“İfade edilmemiş duygular asla ölmezler, sadece diri diri gömülürler,
sonradan daha korkunç şekillerde ortaya çıkarlar.”
Sigmund Freud, Her İnsan Gördüğü Rüyanın Tabiridir
“Nasıl başlasam bilemiyorum. O güne dair herhangi bir olağanüstülük hatırlamıyorum, yani tabii ki gündüzünde. Zaten gecesi de o kadar normal olsaydı burada olmazdım. Günler geçmesine rağmen hâlâ kendimi iyi hissetmiyorum. İçimde hiçbir dayanağı olmayan fakat felaketlerin vuku bulacağını müjdeleyen manasız fakat tesirli bir his var.
O gün hava normal bir güz gününe karşın biraz fazla soğuktu o kadar. Kat kat giyinmeme rağmen üşüdüğümü hatırlıyorum. Okula gittim, tez savunmam yaklaştığı için sürekli olarak son kontrolleri yapmam gerekiyordu. Çok heyecanlıydım. Danışmanımla görüştükten sonra hızlıca eve gittim ve çalışmaya devam ettim. En ufak bir pürüz dahi çıksın istemiyordum. Akşama doğru Elif geldi. Yemek, sohbet ve sair derken saat ilerledi.
Sabahları erken kalkarım, belki biraz fazla erken. O yüzden de erken yatmaya özen gösteririm. O gün de öyle yaptım, yatağa girdiğimde henüz gece yarısı bile olmamıştı. Elif’e iyi geceler dileyip odama gittim, biraz daha oturmam için ısrarlarını savuşturmak zorunda kaldım. Bilirsiniz, yeğeniniz bazen gerçekten ısrarcı oluyor. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Yatağa yattım ve uykuya dalmayı bekledim. Zihnimde tezime dair okuduklarım dönüp duruyor, kendimce savunmamın pratiğini yapıyordum.
Bedenimde usulca dolaşan esrikliği hissetmeye başladım. Artık zihnim beni dinlemiyor, düşüncelerimi kontrol edemiyordum. Bazı sesler kafamın içinde yankılanıyor, bazı görüntüler göz kapaklarımın içinde beliriyordu. Bilincimin yavaşça kaybolduğunu hissediyordum. Uyku güler yüzlü ve hoş sesli bir sevgili gibi beni etkiliyordu. Neden sonra ani zıplamayla yüreğim ağzıma geldi. Hani şu yüksek bir yerden düşer de uykudan uyanırsınız ya, işte öyle. Fakat sorun şu ki hiçbir şey görmemiştim, uykunun insanı götürdüğü hiçliğin içinde yavaşça erirken, birden bilincimi açan bir korkuyla uyandım.
Kalbim göğüs kafesimden fırlayacak gibi atıyordu. Soluk alışlarım dakikalarca su altında beklemiş birinin havayla ilk temas ettiği andaki kadar hızlıydı. Sol elimin parmak ucundan dirseğime doğru incelen bir karıncalanma vardı. Başımı bir yere çarpmış gibiydim. Kafa derimden beynime doğru ilerleyen bir ağrı ve sanırım ondan mütevellit kulaklarımda bir uğuldama vardı. Ani bir farkındalık hissiyle bilinç kazandım. Zihnim duyuların esaretinden bir nebze olsun kurtulmuş, bana neler olduğunu anlayabilmem için kuvvet veriyordu. Gözlerim bilinmeyen bir korkunun peşine düştü, etrafıma bakındım. Kesik bir inilti çıkarıp gözlerimin kararmasına yol açan bir hayretle kalakaldım.
Odamda değildim, evimde de, hatta dünyada olduğumdan bile şüpheliydim. Kendime mukayyet olmakta çok zorlanıyordum. Yoğun bir şaşkınlık ve anlamsızlık hissinden müteessir olmasaydım eğer, kendimi çoktan kaybederdim. Ağzımı açacak kadar bile takatim yoktu. Başım dönüyordu. Kendimi ayağa kalkamaya zorladım fakat dizlerimin titremesine engel olamıyordum. Çöle benzer bir coğrafyanın ortasındaydım. Kararmış ve kızıla çalan kumlar ayaklarımın altında eziliyordu. Tıpkı ruhumun o an içinde bulunduğu korku hali tarafından ezildiği gibi.
Gözlerim ufka değene kadar yaptığı yolculukta hiçbir cisme değmedi. Benim dışında yalnızca somut bir varlık kazanabilecek yoğunlukta korkum vardı. Bu çöl memleketine nasıl geldiğimi, gerçek mi yoksa bir düş mü olduğu bilmiyordum. Bir şeyler düşünmeye çalıştım fakat beceremedim. Zihnim bana itaat etmiyor, ne kadar uğraşırsam uğraşayım yalnızca silik imgeler elde edebiliyordum. Gözyaşlarım görüşümü bulanıklaştırmaya başladığında onlardan kurtulmak için başımı geriye attım. O sırada göğün farkında vardım. Karanlıktı. Yanlış anlamayın gece değildi. Hayır, daha çok akşamüstü maviliğindeydi. Bir farkla, gün batımının kızıllığı eksikti. Hatta güneşin kendisi eksikti. Nasıl bir yerde olduğumu çözümleyemiyordum. Herhangi bir gök cismi göremiyordum fakat ayaklarımın altında yumuşayan kumlar yer yer gün renginde parıldıyordu. Bakışlarımı uçurabildiğim kadar yükseğe gönderdim. Sanki gökyüzünün ardında hiçlik yatıyordu. Oradaki karanlığı seziyor, hatta duyularım beni yanıltmıyorsa görebiliyordum.
Gökyüzü bomboştu. Yalnızca birkaç bulut kümesi vardı. İtiraf etmeliyim ki onlarda içimi ürpertiyordu. Her gün gördüğümüz ipeksi ve pamuksu tazelikten yoksundular, sanki, sanki gökyüzünde birer lekeydiler. Oraya ait değillerdi. Gözlerim, müspet mi yoksa menfi mi olduğunu bir türlü anlayamadığım bu kubbeyi arşınlarken, ensemde ürpertiyle karışık bir ağrı hissettim. Yukarı doğru bakmaktan boynum tutulmuştu. Gözlerim tekrar yere indiğinde, göğe bakarken istemsizce etrafımda döndüğümü fark ettim. Çünkü ilk başta ufka baktığım yer bir kum deniziyken, şu an karşımda bir sıradağ vardı.
İrili ufaklı görüntüleriyle, yan yana orantısız bir biçimde dizilmiş hamur yığınları gibi gözüküyordu. Sanki koca bir varlık onları kilden ve çamurdan elleriyle yoğurmuş, ardından yüksekçe bir yerden bırakmıştı. Kum zeminde gözüme çarpan altın ve kızıl dansı, görece büyük olan dağın tepesinden eteğine bir nehir gibi dökülüyordu. O anda gözümün önünde olanı fark ettim. Daha önce nasıl göremedim bilemiyorum, orada değillerdi, olamazlardı. Bir anda yoktan peyda olmuş olmalıydılar. Bu ani olayın hayretiyle geriye doğru hızlı adımlar attım. Dengemi kaybedip kıçımın üzerine düştüm. Çığlık atmaya çalışıyordum fakat sesim çıkmıyordu. Bağıra çağıra ağlamak istiyordum ama yalnızca birini becerebiliyordum, ağlamayı.
Karşımda, nefesimi kesmeye yetecek, beni oracıkta ölmeye yalvartacak kadar korkunç iki yaratık vardı. İki kadın! En azından bedenen kadına benziyorlardı fakat insan olmadıkları aşikârdı. Boyları uzun, vücut hatları düzgündü, göğüsleri ve kalçaları biçimliydi. Ağırlıklarından dolayı kısmen kuma gömülmüş ayakları çıplaktı. He ikisi de alacalı mavi elbise giyiyordu. Yani öyle sanmıştım. Hayır, bunlar elbise değildi. Bunlar onların derileriydi. Yer yer gevşemiş ve bir elbise gibi dökümlü hâl almış etten örtüleri, kimi yerde hâlâ bedenlerine yapışıktı. Birbirleri arasında belli bir mesafe vardı, öndekini daha rahat seçebiliyordum. İçimdeki dehşet duygusu yaratıkların benimle ilgilenmediklerini fark ettikten sonra yavaşça dinmeye başladı.
Korkuyla karışık bir hayret duygusu beni harekete geçirmiş, onlara daha yakından bakmam için beni dürtüyordu. Birkaç sarsak adım attım. Öndekinin bacağında, hemen diz kapağının üzerinden başlayarak gittikçe büyücek bir hâl alan çekmeceler dizisi vardı. Neler olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Fakat içinde bulunduğum bu korkutucu dünya beni içine çekiyordu. Belirsiz bir aidiyet duygusu giderek benliğimi ele geçiriyordu. Sırayla ve usulca açılan bu çekmeceler bulunduğum yerden boş gözüküyordu fakat içimden bir his onların çok derin şeylerle dolu olduğunu söylüyordu. Sırtından, belinden, bacağından geriye doğru uzanmış dokunaç benzeri şeyleri görebiliyordum. Her biri ucu çift çatallı değneklerle sabitlenmişti. Bacaklarındakine benzer fakat çok daha büyük bir çekmece göğüslerinin hemen altında, göbeğinin hemen üstünde, yarı açık bir şekilde duruyordu. Bu acayip varlığın muhtevasına dair hiçbir fikrim yoktu. Elleri cilalanmış fakat çok parlak olmayan vişneçürüğü renginde bir taştandı. Sanki elbise niyetine giydiği mavi derisi soyulmuş gibiydi. Yine kafası aynı şekilde bir yapıdaydı ve hiçbir organı yoktu. Gözler, kulaklar, ağız, burun… hiçbiri yoktu.
Nutkum tutulmuş bir şekilde ona bakarken hemen arkasındakinin büyüsüne yakalandım. Bu yaratıklar beni dehşete düşürmüştü, çığlıklar atarak oradan kaçmam gerektiği hissi içimde bir yumak şeklinde duruyordu fakat sanki etrafı bulunduğum mekân tarafından sarmalanmıştı ve hareketsizce onları izliyordum. İkincisi daha garip bir varlıktı, temel anatomisi birinciyle aynı olmasına karşın bu çok daha ürperticiydi. Bir kere arka tarafından çıkan dokunaç benzeri uzuvlar kafasından kalçasına kadar pek çok sayıdaydı. Öndeki ne kadar durgun ve hareketsizse bu da bir o kadar hareketliydi ve bunu görmemiş olmayı dilerdim. Sağ eliyle kavradığı ve üzerinden kanlar damlayan et parçasının, sinirleri henüz taze duruyor, canlı bir varlıktan zor kullanılarak koparıldığı belli oluyordu. Havaya doğru kaldırdığı eli, bu et parçasını ağzına doğru götürüyordu.
Ayak uçlarımdan ense köküme kadar yükselen bir titremeyle kendime geldim. İçimdeki o büyülü his yok olmuş, yerine tedirginliğin ve tehdit algısının yarattığı mide ekşiten hisse bırakmıştı. Sebebini birkaç saniye sonra anladım ya da birkaç dakika, belki de birkaç saat. Zaman algım yerinde değildi, aslında orada zamanın olduğundan bile emin değilim. İnsanımsı ve tuhaf varlıkların hemen solunda hafif bir duman kütlesi gördüm. Kaşlarımı çatıp bakışlarımı odakladığımda, karşımda bir zürafa vardı. Yanan bir zürafa. Zavallı hayvan inanılmaz bir ıstırap içinde olmalıydı fakat en ufak bir taşkınlık göstermiyordu. Anlamsızdı. Oradaki her şey kadar, oradaki her şey en az diğer her şey kadar anlamsızdı. Ağzından akan salyalar hiçbir çığlığa karışmıyor, uzun boynu boyunca süregelen alevler kuyruğuna kadar devam ediyordu. Bu zavallı hayvanın gerisinde bir insan vardı, belki de insanlar. Bilemiyorum, uzaklıklarından dolayı net göremiyordum.
Artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Dizlerimin titremesine engel olamadım ve kendimi yerde buldum. Ellerimle yüzümü kapamıştım. Yavaşça üzerimden kalkan o büyülü his artık yok olmuş, tam bilinç halinde tüm terör ve dehşet duyguları ruhuma hücum ediyordu. Zihnim çoktan infilak etmişti, hiçbir şey düşünmüyordum. Ağlıyordum ve çığlık atıyordum. Evet, bu yetimi kazanmıştım fakat fark edemeyecek kadar korkunun akışına kapılmıştım. Ellerimle yüzümü kapatmış görmekten nefret ettiğim bu şeylerin imgelerini durdurmaya çalışıyordum. Bağırdım, çağırdım, boğazım yırtılmış gibiydi. Resmen can çekişiyordum. Öksürük krizine tutuldum. Nefes alışverişim kesikleşti. Tam o anda kolumda bir şey hissettim ve hayatta kalma güdüsüyle kendimi yere attım.
Karşımda Elif vardı, çırpınmaya ve bağırmaya devam ederken yerde sürüklenerek kaçmaya çalıştım. Zihnim ani bir saldırıyla bedenimi ele geçirdi. Odadaydım. Yataktan düşmüştüm. Karşımda Elif vardı. Rüya? Kâbus! Meğer hepsi bir kâbusmuş. Fakat dediğim gibi günler geçmesine rağmen hâlâ etkisini hissediyorum. Gülüp geçemiyorum. Sanki her şey gerçekti, sanki hepsi gerçekten oldu. Bilemiyorum. Günlerdir ölü gibiyim. Elif, en son bu duruma dayanamayıp sizinle görüşmemi istedi. Teyzesinin bir psikolog olduğunu biliyordum ama daha önce tanışmamıştık. Keşke böyle olmasaydı tabii ama ne yapalım. Bana yardım edin, kafayı yemek üzereyim.”
Saçlarının kimi yerindeki kırlaşmaya karşın, kadın orta yaşların getirdiği olgun bir güzelliğe sahipti. Hastasının bu uzun anlatısını dinledikten sonra bitirdiğine emin oldu ve yeğeninin ev arkadaşı olan, siyah küt saçlarının altına saklanmış utangaç suratıyla ona bakan bu kıza konuşmaya başladı:
“Görüyorsun ya, bazen gerçekliği ve düşselliği ayırt etmekte zorlanıyoruz. Biz insanlar çok zayıf varlıklarız fakat mühim değil. Mühim olan dirayetli kalabilmek. Anlattıkların gerçekten korkunç şeyler, böyle bir kâbusun etkisinde kalman doğal bir durum. Özellikle bunun bilinçaltının dışavurumu olduğunu göz önüne alırsak. Evet, evet bilinçaltı. Çok derin bir konu.
Bir şey itiraf etmeliyim, sen buraya gelmeden önce Elif’le uzun uzun konuştuk. Senin için çok endişeleniyordu. Kendinde olmadığını hatta bu gidişle kendine bir şey yapabileceğini bile düşünüyordu. Onun bu hararetli konuşmalarından ben de etkilendim ve sana gerçekten yardımcı olmak istedim. Onun için, belki biraz etik dışı ama seninle görüşmeden önce senin hakkında epey şey öğrendim. İyi ki de yapmışım diyorum, anlattıklarını dinleyince. Diğer türlü aşama kaydetmemiz çok daha uzun sürebilirdi. Fakat şimdi, sen anlatmaya başladığından beri Elif’in bana senin hayatınla ilgili anlattığın şeyler kafamda dönüp duruyordu. Öyle ki, nihai bir sonuca ulaştığımı düşünüyorum. Son dönem senin için çok zorlu olmuş, okulun ve özel hayatında yaşadığın sıkıntılardan haberdarım ve bu rüya bana kalırsa ruhunun onlara karşı hissettiklerini kusmasından başka bir şey değil.
Anlattığın kadınlara benzer varlıklardan birinin sen olduğunu düşünüyorum. Tahminimce öndeki, çünkü dingin ve özellikle yüzünün kaybolmuş olduğundan bahsettin. Daha net seçebiliyordun çünkü o sensin, hareketsizsin çünkü çaresizsin, yüzün yoktu çünkü belirsizliğin ve yalnızlığın içinde kaybolmuşsun. O çekmeceler ise senin ruhunun birer parçası. Her birinde bir söyleyemediğin bir söz, elde edemediğin bir arzu, çaresiz kaldığın bir an var. Hiçbirimiz dışarıdan gözüktüğümüz insanlar değiliz, her birimizin kapalı tuttuğu çekmeceler içinde onlarca benlik var.
Diğer varlık ise bana kalırsa danışman hocan, neden bir kadın figüründe bilemiyorum. Elif erkek olduğunu söylemişti ve seni çok zorladığını da. Anlattığın rüyanın derinliğine bakacak olursak ben işin zorlamadan daha ileri olduğunu düşünüyorum. Seni taciz mi ediyor? Belki sözleriyle baskılıyor? Akademik kariyerine engel oluyor? Seni tehdit ederek istediği şeyleri yaptırmaya çalışıyor? Ama başaramadı değil mi? Henüz değil. Çünkü savaşıyorsun. Bilinçaltın bize bunu anlatıyor. Çok üzgünüm. Üzgünüm ve rüyanın içinde benim olduğumu da itiraf ediyorum. Gördüğün figürlerin arkasından çıkan dokunaç benzeri yapılar ve destek olmadan duramamaları beni ifade ediyor. Beni, Elif’i, diğer hocalarını, arkadaşlarını, aileni… seni bu yalnızlığa terk eden, senin yaşadığın bu zorluklara karşı direnç göstermeyen iki yüzlü toplumu. Kendimden utanıyorum. Elif’le konuştuğumda hocan olacak o adamın sana fazladan iş yaptırdığını düşünmüştüm. Fakat şu an söylediklerime verdiğin tepkilerden gördüğüm üzere böyle değil maalesef. Ama merak etme, bundan sonra yanındayız. O hayvanı beter edeceğiz. Neden biliyor musun? Çünkü o rüyanda zürafa vardı, yanan zürafa. Onun manası savaş demek, bu duruma karşı mücadele etmek demek. Hadi kalk, gidiyoruz!”
İki kadın, iki yeni dost, iki gözü kara savaşçı, beklenmedik bir şekilde birbirleri tarafından anlaşılabilmiş olmanın verdiği huşu verici hissiyat ve nihayet direnecek olmanın verdiği heyecanlı ruh ile kapıyı açıp ilk adımlarını attılar.
Temayla ve tabloyla birebir örtüşen bir öykü. Psikanaliz var, rüya var, imgeler var. Tablonun hissettirdiği duyguları birebir aktarmışsınız. Naçizane, kurgu çatısı biraz daha derli toplu olsa dedim sadece okurken. Kaleminize sağlık.