Gecenin soğuğu insanın hâlâ içini ürpertirken, güneş kafasını uzatmış, etrafa gülümsüyordu. Yosun kokusunun hâkim olduğu havada, denizin sakince kumlara çarpan dalga sesleri arasında, bir adam henüz insan kalabalığı tarafından istila edilmemiş kumları çıplak ayaklarıyla adımlıyordu. Geceden kalma sabaha ayak izlerini bırakıyordu. Birazdan hepsi silinip gidecekti. Adamın varlığına muhalif kumlar, çiğnenen yerlerini örtbas edeceklerdi; sanki adam orada hiç yürümemiş, bütün bunlar yaşanmamış gibi.
Adamın hayatı da bu şekilde geçiyordu. Bastığı yerlerde ayak izleri bırakıyordu bırakmasına ama bunlar o kadar önemsiz oluyordu ki, kısa zaman sonra her şey unutulup gidiyordu. Hoş, hatırlanmaya değmeyen hayatında yaptığı kayda değer bir şey de görülmemişti. Ne bir keşif yapabilmiş ne de bir eser yaratabilmişti. Tek yaptığı bütün gün masasında oturup, sürekli biriken, dipsiz bir kuyudan çıkarılıp getirilen evrak yığınlarını kontrol etmek ve ilgili başlıklara göre ayırmaktı. Çalıştığı devlet dairesinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak yaşadığı şehirdeki milyonlarca insanın ardı arkası kesilmeyen istekleriyle uğraşıyordu. Biri bitiyor, öteki başlıyordu. Kimse kendisine ne istediğini sormuyordu. Adam da bir süre sonra bunu umursamayı bırakmıştı zaten.
İki gündür o bölgedeydi. Yıllık izni için gelmişti. Yalnızdı. Ne karısı ne çocuğu vardı. İş yerinde çalıştığı birkaç kişi ve annesi dışında yaşadığını bilen yoktu. Sabah kalabalığın arasından sıyrılıp bir hayalet gibi sessizce işine gidiyor, akşam da yine aynı şekilde çıkıyordu. Kimseyle konuşmuyor, kendi yalnızlığıyla el ele yaşıyordu. Doğduğu günden beri iletişim sorunu vardı. Ya o geç kalıyordu çevresindekileri anlamaya ya da insanlar erken ilerliyordu. Zekiydi, hayal gücü genişti, ama kendini anlatmaya çalışmak, anlaşılamamak, yeni birini tanımak zamanla külfet haline gelmişti adam için. Zevksiz bir hayata hapsolmuştu. Hem tanrı ona fiziksel yönden de cömert davranmamıştı. İnsan içinde dikkat çeken bir özelliği yoktu. Alelade biriydi. Yapılması gerekeni yapıyor, kuralların dışına çıkmıyordu. Risk almaktan çekiniyor, bilinmeyeni bilmek istemiyordu.
Sabahın erken saatlerini o nedenle seviyordu; kimseyle muhatap olmamak, derdini anlatmaya çalışmamak ya da sorulanlara cevap vermeye kafa yormamak için. O sabah da yine her zamanki gibi kendi kendine dertleşiyordu. Koyun sonuna geldiğinde geri dönmek istemedi. Günün çoğunluk için aymasına daha vardı. Adam da önüne çıkan kayalıklarda soluklanmaya karar verdi. Kayaların deniz sularıyla oluşan sivriliklerine basmadan, dokunmadan dikkatlice ilerliyordu. En sonunda ufku net bir şekilde göreceği, denize yakın bir düzlüğe yerleşti. Denize sokmaktan çekindiği ayaklarını karnına çekti. Yengeç ya da bilumum deniz canlıları kayaların deliklerinden fırlayıp kendisine zarar vermesin diye de ara sıra etrafına bakınıyordu.
Denizin rahatlatıcı bir etkisi vardı adamın üzerinde. İçinde olmasa bile uzaktan sevişiyorlardı birbirleriyle. Adam için deniz sonsuzluğu, huzuru çağrıştırıyordu. Kendi hayatında olmayan ne varsa denizde buluyordu. O yüzden fırsat buldukça deniz kenarına giderdi yaşadığı şehirde de. Tatillerini de hep denize kıyısı olan bölgelerden yana kullanırdı. Yine de adam uzun zamandır yüzmemişti. Küçükken bir balık tarafından ısırıldığını iddia etmiş, o günden sonra da balıkların olduğu denize girmeyeceğine kendi kendine yemin etmişti. Halbuki ısırılmak, değişikliği sevmeyen, attığı her adımı bilmek isteyen adamın, öngörülemeyen hareketlerinden dolayı korktuğu balıklarla yan yana olmamak için uydurduğu bir kılıftan ibaretti. Şimdi en fazla yaptığı sahilde kıyıdan yürümek ve suyun ayaklarını ıslatmasına izin vermekti.
Derin derin nefes aldı adam. Denizin kokusunu da seviyordu. Tuzlu, mayhoş ama hoşa giden. Temiz kokuyordu deniz. İnsanlar ne kadar uğraşırsa uğraşsın, onların pisliklerini alıp götürüyor, yine tatlı dalgalarla geri dönüyordu. Kirli kalabalığın günahlarını örtüyordu. Kusurlarını kapatıyordu. Bağışlayıcıydı deniz. Ama ara sıra rüzgarla bir olup cezalandırmasını da bilirdi. Şefkatliydi sonra. Deniz kıyısına yatıp da onun dinlendirici sesine kulak verip uyumayan olmazdı. Yatıştırıcıydı. Mutlu ediyordu adamı da işte. Uzaktan da olsa bağlamıştı kendisine. O sabah da hoş geldin dercesine gülümsüyordu adama doğan güneşin altında.
Sessiz bir muhabbete başlamışlardı. Bu da adamın en sevdiği konuşma biçimiydi. Biraz sonra kalkıp gidecek, akşam çöktüğünde yine gelecekti. Derken denizin altında bir parıltı belirdi. Adam önce anlamadı ne olduğunu. Güneşin yansıması diye düşündü. Önemsemedi. Parıltı renklenmeye ve kendisine doğru yaklaşmaya başlayınca telaşlandı. Balık diye düşündü hemen. Mavi yeşil pulları olan kocaman bir balık. Birazdan yanıma gelecek ve beni bir lokmada yutacak.
Siyahlaşmış kayaların kaygan yüzeyini ve adeta istenmeyen misafirlerini alt etmek için sivrileşen uçlarını düşünmese çaresizce beklemezdi adam. Kaçarken yaralanma ya da maazallah denize düşme ihtimali, hızla ilerleyen canlının yüzeye çıkarak kendisine zarar verme ihtimalinden fazla olduğundan hiçbir şey yapmadı. Bulunduğu yerde adeta hapsolmuştu. Elleriyle oturduğu kayayı sıkıca tutmuş, gözlerini kapatmış, dişlerini sıkmış bekliyordu. Ne olacaksa olsun, adam hiçbir şey görmek istemiyordu.
Aradan bir süre geçmesine rağmen oksijen hâlâ ciğerlerini doldururken en sonunda gözlerini araladı. Denizin içinden kafasını çıkarmış bir kız kendisine bakıyordu. Kızıla çalan uzun saçları geriye yatmış, çilli burnu ortaya çıkmıştı. İnsanların ‘bir içim su’ tabirine uymasa da kızda farklı bir çekicilik, alışılmışın dışında büyülü bir hava vardı.
“Merhaba,” dedi kız.
Adamsa elini gayri ihtiyari kalbine götürüp derin bir nefes aldı ama cevap vermedi. O anda da her zamanki gibi kimseyle konuşmak istemiyordu. Hem ne söyleyeceğini de bilmiyordu. Ayak üstü muhabbetlerde kendine güvenmiyordu. Ayrıca bu şekilde korkuttuğu için de kıza sitemliydi. Bir şey söylemezse kızın gideceğinden neredeyse emin olduğundan olduğu yerde beklemeye başladı. Fakat kız gitmiyordu. Gözlerini adama dikmiş, gülümsüyordu.
“Merhaba,” dedi kız yeniden. Sonra denize dalıp çıktı.
Adam gözlerine inanamadı. Biraz önce balık sandığı varlık kızın ta kendisiydi. Bu sefer de konuşmak istese de ağzından tek kelime çıkmıyordu. Küçükken yalnızca masallarda dinlediği deniz kızı efsanesi gerçeklikle anlaşma yapmış, karşısına imkansızı oturtmuştu. Aklının yerinde olmadığını her zaman biliyordu ama kendisine deli sıfatını yakıştıramıyordu. O yüzden başka birileri de bu doğa üstü olayı görüyor mu diye etrafına bakındı. Yakınlarda kimse yoktu. O an uzun zaman sonra ilk defa yanında birilerinin olmuş olmasını diledi. Çünkü iki kişinin gördüğü hayal değil ancak hakikat olabilirdi.
“Nesin sen?” diye sordu adam en sonunda.
“Ne yapıyorsun burada tek başına?” diye karşılık verdi kız. Anlaşılan adamı duymazdan gelmişti.
“Hiç.” Adamın ne yaptığıyla kimse pek ilgilenmezdi. O nedenle bu tür sorulara vereceği önceden hazırlanmış cevapları yoktu.
“Tek başına sıkılmıyor musun? Arkadaşın yok mu?” Deniz kızı gözlerini dikmiş, adamın cevabını kolayca veremeyeceği sorular soruyordu.
“Yoo.” Yalnızlık adamın son zamanlarda hoşuna giden yegâne olguydu. Çünkü arkadaş demek efor demekti. Zaman ayrılması gereken, paylaşım yapılması gereken kişilerdi arkadaşlar. Halbuki adam bunca sene haftada bir defa konuştuğu annesi dışında kimseyle yakın olmamıştı. Kimseyi düşünmek zorunda kalmamıştı. Halinden memnundu yani. Ya da o öyle düşünüyordu.
“Ben senin arkadaşın olurum,” dedi kız. Konuşmaya pek meraklıydı. Adamın verimsiz cevaplarını umursamıyor gibiydi.
“Böyle iyiyim. Arkadaşa ihtiyacım yok,” dedi adam. Sinirlenmeye başlıyordu. Karşısında gerçek olup olmadığını bile bilmediği bu varlık adamı zorunlu bir muhabbete itiyordu.
“Herkesin arkadaşa ihtiyacı vardır. Derdin olduğunda gidip anlatabileceğin, mutlu anlarını paylaşabileceğin, yeni şeyler öğrenebileceğin birileri olsun istemiyor musun?”
“Ben kendime yetiyorum. Teşekkürler,” diye kestirip attı adam.
“Bence kendini kandırıyorsun.”
“Sen işine baksana.”
Kız omuz silkti. Gitmeye niyeti yok gibiydi.
“Neden kimse seni görmüyor? Ne acayipsin. Ayakların yok, balık mısın insan mı?” Adam kızı küçükseyerek canını yakmak istemişti. Ama işe yaramıyor gibiydi.
“Niye acayip olayım? Sen yalnızca balık ve insanları biliyorsun belli ki. İki kalıba da uymadığım için beni acayip olarak nitelendiriyorsun. Senin adına üzüldüm.”
Adamın attığı ok geri dönüp kendine saplanmıştı. Şimdi canı yanan oydu. “Yalnızca ben değil. Kime sorsan aynı şeyi söyler. İnsanlar vardır, balıklar vardır. Sen hiçbiri değilsin.”
“Sistem tarafından sana sunulan sanal gerçeklik içinde kaybolmuşsun. Olsun.”
Adam derin bir nefes aldı. Kıza karşı çıkarak onu gönderemeyeceğini anladı. Farklı bir yol izlemeye karar verdi. “İsmin ne?” diye sordu ardından.
“Deniz kızı.”
Adam şaşırdı. “Öyle isim mi olur? Gerçek ismin ne?”
Deniz kızı kıkırdadı. “Ben istiyorsam olur. Deniz kızı,” diyerek suyun içine dalıp çıktı. Artık adama biraz daha yakındı.
Adam elinde olmadan deniz kızından etkilenmeye başlamıştı. Güzelliğinden değil; sınırların dışında oluşundan, hiçbir şeye benzemeyişinden ve adama meydan okumasından. Fevkalade bir varlıktı deniz kızı. Kendisi ise kayanın üzerine yapışmış ölü bir solucana benziyordu. Zevksiz, sıradan, heyecansız.
“Sen gerçek misin? Yoksa hayal mi görüyorum?”
Deniz kızı adama elini uzattı. Adam önce bir şey olacak diye irkildi. Sonra kızın elinin havada kendisini beklediğini görünce sakinleşti. Yavaşça parmaklarını uzattı ve kızın eline dokundu. Buz gibiydi, ama bir o kadar da yumuşak. Gerçek olamayacak kadar narindi. Adamın içi ürperdi.
“Beni görüyorsun, bana dokunabiliyorsun, benimle konuşuyorsun. Öyleyse senin için gerçeğim.”
“Ya başkaları?”
Deniz kızı etrafa söyle bir göz attı. “Etrafta hiçbir şey yok. Hep başkalarına göre mi yaşarsın sen?”
Evet demek istedi adam. Senelerdir aslında başkaları tarafından kendisine çizilen yolda ilerlemişti. Toplumun dayattığı kurallar, kapasiteye göre meslek seçimi ve yaşamak için para kazanmak, para kazanmak için yaşamak döngüsünün içine sokulmuştu herkes gibi. Fakat bunu deniz kızına itiraf etmek istemedi. Nedense kızın kendisini küçük göreceğinden korkuyordu. Onun yerine “Nerede yaşıyorsun?” diye sordu.
“Burada, denizde.”
“Evin nerde?”
“Aşağıda. Görmek ister misin?”
“Gelemem, boğulurum.”
“Bir şey olmaz. Güven bana.”
Adam sıkıntıyla yerinde kıpırdandı. “Olmaz, yüzmüyorum ben.”
“Yüzme bilmiyorsan öğretirim.”
“Hayır ondan değil.” Adam balıklardan korktuğunu söylemek istemedi. Halbuki yapacak daha iyi bir işi de yoktu. Pekâlâ bildiği, gördüğü yeryüzünün ötesini keşfetmek isterdi. Fakat korkusu merakından üstün geliyordu. O yüzden “Gelemem,” diye geri çevirdi tekrar.
Deniz kızı omuz silkti ve denize daldı. Bir daha da yüzeye çıkmadı. Gözden kaybolmuş, adamı sessizliğiyle baş başa bırakmıştı.
Adam bir an için pişman oldu gitmediğine. Hatta kız yeniden gelse, yeniden sorsa giderdim diye düşündü. Bir beş dakikayı hayıflanarak geçirdi. Deniz kızı hâlâ ortalarda yoktu. İlk gördüğünde bir an önce kurtulmak istediği kızı şimdi dört gözle bekliyordu. Biraz ilerisinde çocuk sesleri gelmeye başladı. Artık gün diğer insanlar için de ağarıyordu. Ailesini alan plaja iniyordu. Biraz sonra etraf kalabalıklaşacak, güneş yakmaya başlayacak ve adam yine sıkılacaktı.
O sırada denizde bir kıpırdanma oldu. Adam heyecanla gözlerini suya dikip yutkunmaya başladı. Mavi yeşil parıltıları görmeye çalışıyordu. Deniz kızının geri geldiğini düşünüp sevindi. Biraz bekledi. Fakat ortada ne kız vardı ne de parıltılar. Deniz yine eski sakinliğine çabucak dönmüştü. Adamın içini tarifsiz bir hüzün kapladı. Yoksa biraz önce düş mü görmüştü? Bacaklarını esnetip ayağa kalktı. Yaklaşan sürprizin farkında değildi.
Son bir defa daha tükenen umutlarıyla denize bakarken bir anda kendisini serin suların kucağında buldu. Deniz tüm bedenini kaplamış sıkı sıkıya sarılıyordu adama. Yüzey git gide adamdan uzaklaşıyordu. Adamsa ayağı kayıp mı düşmüştü yoksa kendisini bir şey mi aşağı çekmişti hatırlamıyordu. Nefes almak için çırpınıyor, fakat daha da dibe batıyordu. Başı dönmeye başlamış, su yutmuştu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, son anlarında dahi olsa bir balık tarafından ısırılmamak için gardını almıştı.
Sonra her şey yavaşladı ve adam O’nu gördü. Deniz kızını.
“Korkma benim,” diye yaklaşıyordu kız. Sesi adamın kulağına melodi gibi çalınmıştı.
Adam o kadar halsizdi ki artık hareket etmiyor, sadece bekliyordu başına gelecekleri. Ölmek üzereydi. Ve gözlerinin gördüğü son şeyin bu kız olmasından oldukça memnundu.
Deniz kızı adamın yanına sokuldu, elleriyle suratını tuttu. Dudaklarını adamın dudaklarıyla birleştirdi. Adam ciğerlerine yeniden oksijen dolduğunu hissediyordu. Can gelmişti bedenine. Hâlâ suyun içinde olmasına rağmen artık nefes de alıyordu. Gözleri ise daha iyi görüyordu.
“Bana güvenmeni söylemiştim.”
Adam kendisini kurtardığı için deniz kızına minnet duyuyordu. Fakat bir yandan da onu suçluyordu. Denizde olmasının tek sebebi oydu çünkü. “Neden aşağı çektin beni?” diye haykırdı. “Sana yüzmediğimi söylemiştim!”
“Seni sözle ikna edeceğim yoktu. Ben de göstereyim dedim.”
“Yine de benim seçimim değildi buraya gelmek.”
“Hiçbir zaman senin seçimin olmayacaktı zaten. Bilmediğin bir şeyi seçenekler arasına koyamazsın. Çünkü onu isteyip istemediğini bilemezsin. Bu diğer seçeneklere haksızlık olur. Ama şimdi iki tarafı da gördün. İstemezsen gidebilirsin.”
Maviliğin içinde salınıyorlardı. Etrafta dolanan rengarenk balıkların da adamı ısırdıkları yoktu. Hiçbiri onu umursamıyor, hepsi kendi halinde dolanıyordu. Biraz ileride ise oldukça büyük bir deniz kaplumbağası adamın gelişini kutlarcasına yüzerek şekiller çiziyordu. Hatta adam bir ara kaplumbağanın bir an durup kendisine gülümsediğine bile yemin edebilirdi. Kumların üzerinde irili ufaklı deniz yıldızları oldukları yerde dönüyorlardı. Ara sıra kendilerine yaklaşan deniz yılanını görüp kumun altına gömülseler de daha sonra saklandıkları yerden çıkıp danslarına devam ediyorlardı. Deniz kayaları ise yengeç, salyangoz ve irili ufaklı birçok balığa ev sahipliği yapıyordu. Kesinlikle yeryüzündekilerden daha misafirperver görünüyorlardı. Yüzeyleri yumuşak, bodur, minik ağaçlara benzeyen ve yeşilin bin bir tonunu barındıran yosunlarla kaplıydı. Canlıların yaşam kaynağı, yuvasıydı. Davetkardı. Deniz kızının evi de böyle bir kayanın içinde olmalı diye düşündü adam. Heyecan içinde kıpırdandı. O sırada bir vatoz adamı yakalayarak suyun içinde bir süre ilerletti, neden sonra bıraktı. Adamın ellerine sürünüp geçerken gülerek yoluna devam etti. Adam bu beklenmedik yolculuktan hoşlanmıştı. Buradaki canlılar kesinlikle daha sıcak kanlıydı.
“Hayır, böyle iyi,” dedi adam. Korkacak bir şeyi kalmadığına göre geri dönmesinin de bir anlamı yoktu. Kendisine aralanan kapıdan içeri girecek ve bu renkli dünyaya dalacaktı. “Bundan sonra burada seninle kalacağım.”
Deniz kızı gülümsedi. Adamın cevabından memnun kalmıştı. “Ya seni bekleyenler?”
Adam yutkundu. Annesi geri dönmediği için üzülecekti tabii. Ama bilse adamın o an nerede olduğunu, bilse adamın ilk defa mutlu olduğunu, bırakırdı oğlunu. ‘Git,’ derdi. ‘Git, ne istersen onu yap. Yeter ki sen mutlu ol.’
Adamın artık kendini düşünme vakti gelmişti. Hayatında bir kere de olsa bencilce davranacaktı. Bunu hak etmişti. “Kimse beklemiyor beni,” diye cevapladı deniz kızını. Son bir defa etrafına baktı.
Zamanında o sularda aşkı uğruna genç bir adam öldükten sonra insanlar Ölü Deniz ismiyle cezalandırmışlardı burayı. Halbuki benim gördüğümü görseler öyle demezlerdi diye düşündü adam. Buradaki hayat yer yüzündekinden daha aktif, daha canlıydı. İnsanoğlu işte. Bilmese de isim yapıştırıverirdi her şeye; kafasına estiği gibi, canı istediği gibi. Durup düşünmezdi de.
“Haydi,” dedi adam. “Ne bekliyoruz? Gidelim.” Bilmediklerinin varlığına karşı çıkmak yerine onları kabullenmek daha kolay geliyordu şimdi adama. Kabullendikçe de etkilenmemek elde değildi.
Adam keşfedilecek o kadar güzellik varken bunca yıl aynılıklar içinde sürdürdüğü hayatına lanet etti. Her şeyi o dar alandan ibaret sanmıştı. O nedenle yakınmıştı her yeni doğan güne, o yüzden nefret etmişti geçen zamandan, o yüzden gündüzün yerini geceye bırakışına hayıflanmıştı her seferinde. Halbuki adamın hayat sandığı şey, yalnızca bildiklerinden ibaretti. Bir başkası hayatı farklı tarif ederdi muhakkak, kendince kelimelerle betimlerdi. Ama herkes bildiği kadarını söylerdi. Hiç kimse de hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmazdı. Çünkü değiştirebileceklerini bilmezlerdi. Adam da deniz kızıyla tanışmasa dünyadaki miladını pekâlâ bu bilinmezlik içinde doldurabilirdi.
Ama şimdi başkaydı. Deniz kızıyla beraber güneş ışınlarının sızdığı maviliğin içinde usulca ilerlerken kendisini bekleyen geleceğin merakıyla yanıp kavruluyordu. “Uzak mı yaşadığın yer?” diye sordu o nedenle. Sabırsızca nefes alıp veriyordu.
“Neye göre uzak mı?”
“Bilmem. Yani çok uzun sürecek mi gitmemiz? Çok vakit alacak mı?”
“Zaman,” dedi deniz kızı. “Herkese göre farklılık gösterir.”
“Olur mu öyle şey?” dedi adam. “Dakikalar, saatler, günler bellidir. 60 saniye bir dakika. 60 dakika da bir saattir. Bana kaç dakikada orada olacağımızı pekâlâ söyleyebilirsin.”
“Elbette. Fakat benim dakikalarımla seninki farklı,” dedi deniz kızı. “Benim için beş dakika senin için daha kısa ya da daha uzun sürebilir. Bu kim olduğuna, nerede olduğuna ve nasıl hissettiğine göre değişir. Zaman görecelidir. Zaman, psikolojik bir illüzyondan ibarettir,” diye devam etti sonra.
Adam deniz kızının haklı olabileceğini düşündü.
“Burada zaman yeryüzünden farklı işler. Saat ya da bizi kısıtlayacak herhangi bir belirteç kullanmayız. Onun yerine biyolojimizi dinleriz. Aç olduğumuzda yer, eğlenmek istediğimizde güleriz.”
“Düzeni nasıl sağlıyorsunuz?”
“Doğa zaten belirli bir düzen içinde yaratılmış. Buna karşı gelip kendi kendimize kurallar koyarak doğaya saygısızlık, kendimize de zarar etmiş oluruz.”
“Peki birileri daha fazlasını istediğinde? Nasıl koruyorsunuz sahip olduklarınızı?”
“Hepimiz her şeye sahibiz. Her şey hepimizin zaten. Kim neden kendisine yeteceklerden daha fazlasını istesin ki?”
Adam cevap veremedi. Deniz kızına insanları anlatsa ya kendi beceremez ya da kız anlamazdı. Kendisi bile bunca zamandır çözememişti olan biteni zaten. Hiçbir şey söylememeye ve deniz kızının peşinden gitmeye karar verdi.
“Az kaldı merak etme,” diye telkin etti kız adamı. “Peki senin adın ne? Söyleyecek misin artık?”
Yeryüzünde kullandığı ismi çoktan unutmaya başlamıştı bile adam. Kendisine yakışacak, yeni benliğini tanımlayacak bir şeyler bulmalıydı. Biraz düşündükten sonra ilk defa gülümsedi. “Balık Adam,” dedi.
Deniz kızı önce şaşırdı. Sonra “Öyle isim mi olur? Gerçek ismin ne?” diye sordu.
Adam omuz silkti. “Ben istersem olur. Bundan sonra benim adım Balık Adam.”
Bunun üzerine deniz kızı adamın elinden tuttu ve gülmeye başladı. Adam da ona katıldı ve kısa zaman içinde kahkahalar eşliğinde derinliklere daldılar. Adam yaptığı seçimden pişman değildi. Yeryüzünde yalan bir hayat yaşamaktansa, denizin altında gerçekliğin peşinden gitmeyi seçmişti. Bir daha da arkasına dönüp bakmadı.
Birkaç saat sonra adamın cansız bedenini denize düştüğü yerin metrelerce uzağından çıkarttıklarında, şaşkınlık dört bir yanı sarmış, sorular havada uçuşuyordu. Dalgaların bedeni kıyıya vurması gerekirken sahilden uzağa taşımış olmasına kimse anlam veremiyordu. Kıyıdaki kafelerden birinin sahibi görmüştü erken saatlerde. Önce adamın yüzmek için denize atladığını düşünmüştü. Adamı bir süre ortalarda göremeyince de yetkililere haber vermişti.
Kimse anlamamıştı genç adamın neden canına kıydığını. Çünkü bilmiyorlardı içinde kopan fırtınaları, hapsolduğu sıradanlıkta debelendiğini, yıllarca başkalarının hayatını yaşayıp, kendisininkine kapı aralığından bile bakamadığını, fakat en sonunda tek başına tüm kalbiyle bir karar verdiğini ve onu uyguladığını.
Kimse bilmiyordu adamın otuz beş yıllık hayatında ilk defa özgür kaldığını.
- Duvar - 1 Eylül 2019
- Balık Adam - 15 Nisan 2019
Epey psikolojik bir öykü. Güzel ve akıcıydı. Eleştiri olarak:
“Sistem tarafından sana sunulan sanal gerçeklik içinde kaybolmuşsun. Olsun.” cümlesi öykünün okunuşunu - benim okuyuşuma göre - sekteye uğrattı azıcık. Ben daha fantastik cümleler beklerken Matrix içinden konuşuyormuş gibi hissettim.
Öykünün finali. Bu tarz finaller insanları biraz düşündüren, sorgulatan finaller olsa da, özgürlüğün ve ölümün yan yana konulması pek hoşuma gitmez.
Ve acaba yaşananlar gerçek miydi yoksa her şey adamın dengesiz aklının oyunu muydu? Merak.
Zaman ayırıp öykümü okuduğunuz ve yapıcı geri bildirimde bulunduğunuz için teşekkür ederim.
Genellikle doğal ve alt metinli diyaloglar yazmaya dikkat etsem de bu öyküde biraz daha açıklayıcı cümlelere başvurmuştum. Sanırım üzerinde biraz daha çalışmalıydım, çünkü aynı şekilde kardeşimden de bir eleştiri gelmişti Diyalog yazmakta hemen hemen her zaman zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Kişisel olarak ölümün özgürlük olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Fakat bu öyküyü fiziksel bir bedene hapsolmuş ve etrafındaki duvarları yıkmak isteyen bir ruhun, kahramanım adamın bakış açısıyla yazdım. Onun bulunduğu yerden kaçabilmesinin, özgür kalabilmesinin tek çözüm yolu da buydu diye düşündüm. Evet, adam bizim ‘ölüm’ diye isimlendirdiğimiz fiziksel bedeni terk etme durumunu yaşıyor ama aslında deniz kızıyla beraber mavinin derinliklerinde yeni bir ‘hayata’ başlıyor. Bu şekilde de Küçük Prens’in sonuna da atıfta bulunmuştum. Hatırlarsınız Küçük Prens’in bu son cümlelerini:
“Dışarıdan acı çekiyormuşum gibi görünecek. Ölüyormuş gibi görüneceğim… Öldüğümü sanacaksın, ama gerçekte ölmüş olmayacağım… Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır…”
Sürprizli ya da açık uçlu sonları seviyorum. Böylece her okuyucu farklı bir çıkarımda bulunuyor ve interaktif bir okuma deneyimi yaşamış oluyor.
Öncelikle Seçki’ye hoşgeldiniz.
Kaleminize sağlık. Yalnız bir insanın iç yolculuğunu güzel anlatmışsınız. Samimi, hüzünlü, neşeli. İçimdeki his boşa çıkmadı ve öykü kafamdaki son ile bitti. Buradan zaten basit bir düşünce yapısıyla yazılmadığı, sıradan olmadığı anlaşılıyor. Tebrik ederim.
Burada hepimizin öğrenci klasmanında olduğumuzu düşünüyorum. O yüzden hem bir yazar hem de bir okur olarak birkaç tavsiyede bulunmak isterim.
İç hesaplaşmalar, karakter hakkındaki bilgiler, geçmişte yaşanılan, dayatılan, zorlanan olaylar… Bir yazar arkadaşımız “anlatmayıp göstermekten” bahsetmişti. Bir okur olarak bunların hepsini anlatıcının ağzından duymak yerine, karakterin yaşadıklarından görmek, çıkarımda bulunmak isterim. Bir telefon konuşması, kırık bir aynada kendine baktığı tek bir an, balıkçılarla ufak bir etkileşim… Böylece daha doğal bir anlatım ve inandırıcı bir etki yakalamış oluruz. Okurun zihni de diri kalır.
Diğer sayılarda görüşmek üzere. Tekrardan kaleminize sağlık.
Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Sizin gibi kalemi iyi kullanan bir yazardan ve - sanıyorum ki - sıkı bir okuyucudan beğeni almak beni mutlu etti.
Yazarlık kreatif bir dal olduğundan yalnızca dili iyi kullanmakla başarılı olunmuyor ne yazık ki. Çok satan bir kitabın yazarı olmak da ‘iyi bir yazar’ olmanın ölçütü değil bence, o ayrı. O yüzden sadece bu mecradakilerin değil, birçok yazarın hala öğrenci konumunda olduğunu düşünüyorum. Öykü yazmaya yeni başlayan biri olarak sanırım bu alanda grubun başını çekiyorum
‘Anlatmayıp göstermek’, yani ‘show, don’t tell’ çok iyi bildiğim, özellikle senaryo yazımında uyulması gereken önemli bir kural. Fakat ne zaman düz yazı yazsam bu kuralı görmezden gelip, kendimi biraz özgür bırakıyorum sanırım. Açıkçası daha önce de bunu senaryo dışı yazılarıma bilinçli olarak uygulamak aklıma gelmemişti. Bundan sonra göz önünde bulunduracağım önemli bir not oldu bu benim için. Teşekkürler.