Derya-yı Rum’da, Konya’daki yeşil kubbesi altında hüküm sürer Al-i Selçuk’un zamanında, Kafkas dağlarının cenubunda mamur Gürcü Krallığı toprakları uzanırdı. Dağ eteklerindeki yüksek duvarlı hanlarda saz çalar destancıların kadim kralların hikâyelerini, ejder tepeleyen prenslerin, ifritlerin kaçırdığı prenseslerin destanlarını anlatıp, savaş zamanıymışçasına beli kılıçlı at biner savaşçıların yüreğini tutuşturan şarkılar okuyan ozanların zamanıymış.
Yetmiş iki milletten dev suretli yiğitlerle ak benizli, topuklara dek örük saçlı dilberlerin zamanıymış ki o çağda ki garpta ok çeker, mızrak çala Al-i Selçuk yiğitleriyle gök demir zırha bürünmüş Bizans’ta derler Doğu Roma erlerinin cenge tutuştuğu, şarkta Fars beylerinin binbir entrika çevirdiği vakiymiş.
Gürcü Kralı’nın yahut Kraliçesi’nin sancağı altında ne vakit çağırsa savaşmaya giden, ebaanced kılıç taşır miğfer takar, hilafsız yirmi sekiz göbek soylu Gürcü beyleri varmış ki, bu beylerden birinin babasıyla birlikte cenge gider, dağda şaki kovalar yiğit bir oğlu vardı. Dmanisi’nin savaşçı beylerinden Sakallı Sribad’ın oğlu Bagrat derler, at biner, mızrak sallar, kılıç savurur, ok atar bir deli kişiydi. Doğan güneşe sen doğma ben doğayım diyebilecek görünüşte, kah ateş saçlı kah gece saçlı bir nice çeşit memleket kızlarını bir nazarıyla hak-ı yeksan eder, onu gören bir nice kız ateşlenir yataklara düşer, baktığı haneye belay-ı derd-i aşktan ateşler düşüren bir görkemli yiğitti.
O tarihlerde Gürcü Kraliçesi Rusudan’ın sarayında büyük bir ziyafet vermesi vaki olmuş kalpaklı Abhaz beylerinden, ok çeker at biner Kıpçak başbuğlarına, Gürcü beylerinden Ermeni prenslerine bir nice soylunun hem oğulları hem kızlarıyla geleceği bir resm-i geçit törenine benzemişti. Bagrat gün ışığında parlayan zincir zırhının ve gümüş süslemeli miğferiyle, kır atının üzerinde sabah yeli gibi Rusudan’ın sarayının kapılarına vardığında Tiflis şehrinin genç yaşlı cümle kadını pencerelere kapılara dökülmüş bu masallar beyinin atı üstünde geçişini iç geçirerek seyretmişti.
Bagrat sarayın yüksek tavanlı salonuna girdiğinde üzeri tüten nar gibi kızarmış etlerin gelip gittiği, şarapla kımızın nehirler gibi çağladığı o sofranın etrafında kendisini gururla ve kıskançlıkla süzen beylerin, savaşçıların bakışları altında babasının sancağına ayrılmış masaya gidip oturdu. Masaların gerisinde bir nice beyin ve savaşının kız kardeşleri ve kızları gözlerini Bagrat’ta alamıyor, kendilerini ona fark ettirmek için kuğu gibi ortalarda geziniyorlardı.
Bagrat’ın gözü bunlardan hiç birine değmemişti de kenarda uçta masalardan birinin gerisinde, oturan bir kıza takılmıştı. Çoktan Hristiyanlığı kabul etmiş Kıpçak beylerinden Artak’ın bilmem kaçıncı göbek torunlarından Gurdak’ın kızı Seruzad’ı görmüştü ki o anda gözüne cihanda kendisine denk yegane yürek ondaymış gibi görünmüştür.
Seruzad ki zarafeti ve salınmasıyla bir nice yiğidin aklını başından almış, servi boyuyla, sırtına dek uzanan altın sarısı kumral saçlarıyla namlı, erkek gibi ata biner ok atar kılıç vurur bir deli kızdı. Bagrat, ismini çokça duyduğu bu kızı karşısında görünce kalbi çarpmaya başlamıştı ki az sonra salondan içeriye doğan ay parçasının gelişiyle gözleri ister istemez kapıdan yana dönmüştü. O anda kalbi başka atmaya başlamıştı. Salonun duvarlarında çınlayan boruların sesleri altında küçük Ermeni prenslerinden Simbad’ın ardından güzelliğiyle dillere destan, tasvirini gören Bizans beylerinin ayaklarına hazineler saçtığı Altın Saçlı Mairan’ın gelişini gördü. Mairan ki beline kadar uzanan d, tahtları süsleyen mavi firuzelerin ışıltısına benzeyen gözleriyle, ak teni ve salınmasıyla baştan ayağa bir güzellik abidesiydi.
Mairan, uğruna düellolar yapılan, kanlar dökülen ve kavgalar verilen prensesti. Onu gören birisi ılık dağ meltemlerine kapılırcasına feraha erer, ardından kendisini es geçen bakışlarının ardından kara sevdanın ateşiyle kor gibi yanıp kavrulurdu. Bir nice beyin ve savaşçının bakışlarını üzerinde hisseden Mairan, yerine oturduğu sırada o bakışlardan sadece birini fark etmişti. Daha yaşadığı halde ozanların savaş ve kahramanlık dolu şarkılarına, hikâyelerine konu olan Bagrat’ı yanındaki nedimelerden sormuştu.
Salondaki ozanlar ve çalgıcılar, duyanın yüreğini yerinden oynatacak dağ ezgileriyle bezeli eski bir düğün şarkısı okumaya başladıklarında genç kızlar ve genç oğlan birer birer salonun ortasına geçerek asırlardan beri göre geldikleri figürlerle, bir çobanla bir peri kızının hikâyesini anlatan şarkının eşliğinde dansa başlamışlardı. Bagrat tüm cesaretini toplayıp Mairan’a doğru yürüdüğünde tüm nefesler tutulmuş, sevgiyle ya da hasetle bakan tüm gözler onlara dönmüştü. Bagrat ile Mairan dansa başladıklarında, o destansı anı tarihçiler, destancılar ve çalgıcılar zanaatlarıyla işlemeye ancak dans bittikten ve o anın büyüsü anılarına sindikten sonra başlayabileceklerdi.
O günün ardından Bagrat ile Mairan at sırtında, ovalarda ve ağaç diplerinde uykuyu unutturacak güzellikte bir rüya aleminde yaşamaya başlamışlardı. Cüzzam yaralarından çürüyen canlı cenazelerin, veba pisliğiyle ortalığı kasıp kavurmuş fareli cesetlerin varlığı, yüze savrulan kılıçlarla sırta saplanan hançerlerin bile gölge düşüremediği bir mutluluğun sırrına ermişlerdi.
Kötülük durmaz, haset edenin yüreği cadı kazanı misali kaynar. Onları hasetle seyreden Kıpçak kızı Seruzad, yüreğine dizgin vuramayınca ve hiçbir şeyin onları o alemden döndüremeyeceğini anlayınca daha ötelerden bir şeylere çevirdi kalbini. Madem rüyalar almıştı Bagrat’ı ondan, o da kabuslarla geri alacaktı sevdiğini. Kafkas dağlarının sınırındaki akrabalarını görmek bahanesiyle yollara dökülen Seruzad, Kaf Dağları’nın yücesinde buldu aradığını. Kuşaklar önce şaman adetlerini terk eden Kıpçak beylerinin kendisini kovalayıp dağlara sığınmak zorunda bıraktıkları kocamış bir şamanın peşine düştü.
Fırtınanın atları sürüklediği, develerin böğürdüğü, zırhların üzerinde tükürük gibi yağmur damlalarının tıkırdadığı sırada bir mağara ağzına daldıklarında buldular koca karıyı. Yerli ahalinin çoktan adını sanını unuttuğu bir kralın mezarının durduğu, cinli diye girmeye korktuğu, asırlarla kocamış gulyabanilerin bile terk ettiği harap bir mağarada lahdin üzerinde tünemiş yaşlı cadıyı gördüklerinde her birine korkudan titreme gelmiş, beti benizleri atmıştı. Burnu çenesine kadar kıvrılan, kocaman gözlerinin yıldız gibi ışıldadığı, ak saçlarının koca koca örgülerle asırlık ejderler gibi sağa sola kıvrıldığı, sihirbaz kere sihirbaz bir cadıydı.
Cadı karının keçelere sarılmış ayaklarına kapanarak medet umdu, çare dilendi. Bir kesenin içine doldurduğu Bizans’tan getirilme incilerle süslü sayısız altın kolyeyi, yüzüğü önüne saçtı. Cadı karının karnını doyurmak için nereden getirdiler bilinmez beşiğinde yatar iki bebeği de beraberinde getirip cadının ayaklarına serdi. İştahı kabaran cadı siyah tırnaklı korkunç elleriyle bebekleri beşikleriyle birlikte yakınına çekip onları kokladıktan sonra Kıpçak kızına olur verdi. O anda kimlerin ettiği bilinmez, kararmış bir bakır kazanın taş zeminde sürüklene sürüklene cadının önüne geldiğini gördüler. İşte simsiyah, katran gibi bir şey vardı ki, çürümüş cesetten yedi kere daha ağır kokmaktaydı.
Cadı katrana ellerini katrana daldırdı. İki kişi gördüğünü söyledi, tarif etti ki biri Bagrat’a biri Mairan’a aitti. Seruzad cadıya ne yapabileceğini sorunca cadı iki yol olduğunu söyledi: Ya Bagrat ona aşık edilecekti ya da Mairan’la arası bozulacaktı. Cadı okudu üfledi, Bagrat’ın kalbini yokladı ötelerden, yüreğine sirayet edemedi. Bagrat’ı aşık edemeyince Mairan’ın yüreğini yokladı ki yüreğine nefret koyacaktı. Onun da yüreğine işlemedi sözleri. Onlara yürekten ilişemeyince Kıpçak kızının içindeki haset daha da büyüdü. Cadı karı ki kırk tilki dolaşırdı kafasında, zift misali kararmış yüreği zerre acıma duymaksızın onları ayırmaktan başka yol olmadığını söyleyip onları ayıracağını söyledi. Zaten Seruzad’ın istediği de buydu, cadının önünde eğile büküle, yanındakilerle birlikte çekildi gitti. Dağlardan aşağıya inerlerken arkalarından gelen etin kemikten sıyrılma sesleri ve bebek bağırtıları karşısında tüyleri diken bir halde ovalara indiler.
Talihin okları fırladı, talih zarlarını yuvarladı. Güneşin doğduğu toprakların ötesinden, Arz-ı Yecüc ile Mecüc’ten kopup gelen Tatar atlılarının gelişleri duyuldu. İnsan kemiği çiğneye çiğneye zalimleşen atları ve kara tüylü oklarıyla fırtına gibi esmekteydiler, nereye varsalar ölüm getirdiler. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmaz, ayak bastıkları yerde ot bitmez, terk ettikleri yerlere ceset kokusundan akbabalar bile yanaşamazdı. Kraliçe Rusudan’a haberler ulaşınca Gürcü prenslerinden Kıpçak beylerine, bir nice soyluya ve eşrafa haber salındı ki kraliçenin sancağı altında savaşa gideceklerdi.
Kraliçenin habercilerinden biri Dmanisi’deki Bey Köşkü’ne varanda Sakallı Sribad Bey, oğlu dahil bir nice efradını zırhlarını kuşanıp cenge gitmeye çağırdı. Bagrat, zincir zırhını ve miğferini kuşatıp, belinde kılıcı, elinde kalkanıyla babasının atlılarının peşinden at sürmekteyken Kraliçe’nin sarayına kadar Mairan at sırtında uzaktan onlara eşlik etmiş, güney hudutlarına inerlerken Bagrat’ı son kez seyrederek Büyük Kilise’ye gidip geri dönmesi için sabaha kadar manastır koridorlarını mesken tutar olmuştu.
Cadının büyüsü ise çoktan bulmuştu Bagrat’ı ki ayağına dolanan lanetin varlığından habersizdi. Moğol ordularıyla Gürcü orduları birbirine girip kılıçlar ve baltalar işleyip oklar zırhları bile zayi ederken o zor anda askerlerinin tepesine ölüm yağdıran Çinli ve İranlı mancınıkçıların ve sair kuşatma aleti erbabının bulunduğu bölüğe saldırdı Bagrat ardında gönüllerle. Kılıcıyla vurduğunu yıkan, yaralarına rağmen savaşan Bagrat’ın olduğu yere İranlı bir neftzenin fırlattığı neft üstüne düştü Bagrat’ın yandı kavruldu, kömüre çalan Bagrat’ı güç bela taşıya sürükleye cenk hengamesinden sıyrılıp ordugaha döndüklerinde hekimlere teslim ettiler. Bagrat ölümden dönmüştü ama bütün sureti baştan başa yanıp kavrulmuş cüzzamlılara benzemişti. Dünya başına yıkıldı, yitip giden görkeminin ardından.
Aynalardan kaçan bir umacıydı, kendi ismini taşıyordu ama sureti kabuslardan çıkma tarifsiz varlıklardan biriydi. Bagrat’ı asıl kahreden ise Mairan’ın onu görmesiydi. Onu bu halde görmeyi kaldıramazdı. Adı gibi emindi ki kızcağız onun yanmış suratını görür görmez tiksinecekti, dehşete kapılacaktı. Bu nedenle en sağdık silah arkadaşlarına ve hizmetkarlara yeminler içirerek savaşta öldüğünün söylentisini yaymalarını söyledi. Mairan’a kavuşana kadar ölü kalacağını, hiçbir alaycı bakışın Bagrat’a acıyarak bakmasını istemediğini dedikten sonra sırra kadem bastı.
Bagrat’ın ölüm haberi cümle Gürcü Krallığı’na tez elden yayıldı ki duyan kulaklarına inanmadı. O görkemli cengaverin ölüp gideceğine hiç biri ihtimal vermezdi ki, o masallara denk sureti ile artık tarihe ve tozlu vakayinamelere karışmıştı.
Üzerine yamalı bir keşiş cüppesini ve kukuletalı pelerini geçiren Bagrat, suratını gizleyerek ıssız dağ vadilerinden yollara düştü. Yanında bir çuvala doldurduğu kendi hazinesi ile alelade bir sütçü beygirine sahip olarak, yedi düvelin en namlı büyücülerini, falcılarını aradı. Müneccimlerden hüddamlara, falcılardan bakıcılara ne kadar netameli ve sırlı ilimlere vakıf kişi varsa eteklerine yüz sürdü. Hiç biri onun derdine çare olamayacağını söyleyince, günden güne azalan hazinesi ile yollarda kayboldu.
Cihanı gezdi ki gitmediği falcı, görmediği büyücü kalmadı en son hazinesinden geriye bir altın kalmıştı ki çaresiz olarak memleketinin yolunu tutmuştu. Yolu üzerinde Haçin kalesi derler Çukurova’daki Kilikya Krallarının mamur kalelerinden biriydi, oraya uğradı. Kaleye doğru yürürken kendi halinde bir dilenci gördü, içi acıdı ve son kalan altınını ona verdi. O anda tuhaf bir şey oldu ki o dilencinin gözünün önünde bir dudağı yerde bir dudağı gökte, kara dumanlar saçan kıllı vücutlu, korkun suratlı bir ifrit olduğunu gördü. İfrit ağaç altında bekler, altın vermeyenlerin kemiklerini sıyırır yaşar gider bir ecinni imiş ki son altınını veren Bagrat’ın yaptığı ziyadesiyle kendisini memnun etmiş ona yardım etmek istediğini söylemişti.
Bagrat suretini göstererek diyar diyar dolaşıp çirkinliğine çare aradığını söyleyip ifritten yardım dilenmiş. İfrit kendi sihrinin bile suretini değiştiremeyeceğini söylemiş ama kendisine yardım edebilecek birini duyduğunu, o büyücünün el muhtemel kendisine yardım edebileceğini söylemiş. O büyücünün imini izini öğrenen Bagrat, büyücüyü bulmak üzere yeniden yollara düşmüş
Mardin’in dağlarından birinin yücesinde Süryani Grigor derler sihir sanatına malik ve bir nice efsunu bilir, tacını tahtını tepmiş, topraklarında insanların yerine ecinnilerin yaşadığı bir kale yıkıntısında tek başına otururdu. Sanatını ta Kaldelilerden beridir Babil saraylarında müneccimlik eder atalarından öğrenmiş, insandan elini eteğini çekmiş bir yaban adamıydı. Bagrat yanında kalan son eşyası olan altın süslemeli kılıcını da satmak zorunda kalarak yeniden yollara vurarak kendine Mardin dağlarına geldi. Dağların en diplerinde, güneş girmez kuytuların birinde, çoktan ölmüş ve dallarına çaputlar bağlanmış kara kuru ağaçların gerisinde gördü ifritin anlattığı harap kaleyi. Baykuş seslerinin kuytulardan yükseldiği, aşınmış taşlarına kuzgunların yuva yaptığı Bizans zamanlarından kalma bir garip binaydı.
Bagrat çıkarak Grigor denen tûba boylu, heyula tipli sihirbazın karşısına huzuruna yüzünü gözünü sürdü. Grigor’un çöktüğü koca tavanlı salonun karanlık köşelerinden kendisini seyreden binbir türlü yaratığın ve mahlukatın huzurunda titreye titreye yalvardı. Grigor, Bagrat’ın üç gün üç gece kalenin avlusunda yatıp kalkarak beklemesini söyledi.
Grigor o dehşetli günlerini nasıl geçirdi bilinmez. Kalenin avlusundan çıkan şekli şemali belirsiz bir nice heyulanın ve gulyabaninin sadece seslerini dinleyerek, yüzüne gözüne çarpan ve ayaklarına sürten şeylerin geçmesini korku hisleriyle gözleri kapalı bir şekilde yemeden içmeden geçirdi.
Üç günün sonunda Grigor huzuruna çağırdığında, o dev kubbeli korkunç salonda birebir kendisine benzeyen bir insan bedeni gördü. Grigor ona etten, kandan ve kemikten bir insan bedeni yapmış ve öylesine tılsımlamıştı ki uzaktan Bagrat’a bağlı olarak sanki bir kuklaymış gibi hareket edecekti. Bu sayede Bagrat sevdiğine bu şekilde kavuşabilecekti ve kendisinin görünmemesi için sürekli kendisini görünmez tutacak olan bir boyun bağı ile gezecekti. Mairan’ın aşkıyla yanıp tutuşan Bagrat, ona kavuşmanın başka bir yolu olmayacağından bu çareyi kabul ederek insan bedeninden kuklası kendi ardından yürür halde memleketine dönmüştü.
Bagrat’ın yasıyla karalarla bürünmüş Gürcü krallığı, bir sabah atının sırtından geri dönüşünü borular ve tellallarla müjdeledi. Onun ölüm haberiyle çoktan atalarının mezarlarına giderek rahibe ömrü sürmeye ahdetmiş Mairan, kulaklarını inkar ede ede mezarlardan çıkarak haberlerin geldiği yere doğru at sürdü. Bagrat’a kavuştuğunda, Bagrat’ın babası Sribad çifte sevinçle düğünlerini yapmaya karar verdi. O savaş dönemine rağmen asırlarca anlatılacak hengameli bir düğün kuruldu.
Asıl Bagrat, kuklasının uzaktan mutluluğuyla avunmaya çalışıyordu. Dokunduğu rüzgardı, kuklası ise Mairan’ın yanındaydı. Onunla konuşan oydu ama Bagrat’ın kendisi domuz yağıyla yıkanmış bağların altında görünmezlik tılsımının altında havaya karşı söyleniyordu.
Bir gün canına dayanamayarak bağlarını çıkartıp Mairan’ın huzuruna çıktı. Mairan’a söyledikleri ve yaptıkları karşısında Mairan’ın aklı daha o anda yerinden oynadı. Karşısındaki ucube asıl Bagrat olamazdı! Bu nasıl bir delilikti? Bagrat o anda gözündeki yabancılığı görmüştü. Kızın gözünde kendi suretini görünce artık onun için bir şey ifade etmediğini anladığında kalbinin yerini nefret doldurmuştu.
Günlerden bir gün Mairan’ın kulelerden aşağıya atlayarak intihar ettiğini gördüler. Kimileri de Bagrat’ın da onunla atladığını ama kaybolduğunu söylüyordu. Rivayete göre uzak diyarların birinde bilinmeze doğru giden bir ucubeyle onu takip eden paramparça olmuş adem suretli bir yaratığın yeryüzünde dolandıkları söylenilir.
SON
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Selamlar sevgili Wyern;
Yine güzel bir hikayeyle bizlerleydin. Bu seferki saha mı acıklı bir sona sahipti ne? Öykünün mutlu sonla biteceğine kendimi öyle bir hazırlamışım ki böyle bitmesi beni iki kez daha fazla üzdü. Yalnız bu öykünde yazım hataların had safhadaydı be üstat! Uzun cümlelerini anlamak için çoğunu birkaç kez okumam gerekti. “Şurada bir virgül olacaktı herhalde, burada da bir harf hatası var sanırım.” diye diye geçebildim ilk birkaç paragrafı. Eski Türkçe kullandığın için en ufak bir virgülün dahi hayati önemi oluyor yazılarında. Dikkat etmeye çalış lütfen.
Kalemine sağlık…
Teşekkür ederim ustam. Bu aralar hem kısa yazı ve paragraf tipleri üzerine çalışıyorum. Konu olarakta karanlık masallar, kötü sonlu hikayeler üzerine alıştırmalar yapıyordum bu da bunlardan birisi. Eski metin tarzı uzun tasvir huyumdan kurtulmaya çalışıyorum biraz, arada hatalar kayıp gidiyor. 🙂
Merhaba hocam,
Daha kara bir masalla gelmişsin bu defa karşımıza. İyi de etmişsin. İhsan abinin bahsettiği yazım hatalarını göz ardı ettiğimde, gayet keyif aldığımı söyleyebilirim öyküden. (Bu cümle spoiler içerir.) Özellikle ‘kendi kuklasını kontrol ederek mutluluğa ulaşmaya çalışan kahraman’ fikri feci can yakıcı geldi bana. En sevdiğim şey de bu oldu sanırım.
Bir eleştirim de anlatım sırasında “-mış”lı geçmişten “-dı”lıya, “-dı”lıdan da “-mış”lıya geçtiğinde, bu takip eden cümleleri sesli bir şekilde okuman. Aksaklığı sen de fark edip düzelteceksin zaten. Aynı paragrafta zaman kipleri sıkça değiştiğinde aksıyor çünkü anlatım.
Yazım hataları muhtemelen -pek çoğumuz gibi 😛 – gönderimi son güne bıraktığın için olmuştur. O yüzden pek söylenmeyeceğim; ama bitirdikten sonra birkaç son okuma faydalı olacaktır her daim. 🙂
Kalemine sağlık. Sevgiyle kal abi, görüşmek üzere. 🙂
Aynen kardşeim ikinci kontrol yapmadan göndermemeye çalışıyorum hikayeleri ama zaman sıkıştırması illa ki vuku buluyor. Sağlam bir kontrolden geçirmeden yollamamak lazım aslında. Sağolasın yorumun için.
Selamlar Wyern,
Kendimi bir an Dede Korkut hikayesi okuyormuş gibi hissettim. Oldukça profesyonel bir dil kullanmışsın, ilk seferinde tam olarak anlayamasam da ikinci okuyuşumda hem cümleleri daha rahat okudum hem de kurguyu anladım. 🙂
Arada bazı klavye hataları gördüm ama öykünün ve dilin özgünlüğü onları görmememi sağlıyor. Ellerine kalbine sağlık, çok teşekkürler..
Teşekkür ederim yorumun için. Hala bazı şeyleri oturtmaya çalışıyorum, kontrolüydü şusuydu busuydu derken ipin ucu bir yerde kaçıyor. Bu tarihsel üslubu korumayı ve bunun üzerinden yazım tekniği geliştirmeye çalışıyorum. Sağolasın tekrar…