“Bilmediğin bir yerin, bilmediğin bir durumun veya bilmediğin bir olayın ortasında kalmak insana ne kadar çaresiz hissettirirse o kadar çaresiz hissediyorum. Bütün varlıkların siyah olduğunu varsayalım, bu durumda sonsuz bir karanlık olur. Bir de bütün varlıkların beyaz olduğunu varsayalım, bu durumun sonucunda sonsuz bir aydınlık mı olur peki? Hayır, yine her şey karanlık olur. Sanılanın aksine karanlık bir renk değil, tek renktir. Tek de her zaman ‘bir’ ile aynı değildir. İşte ben şu an tek renkli bir dünyadayım. Bilmediğim bir yer, bilmediğim bir durum ve de bilmediğim bir olay bu.” diye düşünürken uykuya daldı. Gözleri kapandığında tek renkten oluşan gerçek karanlık dünyanın kollarına kendini bıraktı…
Dokuz saat deliksiz uyuyup kalktıktan sonra, uyumadan önceki son düşüncelerinin tek bir parçasını dahi hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında çok renkli dünyasına geri dönmüştü. Belki düşüncelerini anımsasa, ilk olarak odasındaki orkidenin beyaz renginin güzelliğine, dallarındaki kahverengiliğin muhteşemliğine, yapraklarındaki yeşilliğin doğallığına bakıp şükredecekti. Sonra gözü pencereden dışarı kayacak ve sonsuzluğu anımsatan maviliğin büyüsüne kapılacaktı. Ama bunların hiçbiri olmadı, olsa iyi mi olurdu? Bunun hakkında bile bir fikri yoktu. Tek yaptığı şey sersem halinden kurtulup uyanmaya çalışmaktı. Kendine gelmesiyle yaşadığı sıkıntıların aklına gelmesi bir oldu. Bir “Of!” çekse karşı ki dağları yıkamazdı belki ama çektiği “of!”lardaki duyguyu karşı ki dağlar hissetse sarsılabilirdi. Artık bu sıkıntı durumuna alıştığından olsa gerek cılız ama yine duygu yüklü bir ‘of!’lama ile güne başlangıcını yaptı. Bu ritüelinden sonra kalktı ve kış gününde buz gibi olan fayansların zemininde, parmaklarının ucunda ama bu yürüyüş biçimine bir o kadar ters orantılı şekilde hızlıca hareket ederek lavaboya gitti.
Evden çıktığında saat 14’ü gösteriyordu. Evin olduğu dar sokakta yine sonsuzluğa yürür gibi yürüdü. Hızlı adımlar, havalı bakışlar ve kendinden emin görüntüsüyle. Farkına vardı ve düşünmeye başladı.
“Aslında herhangi bir konuda sonsuzluğa gitmek veya herhangi bir konuda sonsuzluk ibaresinin geçmesi kötü bir şey gibi algılanıyor. Ama insan kendini en çok nerede güvende hissediyorsa, bulunduğu yeri ne kadar biliyorsa, orada bulunan insanlara ne kadar güveniyorsa işte o kadar sonsuzlaşır yapabileceği şeyler.Benim içinse durumlar biraz daha garip ilerliyor. Ev ruhen çöktüğüm yer. Sürekli düşünürüm, her şeyi düşünürüm, düşündükçe düşünürüm ve o düşünceler daha da dibe çeker beni. İnsanın boş olması yani bir meşgalesinin olmamasının kötü sonuçları bu durumlarda ortaya çıkıyor. İnsan yapısı gereği ya da alışkanlıkları gereği diyelim buna, olaylara daha çok negatif yönünden bakan bir canlı. Ve bu kadar çok düşünecek zamanın olunca ev, insan için dibi görünmeyen bir kuyu oluyor. Evin bulunduğu sokak ise normal olduğum tek yer. Güvendiğim ve insanlarını bildiğim bir alan benim için. Dışarı çıktığımda düşünceler yerini biraz olsun gözlemlemeye bırakınca ve bu düşüncelerim kendim yerine başkaları hakkında olmasıyla içimde oluşan ufak rahatlama dışıma da vuruyor.”
Sokaktan çıktıktan sonra büzülen omuzları ve kamburlaşan sırtıyla klasikleşen haline geri döndü.
Bugün rahatlamak için dışarı çıkmaya karar vermişti. Düşüncelerinden uzaklaşmak, insanlar görmek derin bir nefes almasını sağlıyordu. Ama nereye gideceğine karar vermemişti evden çıkarken. On dakika yürüdükten sonra yolun kendisini sahile götürdüğünü fark etti ve buna hiç itirazı olmadı. Aslında biraz sahil havası iyi gelirdi. Kış bile olsa güneş tepede ve hafta sonu, bu etmenler birçok insanın birbirleriyle zaman geçirmek için sahilde olacağının güzel göstergesi. Beş dakika daha yürüdükten sonra deniz kenarına ulaştı. Tam da tahmin ettiği gibiydi her şey. İnsanlar oturmuş muhabbet ediyorlar, espriler yapıp gülüşüyorlar ve çok güzel zaman geçirdikleri yüzlerinden okunuyordu. Bu yalnızlık ve hiçbir işe yaramama hali bulantı oluşturmaya başlamıştı artık. Yalnızlık neyse, bu olaya alışmıştı çünkü kendisini bildi bileli yalnızdı. Ama hiçbir şey yapamama; hep hayali olan, insanlık için ufak da olsa iyi bir şey yapamamak midesini bulandırıyordu artık. Kendisinden tiksinmeye başlamıştı. ‘Benliğimi kazanamadım ki benliğimi kaybedeyim’ diye düşündü. O sırada bir anne, çocuk ve baloncunun konuşmasına denk geldi.
Çocuk heyecanla:
-Anne bak uçan daire, bir tane alabilir miyim?
Kadın sinirlendi:
Böyle bir zamanda balon satmanız uygun mu?
Baloncu alışkanlık ve sıkkınlıkla:
-Abla ne yapalım biz de ekmeğimizin peşindeyiz.
Durum çok garibine gitti ama uzun zamandır insan içine düzenli çıkmadığı için bazı şeylerin değişmiş olabileceğini düşünüp yoluna devam etti. Aslında biraz da tebessüm ettirmişti bu olay, bir çocukluk hatırasını anımsadı. Ortaokulda en yakın arkadaşı balonlara ‘uçan daire’ derdi ve arkadaşı bu kelime öbeğini her kullandığında ‘balonlar daire değil ki’ şeklinde karşılık verirdi. Balonlar için aynı ifadeyi kullanan birini görmek onu şaşırttı. Demek ki balonların daire olduğunu düşünen bir tek eski arkadaşı değildi. Tam olarak ‘uçan daire’ kavramını kullanması biraz düşündürse da bunun üstünde fazla durmadı ve yoluna devam etti.Bir tane boş bank bulup soğuk zeminine oturdu. Ve bu oturuşu, yine düşüncelerinin kendisi hakkında olduğunu fark edince yarım saat sonra son buldu. Havanın soğumasıyla birlikte eve dönmeye karar verdi. Oldukça hızlı adımlarla kuyusuna, karanlığına geri dönmek için yola koyuldu.
Sokakta yürürken bu sefer aynı duyguları hissetmedi. Eve gidip bir an önce yatmak istiyordu, belki öncesinde birkaç şey atıştırırdı. Apartmanın önünde anahtarlarını çıkardı ve sadece üç tane anahtar bulunan anahtarlığında doğru anahtarı son denemesinde buldu. Aynı olayı evinin kapısında da yaşadı. Bu olaya beceriksizlik de diyemiyordu artık. ‘Şanssızım ve hep öyle kalacağım. Şans asla yüzüme gülmeyecek. Şu zamana kadar gülmedi, bundan sonra da gülmeyecek biliyorum ve galiba en ufak şansı da hak etmiyorum’ diye düşünürken anahtarı sola çevirdi, ‘lok’ sesiyle kendisine geldi. Güneş yavaştan batmaya başladığı için hafif bir karanlık hakimdi. Işığı açtı ve mutfağa doğru yöneldi. Ne yiyeceğini düşünmedi bile çünkü çok fazla bir seçeneği yoktu. Dolaptan peynir çıkartıp yanına bir de ekmek aldı. Düşündü bir süre, duraksadı. Ardından rafı açtı ve bir tane tabak çekmeye çalışırken iki tanesi yere düşüp kırıldı. Telaş yaptı, süpürgeye doğru koştu sonra yine duraksadı. Ne yapıyorum ben dedi kendi kendine. ‘Kırılsa ne? Kırık dursa ne? gelip görecek biri mi var da temizleyeyim? Değil iki tanesi, beş tanesi yerde kırık olsa ne olur?’ dedi ve diğer tabakları da yere fırlattı. Kullanacak tabağı kalmamıştı ve bunun hiçbir önemi olmadığının farkına vardı. Birkaç parça bir şey yedikten sonra yatağına geçti. Artık dayanamıyordu bu duruma, bıkmıştı. Ama elinden de bir şey gelmiyordu. Ne bir işi vardı ne de çevresinde kimsesi, yalnızdı. İçi geçerken bazı düşüncelere daldı:
“Toplumsal ahlak yargıları bireyin ahlak yargılarıyla bir olmamalı. Bireyler toplumdan ayrılmalı diye düşünürdüm hep. Çünkü gördüğüm yargılar bana tersti. Bu ahlak yargısı dayatmalarının hep dışında kalmaya çalıştım, hâlâ düşüncelerimin arkasındayım ama galiba ucunu yakalayamadım. Böyle yapınca hem toplumdan soyutlandım hem de birey olamadım. Bireyler toplumu, toplumlar da bireyi etkiler derlerdi hep. Ben bu ikisi arasında sıkıştım ve ‘ben’ olamadım, benliğimi kazanamadım. Toplum ve birey arasında bir hiç oldum. Az da olsa toplumu benimsemek lazımmış galiba var olabilmek için. Ama artık yapabilecek bir şey yok. Birey olması gerekenler birey oldu ve toplumu oluşturdu. Bense kendi doğrularımla bir hiç oldum. Kendi doğrularınla bir hiç olmak mı yoksa başkalarının doğrularıyla var olmak mı? Galiba hayattaki en önemli soru bu. Hoş kimse, bu soruyu sormayı bırak düşünmüyor bile. Her şeyi olduğu gibi benimsiyor ve hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden birey oluyor. İlk başta bu duruma adapte oluşu onları özel kılıyor. Zaten sonra düşünmek gibi bir uğraşları da olmuyor. Nasıl olsa her şey belli, o kurallara göre yaşayıp ölüyorlar.” diye düşündükten sonra, en azından kendi doğrusuyla hiç olduğunu düşünüp biraz gururlandı ama “hiç” olduğu aklına gelince midesi bulandı ve bu durumdan kaçmak için uykuya saklandı.
Sabah uyandığında aklından hiçbir düşüncesi gitmemişti. Bir “hiç” idi ve bu değişmeyecekti. Hep bir şeyler yapmak istiyordu ait olmadığı insanlık için ama bir taşı kaldırıp diğer tarafa koyacak durumda bile değildi. Hiçbir şey yapamamıştı ve yapamayacaktı. İnsan, en büyük idealini yapamazsa üzülür ama eğer yapamayacağından emin olursa tükenir. Son derece tükenmiş hissediyordu ve mide bulantısı hâlâ devam ediyordu. Mide bulantısı elbet geçer ama insanın kendisine midesi bulanıyorsa o zaman çöküşü başlamış demektir. Salona geçip televizyonu açtı. Yanına aldığı hapları masanın üstüne yığdı. Sadece baktı, baktı. Mide bulantısını ilaçla geçirecekti. Haplara yine baktı. Bulantısı en üst raddeye ulaşınca kendinden emin oldu. On tanesini alıp ağzına attı, durdu. Midesi daha çok bulanmaya başladı, yuttu. Görüşü flulaştı. Tam o sırada televizyonda bir son dakika haberi girdi, spiker üzgün bir sesle konuşmaya başladı:
İstanbul’daki “uçan daire” kod adlı seri katil bir cinayet daha işledi. Kurbanlarını uçan daire yazılı balonlara bağlayıp bir gösteri gibi sunan katilin son kurbanı Beşiktaş sınırlarına bağlı hava sahasında görüldü.
Gözleri kapanırken son kez düşündü:
“Balonlar daire değil ki.”
- Balonlar Daire Değil ki - 1 Ocak 2020
Merhaba.
Kişinin kişisel yalnızlığını irdeleyen, içinde karamsarlık, umutsuzluk ve tükenmişlik barındıran bir hikayeydi. Kaleminize sağlık.
Çektiğiniz ofların bir tüyü bile havalandıramayacak kuvvette olmasını dilerim.
Sevdiğim bir türküdür.
Sevgiler…