Öykü

Behzat Cim. – Bir Engürü Polisiyesi

ilham alınan eser

BEHZAT Ç.

(Bipli Versiyon, Diziden ilham alınarak diziye göre yazılmıştır)

***

Hastanenin sessizliği, müdüriyete giden koridorun gürültüyle açılan kapılarıyla birlikte bozulmuştu. Koridorun bir ucunda kendi halinde yerleri paspaslayan hademe, korkudan silkinerek başını o yana çevirdiğinde iki adamın koşar adımlarla yürüdüğünü gördü. Adamlardan birini tanıyordu, hastanenin müdürüydü ki iyi giyimi ve iş koşturmacasından dökülmüş saçlarıyla fazla dikkat çekmiyordu. Yanındakini tanıyamamıştı ancak kirli sakalı, dağınık saçları ve deri montuyla, elindeki tespihiyle dikkat çektiğinden kim olduğunu anlamıştı. Daha önce de hastaneye gelen, müdürün kardeşi olduğunu duyduğu cinayetçi başkomiser olmalıydı.

Aralarında tartışıyorlardı. Hastanenin müdürü, kardeşine: “Bağırtma lan beni! Senin iyiliğin için uğraşıyoruz burada!”

“Tamam abi, tamam işi gücü bıraktım kalktım geldim buraya kafamı s.ktin! Hem ne psikoloğu bu durduk yerde? Delirmedim ki ben?”

“Lan oğlum bu öyle bir psikolog değil. Bu başka. Hastanede de çalışmıyor, Ankara’yı ziyarete gelmiş, ününü duydum ben de bir yardımı olur diye seninle görüşme ayarladım.”

“Hepsi aynı değil mi abi bunların nasıl başka?”

“Bilinen tedavi yöntemlerini kullanmıyor. Hipnozla uyutuyor…”

“Hipnozla uyutup ne yapacak abi? Beni mi s…ek?” Cinayetçi başkomiser cümlesini yarıda keserek kendilerini seyreden hademeye ters ters bakarak sordu: “Sen bizi mi dinliyon la?”

Hademe daha önce de olay çıkarmakta tereddüt etmediğini duyduğu başkomiserin sorusu üzerine, ondan daha uzakta bir koridoru paspaslamak üzere bölümden çıktı. Hastane müdürü:

“Ne kaz kafalı adamsın ulan! Seni uyutacak, çünkü bilinçaltına inecek. Bu reenkarnasyon dedikleri bir olay var hani… Yani senin önceki hayatında yaşadığını varsayarak o zamandaki bilincine, düşüncelerine ulaşmaya çalışacak…”

“Benim gelmişimi geçmişimi ne yapacak abi? Hem bu önceki hayat falan palavradır kesin, bir de doktor diye herifi kaldırıp getirmişsin buraya…”

“Oğlum bi’ dinle lan bi’ dinle! Gözümün önünde bizim arkadaşlardan birini uyuttu. Adam Kanuni zamanında arabacıymış lan, faytonu varmış atlar falan gördüklerini anlattı.”

“Siz de bunu yediniz?”

“Bilinçaltına inmenin yollarından biriymiş. Öyle diyor…”

“Adam arabacı olduğunu öğrenince neye yaradı abi? Adamın atlara merak mı varmış?”

“Dalga geçme lan! İşte mesela senden bahsettim, öfkeli dedim arada çıldırıyor deliriyor dedim. Seninle görüşmeyi kabul etti, bakacak işte neden bu kadar sinirlisin diye…”

“Ne diyecek abi? Seni önceki hayatında at tepmiş ondan sinirlisin mi diyecek?”

“Bilmiyorum bakacak işte. İçeride seni bekliyor…”

Hastanenin müdürü, odasının kapısını açıp içeriye girerek, beklemekte olan psikolog ile başkomiseri tanıştırdı: “Çok bekletmedik inşallah. Tanıştırayım, kardeşim Behzat. Behzat, bu Semih Bey.”

Behzat, tanıştırıldığı adamı görünce bir hayli şaşırdı. Psikologdan çok dolandırıcılık bürosunun aşina olduğu üfürükçülere benziyordu. Parmağındaki yüzüklerden, üzerindeki tuhaf aksesuarlara, giydiği uzun entariden suratındaki huzur dolu ifadeye uzun uzun baktı Behzat. “Deli herhalde…” diye geçirdi içinden. Takriben kırklarında gösteren, şişman, bıyıklı ancak tuhaf görünüşlü adam yüzüklerle süslü elini Behzat’a uzattığında Behzat adamın şekline şemaline çok fazla kafayı takmadan tokalaştı.

“Memnun oldum Behzat Bey! Şevket Bey, rica etsem terapi esnasında dışarıda olur muşunu?”

“Tabi, tabi. Ben hemen dışarıdayım.”

Şevket arkasına dönüp çıkacağı sıra bir anlığına Behzat’la göz göze geldi. Behzat: “Senin psikolog diye getirdiğin adamı s…yim!” der gibi baktı. Şevket’te: “Sakin! İyiliğin için!” anlamına gelen bir mimik yaptıktan sonra odadan çıkıp kapıyı kapattı. Semih:

“Şaşkınlığınızı anlayabiliyorum. Bu kılıkta birini pek sık görmüyorsunuzdur eminim…”

“Size abim psikolog dedi? Siz hep böyle mi geziyorsunuz?”

“Psikolog değilim. Alternatif tıp sayılabilir belki, ben bir arayıcıyım.”

“He… Ne arıyorsunuz?”

“Hayat… Evren… Ölüm… Ve tabi ötesi. Oturalım isterseniz. Hazır olduğunuzu hissettiğinizde terapiye başlayabiliriz.”

Behzat, makam masasının hemen önündeki koltuğa otururken içinden söve söve bir hal olmuştu. Semih karşısına geçtikten sonra gülerek şöyle dedi: “Eminim ne söylediğimiz anlayamadınız ve içinizden küfretmekle meşgulsünüz. Hak veriyorum. Ben eskiden psikologdum. Bir Hindistan seyahati sonrasında başladım bu arayışa…”

“He… Ben biliyom onu, adam gidiyor öyle Çin’e falan. Aydınlandım dalgası… Bir kere gece aslanlar belgeseli yerine koymuşlardı, öyle bir şey işte…”

“Hindistan’da gittiğim ücra bir köyde, yaşlı bir Hint fakiriyle karşılaştım. İnsanlar akın akın ona geliyorlardı, önceki hayatlarını gösteriyordu. İlkin inanmadım. Sonra bana ruhumuzun beden değiştirerek ömürlerce yaşadığını, dünyadaki asıl amacını çözüp huzura kavuşmadan da terk etmeyeceğini söyledi. İspatlayabileceğini de ekledi… 18. Yüzyılda bir bahçıvan, takriben 1400’lerde olması lazım bir dilenci… Ben ne aradığımı ne için geldiğimi arıyorum işte, huzuru bulabilmek için. Bunu araştırırken de başkalarının ruhlarının gördüklerini, söylediklerini deşelemeye başladım. İnsanlara pek çok faydası olduğunu söyleyebilirim. Hiç yoktan kendilerini tanıyorlar… Bu deneyime reenkarnasyon diyoruz.”

Behzat hiçbir şey anlamamıştı. Sordu: “Sen şimdi uyutcan mı beni?”

“Hipnotize edeceğim. Tam uyku hali değildir. Ruhunuzu geçmişe yönlendireceğim. Siz film seyreder gibi izleyeceksiniz, sakın şaşırmayın o dönemi biliyor olacaksınız. Eğitimi olmayan birisinin bile sırf ruhunun dile gelerek öyle şeyler anlattığına tanıklık ettim ki…”

“Bu önceki hayat dedin. Şimdi bu ruh geziyor mu?”

“Evet. Kendinizi her yerde bulabilirsiniz. Çin’de, İran’da, hatta haritalara dahi geçmemiş yerlerde…”

“He… Yap bakalım şu hipnozu…”

“Elime bakın…”

Adam elini öne uzatarak parmaklarını oynatmaya başladı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı: “Gittikçe göz kapaklarınız ağırlaşıyor. Derin bir uykuya dalacaksınız ama aslında bilinciniz açık.”

Behzat bir süre sonra gözlerinin kapandığını ve düşüncelerinin bıçak gibi kesildiğini hissetti. Ancak Semih’in sesi kulaklarında çınlıyordu:

“Aklınızda hiçbir düşünce, ses kalmadı. Zihniniz arınmış durumda. Yemyeşil bir vadidesiniz. Etrafınızda ağaçlar var, ırmaklar çağlıyor… Hiç olmadığınız kadar sakinsiniz. Şimdi beşten geriye doğru sayacağım. Parmaklarımı şıklattığımda siz geriye gitmeye başlayacaksınız. Beş…, dört…, üç…, iki…, bir.” Semih parmaklarını şıklattığında, Behzat çoktan ruhunun ve zihninin kıvrımlarına dalmıştı…

* * *

Behzat gözünü açtığında ilkin nerede olduğunu anlayamadı. Eski evler vardı, ahşap ve cumbalı evler, ahşap mahalle camiileri ve akmakta olan çeşmeler. Kafalarında feslerle koşuşturan çocuklar, feraceli ve yaşmaklı kadınlar, bastonlu beyzadeler, ceketi omzunda külhanbeyleri…

Adı Eşref’ti. Üzerinde serkomiser üniforması vardı ama zabit demeye bin şahit isterdi. Sırtında paltosu, yan yatırdığı kalpağı, elinde tespihi ve fiyakalı yürüyüşüyle zabitten ziyade semt kabadayılarını andırıyordu. Yeşiltulumbalı Deli Eşref! Öyle diyorlardı etrafındakiler. Yeniyetme zamanlarında Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın zaptiyeleri arasından yetişmiş, meşhur Onikiler’in fırtına gibi estiği dönemlerde, kavgalardan, vurgunlardan, kalp ve bıçak yaralarından sıyrıla sıyrıla bugünlere kadar gelmişti. Serin bir akşam vaktinde, hızlı adımlarla yürüyor adeta koşuyordu, bakışlarından kavgaya gider gibi bir hali vardı.

Eşref’in arkasından ayak sesleri patırdamaya başlayınca hiçbir şey olmamış gibi sakince arkasını dönüp sigarasını yere fırlattı. Gelenler Beyoğlu Karakolu’ndan gelen bir-iki komiser, zaptiye ve sayısız bekçiydi. Serkomiser Eşref’in arkasından koşturuyorlar, bir yandan da yalvarıyorlardı:

“Serkomiserim ayağınızın türabı olayım gitmeyiniz!”

“Kalleşlikten çekinmezler serkomiserim! Lütfen durun!”

“Yalvarıyoruz serkomiserim!”

Eşref gürledi: “Yalvarmayın ulan! Ben gitmeyeyim de ne yapayım? Adam elini kolunu sallayarak cinayet işliyor, beyzadelere saraylılara rüşvet yedirdi diye salıyorlar! Bu adalet midir? Ben bu şerefsizi serbest bırakırsam vicdanım beni uyutmaz ulan!”

“Serkomiserim, bilmez misiniz Canavar Cafer ne gaddar, ne kalleş bir şakidir? Sırtından adam vurdurmaktan çekinmez, her yerde eli kulağı vardır, İttihatçı fedailerindendir!”

“Neyse ne ulan! Fehim Paşa güpegündüz kadın kaldırdı sokaklardan eyvallah çektik, kaldırım bitirimliğinden paşa olma Arap Abdullah Paşa’ların, Arnavut Tahir Paşa’ların, şehre haraç kesen Onikiler’in ettiklerine ses etmedik. Ben uyuyamıyorum ulan! Gece olunca o boğazlanan, batakhaneye düşürülen, hunharca katledilen masumlar geliyor aklıma, rüyalarıma girecekler diye uyuyamıyorum ulan! Ne olacaksa olsun artık!”

“İzin verin biz de gelelim!”

“Emrimi tekrarlatmayın. Siz karakola döneceksiniz. Bu mesele benimle Canavar’ın arasında, Yeşiltulumbalıyız biz, sürü gezdi dedirtmem kimseye! Haydi!”

Serkomiser Eşref yoluna devam etti, etrafında fuhuşhanelerin ve batakhanelerin bolca bulunduğu, köşe başında gözleri kan çanağı vicdansız külhanilerin tespih çektiği netameli bir semte vardı. Bizans’tan yadigâr surlara sırtını dayamış, üç katlı bir ahşap evi gözüne kestirip adımlarını hızlandırdı. Evin kapısının önünde dikilmekte olan kapı gibi bir adam Eşref’i görünce önünü kesmek istedi ama suratına yediği okkalı bir tokatla yere yıkıldı.

Eşref ciğerlerinden kopup gelen ve tüm sokağı çınlatan bir nara patlattıktan sonra kapıya attığı tekmeyle eve girdi. Merdivenlerden inen eli bıçaklı bir külhaniyi önce bileğinden sonra kafasından tutarak sertçe duvara çarptı. Yere düşen paltosunu silkeleyip tekrar omzuna attıktan sonra dışarıya çıkıp eve seslendi:

“Ulan Canavar! Ben rüşvet yedirdiğin beyzadelere, saraylılara, zaptiyelere benzemem! Erkeksen çık karşıma, kapışalım! Ben senin gibi sırtımı Cemiyet’e dayamam, bileğimle buradayım! Çıkmazsan bu mahalleyi başına yıkarım ulan!”

Eşref’in yere yıktığı iki külhani süklüm püklü kenara çekilirken, sayısız cinayeti olduğu söylenen, kız kaçırmadan karmanyolacılığa bir nice pis işe bulaşmış korkunç suratlı Canavar Cafer kapının önünde görünmüştü. Suratında yavşakça bir sırıtma vardı:

“Vay serkomiserim! Haber verseydin hazırlık yapardık! Buyurun geçin!”

“Cıvıma lan! O tatlı dil numaraların sökmez bana! Ben haraç yedirdiğin komiserlere, reji kolcularına benzemem! Yaptığının hesabını vereceksin!”

“Serkomiserim… Ayıp oluyor. Bizim de mahallemizde bir itibarımız var…”

“Si….me lan izzetini itibarını! Gencecik kızı öldürdün, elini kolunu sallayarak çıktın. Şahitleri bile sindirdin!”

“Serkomiser… Bana ne yapabilirsin? Senin karakolundaki polisler benim rüşvetlerim, yedirdiğim haraçlar sayesinde eve ekmek götürüyorlar, maaş hangi birine yetecek? Benim rüşvetim olmasa böyle gelip, benim kapımda bana racon kesmeye cesaret edebilir miydin? Sen bana ne yapabilirsin?”

“Şimdi ben seni sürükleyip götürsem, yine çıkarsın içeriden. Sayısız ahbabın, arkan var. Ne olursa olsun artık, kozumuzu paylaşacağız. Erkeksen çık karşıma, yoksa ben derini yüzeceğim ulan!”

Bu söylenenlerin bitirim âlemindeki manası belliydi. Eşref belinden çift ağızlı dede yadigarı Kafkas kamasını sıyırdıktan sonra sırtındaki paltosunu eline doladı. Cafer de önce içeriye girip bir elinde ceketle bir elinde saldırmayla dışarıya çıktı. Her ikisi de kararlı görünüyordu. Külhaniler, kevaşeler, keşler, kumarbazlar, madrabazlar etraftan topuklamış ancak gizli köşelerden kopacak kıyameti seyretmeye başlamışlardı.

Eşref ile Cafer, sokak ortasında birbirlerinin etrafında alıcı kuş gibi döndükten sonra birbirlerine hamle yapmışlardı. Serkomiser Eşref, hantal Cafer’e göre daha çabuk hareket ediyordu. Yaralamak için hamle yapacak olsa kırk kere yapardı ancak öldürmeye fırsat aradığından esaslı bir hamle iktiza ediyordu. Canavar, açık verip aşırı açıldığında Eşref kamasını Canavar’ın karnına daldırdı. Canavar: “Yandım anam!” diye bağırdığı sırada patlayan bir silahın sesi tüm mahalleyi doldurdu. Eşref hiçbir acı hissetmese de halsizleşerek yavaş yavaş yere yığıldı. Behzat görüyordu. Canavar’ın adamları tabancalarıyla Eşref’in yani kendisinin arkasında bekliyorlardı. Tekrar tekrar ateşlediler silahlarını.

Eşref can verirken ağzından çıkan son ses silahların uğultusunu bastırdı: … Behzat’ın gördükleri yavaş yavaş kararmaya başladığında sanki bir el onu çekip başka bir zamana sürüklüyordu.

* * *

Behzat gözlerini açtığında yine ilkin nerede olduğunu anlayamadı. Etrafında göklere yükselen kale duvarları, ağaçlıklar arasında tek katlı ahşap evler, deli akan bir nehir kenarı… Ve yeniçeriler, eli tüfekli Rumeli köylüleri, Paşa kapuları… Ve kara suretli, cellat kılıklı adamlar!

Adı Süleyman’dı bu sefer. Yeniçeriydi. Belinde yatağanlarıyla dimdik duruyordu. Karşısında zihninde Belgrad Yeniçerilerinin ağası diye senelerdir hatırladığı bir siluet, ardında beli kılıçlı gaddar yeniçerilerle durmaktaydı. Zalim yeniçeri ağası gürledi:

“Adalet nerede!”

“Emrime niye uymadın bre gafil?”

“Emrin emir değildi ağam. Sen dağda isyancı kovalayacağına, yardım eder yataklık eder diye masum köylülerin kanına girmemizi emrettin, çoluk çocuk kim varsa gözünün yaşına bakmadan boğazlayın dedin. Masumun kanına girmek hangi kitapta yazar?”

“Sen benden iyi mi bileceksin? Hem ayakdaşlarına da mani olmuşsun, “Kıymayın! Yazıktır!” demişsin. Ben böyle mi emrettim!”

“Ağa! Sen suçlu suçsuz bakmadan emir verirsin! Adalet bunun neresindedir?”

“Madem adaleti sorarsın yıkın bunu! Kellesini kesin, ibret-i alem olsun deyyus!”

“Adalet nerede?”

Süleyman direnmeye çalışırken cellat kılıklı adamlar kollarından tutup silahlarını aldılar, güç bela yere yıktılar. Celladın kılıcı boynuna inmeden tükürür gibi söylendi:

* * *

Behzat sayısız şey gördü. Kah rahip olup engizisyoncuların malına el koymak için öldürmeye çalıştığı birini savundu, kah Ahileri dergahında yakmak isteyen Moğol komutanına kafa tuttu… Sırtından bıçaklandı, asıldı, vuruldu, katledildi, sürüldü, yakıldı, boğuldu, çarmıha gerildi, iğneli fıçıya atıldı… Hep adaleti aradı, adaleti sordu…

Bir an nasıl olduysa istemeden gözlerini açtı. Güçlükle nefes alıyordu. Gözlerine hücum eden yaşları güçlükle durduruyordu. Dibe çökmüş ruhu, gördükleriyle birlikte daha da ağırlaşmıştı. Hissettiği acılardan ötürü kalbi yerinden çıkacak gibiydi.

Semih bir anda telaşla ayağa fırlayıp Behzat’ın nabzını kontrol etti, terapinin tam ortasında uyanmıştı. “Anlattığı ve hissettiği acılardan ötürü uyanmış olmalı…” diye düşündü. Behzat kendine gelir gelmez aya fırladı:

“Terapi merapi istemiyom ben. Gidecem…” dedi. Montunun iç cebinden telefonunu çıkarıp bir numarayı çevirdi. Kulağına götürdü. Bir süre bekledikten sonra: “Alo… Harun neredesiniz? Ben hastanedeyim la gelip alın beni. He… Yakınsan gel hemen!”

Behzat telefonu kapattı. Çıkacağı sırada Semih engelledi: “Behzat bey bu çok tehlikeli. Terapi henüz bitmedi…”

“Bırak la. Tedavi medavi istemiyom ben…”

Hızla odadan çıktı. Şevket önünü kesti: “Behzat! Ne oldu oğlum? Öğrendin mi geçmişini?”

Behzat: “Gelmişimi geçmişimi si….m ben abi!” diye söverek uzaklaştı.

* * *

Cinayet büronun elemanları beyaz bir arabanın içerisinde, Behzat’ın gelişini bekliyorlardı. Direksiyon başında oturan Harun, dikiz aynasından bakarak arkada oturan üç arkadaşıyla dalga geçti:

“Oğlum var ya yeminlen söylüyorum düğüne gider gibiyiz ha. Şuraya bak… Cevdet, sen istersen öne geç Hayalet, Akbaba’yı kucağına alır öyle gideriz…”

Akbaba: “Lan oğlum beyinsiz beyinsiz konuşma. Adam gelince öne oturur işte, biz burada rahatız hem sığdık.”

Hayalet: “Harbi la… Kucak mucak dedi düğün dedi bi’de… Biz sen miyiz la sen arkaya geçsen kimseye yer kalmazdı!”

Harun, konuyu değiştirmek ister gibi: “Ya beyler o değil de, ben Eda’ya ne hediye alayım onu düşünüyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor… Cevdet sen bilirsin lan?”

Cevdet: “Ben nereden bileyim komiserim, siz daha iyi bilirsiniz…”

“Ben bilirim doğru. Ben bilirim gıcıklık olsun diye soruyom sana zaten… Aha! Amirim geliyo!”

Behzat hastaneden çıkar çıkmaz arabayı görüp yöneldiğinde şaşkınlıkla camdan eğilip baktı:

“Siz de mi burdasınız la? Aha! Cevdet’de burada. Niye böyle belediye otobüsü gibi doluştunuz?”

Hayalet: “Abi öbürü bakımda mıymış neymiş tek araç verdiler. Cinayet olduğunu duyunca hep beraber gidiyorduk sonra sen Harun’u aradın zaten.”

“Tamam la tamam. Gidelim hadi…”

Behzat arabaya bindiğinde tekrar arka üçlüdekilere baktı: “Rahat mısınız la orada?”

Hayalet: “Sıkıntı yok amirim, iyi böyle.”

Harun sırıtarak: “Ben dedim o kadar Akbaba’yı kucağınıza alın diye dinlemediler beni abi…”

Akbaba: “Kardeş göreceksin şimdi kucağı adamı ayar etme!”

Behzat: “Tamam la tamam. Sür hadi… Zaten terapi mi ne si…se ölüyordum a… k…!”

Harun arabayı hareket ettirdikten sonra sordu: “Amirim bu terapi falan dedin. Ne oldu psikolog ters bir şey mi söyledi?”

“Yok la yok. Bu hipnoz mu ne var ya ondan yaptı uyutuyor hani…”

“Baş ağrısı mı yapıyor abi?”

“Yok başağrısı yok. Hani şey var… Önceki hayat diyorlar adam ölüyor ama sürekli geri geliyor, bu dünyada geziyor hep…”

Harun: “Aha! Polat Alemdar!”

Behzat, Harun’a küfreder gibi baktıktan sonra: “La değil la değil! Hani beden değiştiriyor ruh…”

Cevdet: “Amirim reenkarnasyon?”

Behzat: “Hah! Ondan!”

Harun: “Nasıl ya? Şimdi bizim bundan önce yaşamamız nasıl oluyor? Ana karnı falan mı?”

Cevdet: “Yok komiserim bu bir inanış. İnsanların belirli nedenlerden ötürü öldükçe dünyaya gelmeye devam etmeleri söz konusu. Yani bu inanca göre herkesin yaşadıklarına göre belli bir amacı falan oluyor, dünyaya gelip gidiyor…”

Harun: “Ha… Bildim la bildim. Bu televizyonda çıkıyordu bir ara. İşte adam diyor beni şurada öldürdüler falan bildim. Amirim? Terapiyle ne alakası var?”

Cevdet: “Bazı uzmanlar psikolojik sorunların, takıntıların nedenini önceki yaşamdan kalanlara bağlayabiliyorlar. Hatta Semih Beydak diye biri var en ünlüsü, zamanında gazetede görmüştüm.”

Behzat: “He la psikolog o’ydu işte heralde, Semih bey. O adam galiba. Adam beni uyuttu geçmişime götürdü. İşin kötüsü hepsini hatırlıyom la, si….im tedavisini deyip kalktım çıktım.”

Hayalet: “Ne gördün abi?”

Behzat: “Öldüm la. Sayısız kez. Astılar, kestiler, sürdüler… Birinde Osmanlı zamanında mı ne polisim yine bir kabadayıyla kapışıyorum. Bir tanesinde rahibim, bu filmlerdeki krallı zamanlarda bir köylüyü koruyorum. İşin ilginci o zamanları gördüğümde biliyordum, tanıyordum sanki kırk sene yaşamışım gibi. Çok fena oldum la…”

Harun: “Peki abi tarihte öyle gezerken ünlü birine falan rastladım mı?”

Behzat söver gibi baktı: “He. Rastladım. Ebene rastladım…”

Harun: “Yok amirim ondan değil. Hani genelde bunu yaşadığını söyleyenler çıkıp şey diyorlar, yok işte ben önceki hayatımda kraldım, prensestim, padişahtım… Hep böyle önemli kişiler olduklarını söylüyorlar ya o açıdan.”

Behzat: “Bilmiyom la bilmiyom. Yalnız bir seferinde vezir gördüm. Cellatıydım ben. Beş yaşında bir çocuk vardı, esir. Babası isyanlara karışmış diye, Osmanlı falan böyle o zamanlar çocuğu boğdurun dedi. El süremedik hiç birimiz, kalktı kendi boğup kuyuya attı. Belki meşhurdur o vezir falansa… Hem ünlü görsem ne değişecek a…. q….”

Bir süre sustular. Harun’un, bir çiçekçinin önünden geçerken “Aha ne alacağımı buldum!” diyerek parmağını şıklatmasıyla Behzat’ın kendinden geçip bayılması bir oldu.

* * *

Behzat kendisini mamur bir şehrin tam ortasında bulmuştu. Sokaklarda koşturuyordu, topraktan duvarlar ve çeşmeler gözüne çarpıyordu… Yıldızların parıltısı altında ışıl ışıl bir şehir. Belinde kılıç kafasında sarık, duvarlar çarpa çarpa koşuyordu.

Bu sefer adı Karakuş İsfendiyar’dı. Bir meydanda, büyükçe bir kervansarayın etrafını saran mızraklı baltalı haşemlere çarpa çarpa koşuyordu. Kervansarayın meşalelerle aydınlanan kapısının önüne geçip kalabalığa seslendi:

“Otrar halkı! Askerler! Durun, yalvarırım durun! Bunlar tüccar, bunları katledince elinize ne geçecek? Mal mülk mü? Hepsi sultana gidecek!”

Haşemlerden biri alay etti: “İçeridekiler akraban değil ya… Yecüc Mecüc bozkırının ötesinden gelme Tatar taifesi! Dilleri dilimize benzemez! Hangi puta taparlar bilinmez niye acıyalım! Çekil önümüzden, İnalçuk Bey’in emri var!”

“İnalçuk Bey başımıza neler gelecek bilmiyor! Ben asayişten mesulüm, gecenin köründe şehirde adam mı kesili? Bunlar silahsız tüccarlardır, canları bize emanet!”

Bir başka haşem: “Kalenin beyi emretmiş sana ne yahu çekil şuradan!”

“Anlamıyorsunuz. Tatarlar bu işin sonunu bırakmaz, bozkırdan ordular kaldırıp buraya gelecekler! Mahvoluruz!”

“Sıçan derisinden kalpak giyer, kuru otlarla beslenir bozkır çapulcuları mı alacakmış koca Otrar’ı? Duvarlara çarpıp çarpıp dağılırlar! Madem beyin emrine karşı gelirsin, bey hepsini öldürün dedi, çekilmezsen seni de öldürürüz İsfendiyar!”

İsfendiyar, vücuduna saplanan kılıçlardan akan kanın üzerinde yansıyan yıldızların üzerine düşerken “Adalet nerede…” diye zayıf bir fısıltı koyuverdi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Behzat Cim. – Bir Engürü Polisiyesi” için 6 Yorum Var

  1. Behzat Ç. konusunu seçmenin şöyle bir avantajı var: Karakterler okurun kafasında tipleriyle olsun, konuşmalarıyla olsun kolayca canlanıyor. (Ki hemen hemen hepimiz Behzat Ç. karakterlerine aşinayızdır.) Bunu çok iyi kullanmışsın. Tam söyleyebilecekleri lafları söyletmişsin karakterlere. Diyaloglar hiç iğreti durmamış. Espriler ve küfürler yerli yerinde kullanılmış.
    Konu daha en başından insanı sarıyor. Hipnoz masasına oturan bir Behzat Ç. hakikaten merak ettiriyor kendini. Bahsettiğin harf ve imla hataları biraz dikkat çekiyordu, evet. Hatta yeniçeri bölümünün son paragrafında bir karışıklık var sanırım. “Adalet nerede?” sorusu, iki noktadan sonra konulmalıydı. Yine de okuma zevkini engelleyecek yoğunlukta değil bu hatalar.
    Bu arada öykünün başında “bipli versiyon” yazınca, acaba bunun “bipsiz versiyonu” da mı var diye düşündüm. Belki öykünün arkasına bir de bipsizini eklemişsindir diye ama yokmuş. 😛
    Bir Behzat Ç. izleyicisi olarak hikayeyi genel olarak beğendim ve okurken keyif aldım. Ellerine sağlık. 🙂

  2. Gökcan’ın dediklerine harfi harfine katılıyorum. Bipsiz versiyonu ben de aradım bu arada, özellikle vurgulayayım 😛

    Bir olumlu eleştirim, öyküyü genellikle diyalog üzerine kurman, bu diyalogları iyi yazman ve ‘dedi’ gibi ifadeleri azaltman akıcılığı arttırmış, okurkenki hazzı yükseltmiş.

    Bir olumsuz eleştirim de, Emrah Serbes romanlarında hiç Behzat yazmaz. Her zaman Behzat Ç. diye geçer. O detayı es geçmen olmamış 🙂

    1. Teşekkür ederim. Öncelikle şu “Ç.” hadisesini açıklayayım. Eğer kitabı kerteriz alsaydım hem Behzat Ç. olarak geçerdi hem de daha karamsar bir hikaye olurdu. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi diziyi kerteriz aldığımdan hem “Behzat” diye andım hem de mizah dozunu yükselttim. Diyalog ağırlıklı olmasının nedeni de dizi bölümünü izlermiş gibi yazmamdır. Bir de abi bipsiz yorum konusunda elimi az buçuk alıştırmaya başladım sanırım 🙂

  3. Öykü gayet başarılı. Tebrikler. Benim de aklımdan bir Behzat Ç. öyküsü yazmak geçmişti ama bunu gördükten sonra bu kadar iyisini yapamayacağım için şimdi vazgeçtim. Kaleminize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *