Ben ahırda doğdum. Annemi hayal meyal hatırlıyorum. Tamamıyla siyah bir vücuda ve ela gözlere sahipti. Pek yanımda durmadı, kendi kendime yetebilmeyi öğrendiğim anda kendisi şatodan ayrıldı. O zamanlar epey yalnız hissettiğimi söylemeliyim. Neyse ki evin küçük beyi beni sık sık ziyarete gelirdi. Her geldiğinde kafasını yemliklerin içine sokar, yularlarla kendine vurur, bedenini ahırın at dışkılarıyla bezeli taş duvarlarına çarpardı. Bana epey kibar gelen fındıkvâri burnu da sanıyorum bu deneyimler ardından iyice hacim kazanmış ve onu daha da yakışıklı bir yüze kavuşturmuştu. Tek sorunu büyük kardeşlerine nazaran kısa olan boyu olabilirdi ama bu da çok mühim değildi. Bu halinden etkileniyordum. Sonra onu öldürdüm.
Ama bu daha öykünün başı.
Charles, yani küçük bey otuzlu yaşlarını henüz gördüğünde görkemli şatonun kapılarından içeri yeni bir kadın girdi. Bu mini mini küçük eş, saman sarısı uzun saçlarını hâlâ çocuklar misali kurdeleyle topluyor, limon sarısından parlak pabuçlarıyla parmak uçlarında uçar gibi yürüyordu. Hanımlıktan ziyade çocukluğa yakınlığıyla onu büyülemiş olmalıydı. Bir gün gizlice yeni gelinin odasına girdim. Cibinlikli karyolanın yanından hızlıca geçip tuvalet masasının önüne geldim. Pirinç çerçeveli aynanın önündeki renk renk kurdelelerin içinden hızlıca tozpembe bir kurdele aldım. Ne yazık ki ben odaya girdikten sonra arkamdan limon sarısı ayakkabılarıyla o da gelmiş. Bana vurdu. O sırada Charles gelip “Bırak onun olsun, yazık,” dedi. Gururum incinmişti, canım acıyordu. Ama kurdeleyi alıp çıktım.
Yeni gelinin bir de yaşlıca bir validesi vardı. Sık sık çiftliğe gelmeden yapamazdı. Yaşlıca dediğime bakmayın, ruhu on dördündeki genç kız gibi uçarıydı. Göğüsleri içinden taşan, dar saten gömleklerinin ve yağlı koca kalçasını ziyadesiyle belli eden döpiyeslerinin altında yandıkça yanan vücudunu mevcudiyetini kim görse anlardı. Hoş, çenesinin altından fışkıran kalın, sert tüyler dile gelse tersini söylerdi. Hele nadir sustuğu anlarda oldukça belirginleşen, burnu ve ağzı arasındaki upuzun boşluğuysa hiç sormayın. Bazen geldiğinde ahırın kapısının ardından onu izlerdim. Bana bakıp gülümserdi. Sanıyorum kızı, aramızdaki husumeti anlatmıştı. Kızı da kendisi de çok çirkindi, ben çok güzeldim. Charles’ın babası ve bu sakallı kadın arada ahırda buluşurlardı. Birinin pörsümüş, kuru bacak arası; diğerinin bir türlü ayakta duramayan uzvuyla ne kadar mümkün olursa o kadar sevişirlerdi. Ben ahırın köhne bir yerinde uyuduğumdan kendilerini izlediğimi bilmezlerdi. O gırtlaktan gelen iç karartıcı seslerden rahatsız olurdum olmasına da atlarınkinden alışkındım.
Bunlar olurken küçük beyin ve ondan çok daha küçük hanımın evlilikleri cicim aylarını çoktan tüketmişti. Charles yeniden ahıra sığınıyor, tekrar kafasını yemliklere sokup küskülerle saman balyalarını dövüyordu. Eskisinden farklı olarak gözaltları morarmış, yürüyüşüne aksaklıklar eklenmiş ve kamburlaşmıştı. Tüm bunları karısının ona içirdiği ilaçlara bağlıyordum. Sakallı kadının güya damadına deva olması için ısmarladığı tüm ilaçlar ve çaylar bir bir etkisini gösteriyor, Charles’ı delirtiyordu.
Sakallı kadın genç yaşta dul kalmış, kundaktaki kızı yüzünden kimseyle yeniden evlenememişti. Bunun kinini hâlâ taşıyor ve Charles’ın babasının da ona artık yüz vermemesiyle kızına karşı öfkesi körükleniyordu. Zekâ yaşı bir türlü beşi geçmeyen kızının mutluluğuna damadının kendini öldürmesini düşleyerek son vermek istiyordu. Annelerin kızlarına olan düşmanlığı insanların karakteristik bir özelliğiydi.
Bir diğeri de kaçmaya olan yatkınlıklarıydı. Charles aldığı ilaçların etkisiyle bir sabah ahıra bir hışımla dalıp beni kucakladı ve bekleyen at arabasına bindirdi. Şok olmuş halde bağırıyor, ellerimle arabanın kapısını tırmalıyordum. O ben hiç yokmuşum gibi davranıyor, düşünceli bir tavırla yolu seyrediyordu. Kaçırılıyor ve korkuyordum, saatler süren yolun ardından ayakları dibinde uyuyakalmıştım. Neden sonra indiğimizde bu deli adamın bana ne yapacağını bilmediğimden ne dediyse uydum. Eski bir pansiyonda kalmaya başladık. O sürekli yazmaya ben de onu rahatsız etmemek için sürekli uyumaya başladım. Okumayı bilmediğimden sayfalarca kâğıtta ne olduğunu bilmiyorum ama önemli olmalıydılar. Zamanla birbirimize alıştık, benim sakinliğim ve olgunluğum onunsa azmi ve deliliği birbirini tamamladı. Bir gece beni yatağına aldı. Ona iyice sokuldum, bana sıkıca sarılıp bacağımdaki tüyleri okşadı. Böyle kaç ay kaç yıl geçti bilmiyorum, mutluluktan zaman mefhumunu yitirmiştim. Bu küçük pansiyon odası bizim tatlı aşk yuvamız olmuştu bile.
Ve sonra Charles’a mektuplar gelmeye başladı. Yazanları okudukça sürekli nükseden ne kadar hastalığı varsa geri döndü. Gündüz düşleri görüyor, her şeyden korkuyordu. Hakkını yememeliyim, kendinde olmadığı anlarda bile bana çok kibar davranıyor ve sıkıntısının ağırlığını yüklememeye çalışıyordu. Zavallı Charles’ın artık gözleri seğiriyor, saçları bukle bukle dökülüyordu. Çareyi taşınmakta bulduk. Mektuplar yüzünden civardaki tüm pansiyonları ve kiralık odaları gezdik. Yine de mektuplar peşimizi bırakmadı. Hayatımızın düzeni yerle bir olmuştu, mutsuzluğumuz resmen gözle görülür bir hale gelmişti. Aylardır evde biraz süt ve ekmek dışında hiçbir şey yoktu. Yerler kir ve pislik içindeydi. Yine de tatlı bir anı olarak yer etmiş maziden kalan pembe kurdelemi gün boyunca elimde çevirerek zaman tüketmeye çalışıyor ve umudumu yitirmemeye uğraşıyordum.
Charles bir öğle sonu yine ne idüğü belirsiz seraplardan görmeye başladı, korkudan titriyor ve sayıklıyordu. Ben de günlerdir açtım ve kendimi boş vererek ona bir iyilik yapmak istedim. Bir anda suratına sıçradım. Beni bir canavar sanmış olmalı ki oracıkta kalp krizinden öldü. Ardından coşkuyla parkedeki, masadaki hatta Charles’ın cebindeki kâğıtları gâh patilerimle gâh dişlerimle parçaladım. Sonra da yüz üstü yerde yatan küçük beyin sırtında oturup kendimi yalayıp temizlemeye koyuldum. Altımdaki cesedin huzur içinde uyuduğunu biliyor, kendimle gurur duyuyordum. Odanın kapısı açılır açılmaz kaçacak ve iki sokak ötedeki kasabın kedisi olacaktım. Sütten bıkmıştım.
Giriş kısmının kafa karıştırıcılığının son paragrafta açıklanışı güzeldi. Okurken keyif aldım, teşekkürler.
Bazı eserler var, bir noktadan sonra “ulan, acaba?” dedirtiyor. Eserin kötü yazılmasından ötürü değil, okurda oluşan şüpheden, kendisinde oluşan “evet ya! biliyordum!” deme isteğinden ve bunun vereceği hazdan ötürü. Öykünde bunu yaşamadım. Sırrı söylense dahi aklımın ermeyeceği bir illüzyon gösterisi kadar çabuk ve etkiliydi.
Biliyorsun, öykünü ilk olarak ben okudum. Art arda iki kez okumuştum, yine aynısını yaptım. Merak ettiğim, bu denli kısa bir öyküde böylesine detayı ve güzel cümleyi nasıl sığdırdın?
Sonu övmeye çapım yetmiyor, ellerine sağlık
Uygar, bu ne güzel öyküydü! Tadı damağımda kaldı diyeceğim ama öyle güzel anlatmışsın ki ne kadar uzun olursa olsun doyamayacaktım. Güzel ellerine sağlık, yine harikalar yaratmışsın.
Merhabalar, izninizle iade-i ziyarete geldim.
Öykünüzü dün okudum ama yorumu bugüne kaldı. Biraz koşuşturmalı günler yaşıyorum son zamanlarda.
Affola!
Öyküyü okudum ve tam olarak şöyle düşündüm:
İşte bu benim hiçbir zaman beceremediğim bir şey. Yazıklar olsun bana!
Son ana kadar hiçbir şey anlamadım. Başta ufak bir şüphe duydum, cümlelerin üzerinden tekrar geçtim ancak uyanamadım. Rüya devam etti.
Müthiş işlemişsiniz konuyu. Charles’in dünyasının içerisinde gezinirken bulabildim kendimi, o buhranı hissedebildim.
Hep söylerim; kısa öykü yazmak, yazabilmektir asıl olan, uzun uzadıya yazmak daha kolaydır çünkü.
Kısacık bir metinde hatalar kolayca okuyucuyu bunaltabilir ancak uzun satırlar içerisinde hatalar kolaylıkla tolere edilebilir.
Neden böyle Yılmaz Özdil gibi yazdım yorumu bilmiyorum ama,
Harika bir öykü okuduğum için mutluyum ve teşekkür ederim size.
Görüşmek üzere!
Okuduğunuz ve yorum yaptığınız için asıl ben teşekkür ederim, mutlu oldum.
Sevgiler…