu denemek istemiştim ancak birçok kişinin böyle düşünmesi bunun büyük bir özen ve dikkatle yapılması gerektiğini göstermekte. İleride daha başarılı yapabileceğimi umuyorum.

  2. Merhaba. Öykünün ismi yüreğimdeki bir şeylere seslenir gibi olduğu için bu ayki seçkide “ilk okuyacağım” olarak belirledim kendisini 🙂

    Öykün, açıp bakmadan önce olduğunu sandığımdan çok daha uzun. Bu yüzden, imla hatalarını (varlarsa) tek tek belirleme yoluna gitmek ve hem kendi okuma keyfimi hem de senin benim yazdıklarımı inceleme keyfini baltalamak istemiyorum. Bu yüzden, şimdilik, sadece, giriş paragrafımda dikkatimi çeken bir şeye değinip “dil bilgisi” konusunu bir kenara bırakacağım. Yazarların anlatım tarzına karışmak da hoşuma gitmez açıkçası 🙂

    *”Carleon tepelerinin ardında şimdinin bataklıklarının bulunduğu topraklarda”
    bana “ardında”dan sonra bir virgül olmalıymış gibi geliyor. Benzer bir şey “bulunduğu topraklarda”dan sonrası için de geçerli. Orasının bir “ara cümle”ye ihtiyacı varmış gibi… Açıkçası, bu kurallar konusunda ve onların kullanılma şekilleri konusunda pek… Yetkin değilim. Bu yüzden, birbiri ardına sıralanan ama birbirinden bağımsız, iki ayrı mekana gönderim yapan kalıpların virgülle ayrılması gerektiğini hissettiğimi söyleyebilirim sadece. Elbette, bunu yapmayarak özel bir amaç da güdülmüş olabilir. Öykünün kalanında göreceğiz:)

    *”bir zamanlar bahçelerinde ” yukarıda bahsettiğime benzer bir hissi burada da yaşadım. Öykülerime sürekli virgül kullandığım için bir tür “göz alışkanlığı” geliştirmişim sanırım:/ “zamanlar”dan sonra, anlatımın parça parça gelerek iyice düşe yedirilebilmesi için birgül olmalıymış gibi…

    *” kokusunun gamzelerinden” Yukarıda bahsettiğime benzer bir his… “kokusunun”dan sonra virgül gelmeliymiş gibi çünkü kendinden sonraki kelime ve anlatım ile tamlama yapar havası var. Açıkçası, bu cümleyi ilk okuduğumda “kokunun gamzesi” ile çok “şiirsel” bir tamlama yaptığını sanmıştım. Sonradan, cümleyi 2. defa okuma ihtiyacı hissederek neyi ifade ettiğini anladım.
    *”olmadığı, her” her nedense, buradaki virgülün de bu tek paragraflık tamlamanın etkisini sekteye uğrattığını hissettim :/ Bütün o ardı ardına sıralanan betimlemeler “her daim güneşli Lucanor Krallığı”na eklemlenecekken, bir anda kesilmiş ve “her daim güneşli Lucanor Krallığı”da kendi ardında belirtilecek bir başka şey için bir tür “vurgu” olacakmış gibi… Umarım anlatabilmişimdir bendeki etkisini :/

    Yine de, buraya sıraladığım ve tamamen kendi zevkimle ilgili olup “dil bilgisel” herhangi bir iddiada bulunmadığım maddeler, öykünün “hoşa gidecek kadar masalsı ve pamuksu” yapısını etkilemiyor gibi. Bilemiyorum içerisinde “yün” kelimesi geçti mi ama “tema” olarak “yünlü” hissettirdi 🙂 Seçkilerde nadiren yapılan bir şeydi bu.

    Öykünün epikliği çok hoşuma gitti. Yine de “İnsanlar o kadar çok ağlarlar ki sokaklarda şehir birikintileri oluşmaya başlar.” derken “şehir birikintileri”nden neyi kastettiğin pek anlaşılmıyor gibi… Başka bir kelime ekleyecekken yanlışlıkla “şehir” yazmışsın gibi… Ama, yanılıyor da olabilirim çünkü şehirler bir şeyler biriktirirler “çöp, kirlilik, insan, hastalık…) ve bu diyardaki şehrin birikintisi de, o malum olaydan sonra “göz yaşı” olabilir pekala. Bilemedim :/

    Fantastik öykülerdeki (özellikle bilim-kurgu türünde olanlardaki) uydurma kelimeler çok “cırtlak durma eğilimi” taşırlar. Prensgüldü ise kesinlikle o tarz kelimelerden değil. Bu öyküye yakışıyor. Tebrik ederim 🙂

    Ökünün epiklik içinde ilerlediği düşünülürse, Rudi’nin notu bulduğu bölümdeki diskürsiflik göz ardı edilebilir. Karakterin düşüncelerinin verilişi, bir çocuğun hayalindeki kurguya uygun gibiydi. Bu yüzden, öykünün kalanının da böylesi bir temada yazıldığını var sayarak (olursa) sonraki eleştirilerimi bu doğrultuda yazacağım.

    Vitas’dan bahsettiğin kısımlar, Rudi’nin bölümüne göre biraz daha… “ustaca” olmuş gibi geldi bana. Anlatım, “sadece olay betimlemesi” barındırmakla kalmıyor, aynı zamanda dilsel oyunları da ön plana çıkartıyor. Yazarların yeteneklerini bu şekilde sergilemesi her zaman hoşuma gitmiştir ve bir tavenadaki bir aşıktan öyküler dinlediğim hissini kuvvetlendirmiştir. Önceki kısımlar “halkın kendi arasında ve kendisine anlattığı” masallar gibiyken burada bir “sanatçının rötüşlarıyla desenlenen öykü” var.
    Bilerek mi böyle bir “anlatım tarzı farklılığı” yaptın acaba? İleride göreceğim sanırım 🙂

    Yine de, berlitme ihtiyacı hissettim. Başlangıçta “çok cesur ve o bölgenin hiç görmediği bir tarzda cesur”olarak sunulan karakterin pek de kahramanca olmayan bir tarzda paniğe kapılması ve “biçare” halde çoğu yere dökülen sıvıyı biçare halde kurtarmaya çalışması, yazarın olayların akışına etki ettiği hissiyatını verdi bana. Elbette “her şeyin çözüme kavuşacağı gece”, kendi köyündeki basit aksiyonlar dışında kahramanlık yapmamış birisinden Conan’lık yapması beklenmemeli ama… Konuşma heveslisi bir okuyucu olan benim hislerimi bilmek isteyebileceğini düşündüm 🙂
    Kader tanrısı iş başında 🙂

    Bazı yerlerde, kendimce “imla hatası” olarak gördüğüm veya anlatım bozukluğu olduğuna karar verdiğim minik yerler vardı. Hemen her öyküde olan tarzda. Yine de, buradakini belirtmek istedim. ““Şaşkınlıktan bayılmayacak gibi görünüyorsun “. Ben mi yanılıyorum yoksa bu cümlede “şaşkınlıktan bayılacak gibi görünüyorsun” mu denmeliydi? Çünkü, devamında gelen “ama” bu havayı gerekli kılar gibi…

    ““Yanılıyorsun. Özgürlük çalınan bir kavram değildir. Özgürlük kazanılır. Festival başlamadan bunu herkese kanıtlayacağız.”” kesinlikle “lider karakterli” birisinden çıkacak bir söz.

    Bizim dünyamıza aitmiş gibi görünen kısa bölüm ve onun gönderim yaptığı düşünce çok güzel yerleştirilmiş. Keyif aldım o kısımdan 🙂

    Daha önce yazdığın öyküleri de okumuştum ve pek emin değilim ama bu öyküdeki diyarın veya bazı temaların/olayların diğerlerinde de geçtiğini anımsar gibiyim. Öyle mi? Tek bir öyküye sığandan daha fazlasını barındıran bir kurgusu varmış gibi…
    Yine de, sondan bir önceki paragrafta, o kurtarılan denizciyle ilgili kısımda biraz şaşırdım. Neyi anlatmaya çalıştığını anlar gibi oldum fakat öykünün içerisinde sadece ve sadece bir kere (kendisinde) kullanıldığını gördüğüm için anladığımın “yanlış anlama” olduğu sonucuna vardım.
    Diyarlarda gerçekleşen rastgele olayların daha da rastgele şeylere sebep olabileceğini mi göstermeye çalışmıştın? Öykünün hiç bir yerinde buna dair bir şey yok ama… O kısmı anlayamadım :/

    Bunun dışında, keyifli bir öyküydü ve adının bana çağrıştırdıklarını rahatlıkla verdi kendisi. Teşekkür ederim.

    1. Merhaba. Okuduğun ve zaman ayırdığın için teşekkür ederim 🙂 Haklısın belli kısımlarda virgül kullanımı okumayı rahatlatabilir, hatta rahatlatmanın ötesinde zaruri de olabilir. Bu konuda yetkin olmadığım için bir sonraki seferde daha dikkatli olmaya özen göstereceğim.
      Öyküde hikaye içinde hikaye olmasını istedim ve yalnızca benim için asıl başlangıç olan Rudi’nin kısmındaki çiçeğin hikayesini anlatmak için baştaki kısmı yazdım. Bu ayki seçkiden önce İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nı ikinci kez okumak fırsatına kavuştum ve ne yalan söyleyeyim, hikaye içindeki hikaye kurgusunu deneme şevkim büyük ölçüde kitabın bende bıraktığı muhteşem tat yüzündendi.
      Başından beri hikayenin absürt olmasını amaçladım. Bu konuda arzuladığımdan eksik kaldığımı düşünüyorum. Vitas’ın o kadar kahramanca betimlenmesi – ki gerçekten insanken öyleydi – yanlışlıkla William Wallacevari bir koça dönüştüğünde oluşacak absürtlüğü keskinleştirmek içindi.
      Nitekim Stockholm’ün kuzeyinde yapılan Koyun Kırkma Yarışı’nın belirtilmesi de, çobanına “Stockholm Sendromu” ile aşık olan Mella yüzündendi. Umarım anlatabilmişimdir :/
      Daha önceki öykülerimle aynı evrende geçmiyor. Sadece çok iyi yemek yapan Martha karakterini birçok öyküde aynı özelliklerle yazmıştım. Bazen öyle ufak göndermeler hoşuma gidiyor.

  3. Çok keyifle okuduğum bir öyküydü. Anlatim tarzi bayagi hoşuma gitti, sadece yanitlanmasi gereken sorularla okuyucuyu fazlaca merakta birakmis olmasi, kendi adima, üzücü oldu 🙂 bunu önlemek adina belki iç içe geçmişlik biraz azaltilabilirdi.

    Sevgiler,

    1. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Daha önce pek yapmadığım bir anlatım tarzı denedim. Aldığım yorumlardan anladığım kadarıyla bazı noktaları geliştirmem gerekiyor; yine de olumlu geri dönüşler almak da sevindirici. Hangi konuda merakta kaldığınızı belirtmemişsiniz; bu nedenle isteyerek mi istemeden mi yaptığımı bilemiyorum 🙂 Ancak çoğu zaman konuların ucunun açık kalması hoşuma gidiyor diyebilirim.

      1. Geri yanitiniz icin tesekkur ederim. Açikçasi -yukarida girizgah yapmak icin basladiginizi soylemissiniz gerci – sanki lucanor kralligiyla ilgili biraz daha yazilabilir gibi geldiydi okurken ya da Vitas arkadaslarini kurtarmaya giderken koça donusmustu, eski haline donmek icin ugrasacak diye bekiyordum ben ancak yeni dostlariyla ayaklanmaya karar verdi 🙂

        Ancak elestiriler yanlis anlasilmasin, iç içe öykü yazmak gercekten zor is. Siz oldukça iyi kotarmissiniz 🙂

Arda Demircioğlu için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *