Hayat bir mücadeledir. Sadece nefes almak ne yazık ki yaşamış olmak için yeterli gelmiyor. Bir insanın amacı olmalıdır, bir hayali, çabası… uğruna her şeyi göze alabileceği, her şeyden vazgeçebileceği bir hedefi. Hedefin ne kadar zor ne kadar uzakta olduğunun bir önemi yoktur. Önemli olan kişinin o mücadeleyi verebilecek bir iradeye sahip olmasıdır. Ne acıdır ki mücadele kadar, o iradeyi oturtmakta zordur. Muhtemelen bu en zor aşamalardan biridir. İrade yeterince kuvvetlendiğinde yerini kusursuz bir disipline bırakır. Disiplin, düzenli ilerleme sağlar ve hiç durmadan yürüyen birinin eninde sonunda ulaşmak istediği yere varacağı gerçeği gibi hedefe ulaşmakta kaçınılmaz olur.
Hedefe ulaştıktan ve en geçerli mücadeleyi tamamladıktan sonra başka bir durum ortaya çıkar; zorlu bir dağın zirvesine çıkmış dağcı gibi etrafınızı izlerken bir karar vermeniz gerekir. Ya bu güzel manzaraya doyana kadar bakacak ve sıkılana kadar orada kalacaksınız -ki bu durumda hâlâ sizi oradan aşağıya itmeye çalışan rüzgârlar olacaktır- ya da tırmanabileceğiniz daha yüksek bir dağ arayacak ve bulunduğunuz yeri bir basamak olarak kullanacaksınız. Zaman içinde bütün hedefleriniz, belki sizin bile varlığınızdan haberdar olmadığınız nihai hedefiniz için birer basamak haline gelecektir. Bu yol ne kadar sürer ne kadar yükseğe ulaşır ya da oraya ulaştığınızı nasıl anlarsınız konusu ise tam bir karmaşadır. Ne yazık ki bunu sadece kişinin kendisi anlayabilir.
* * *
Glestrap’Harl, ismini başkentin en kudretli savaşçısından almış, meşhur bir arenadır. Tartışmasız bir şekilde diyardaki en iyi savaşçıları yetiştiren arenanın gladyatör savaşları belki de tüm diyarda en çok izlenen gösterilerden biri olabilir. Arena sürekli artan bu istek karşısında her sene genişlese de misafirleri de artmaya devam ediyordu.
Bir zamanlar arenaya köle olarak gelmiş ve baş gladyatörlüğe kadar yükselmiş olan Lehan Kayadiken son oy yıldır da arenanın müdürlük görevini üstleniyordu. Arenanda kendisine ayrılmış olan çokta geniş olmayan odada oturmuş ellerini önünde masanın üzerine koymuştu. Masanın diğer tarafında bir düzine insan odaya zar zor sığmıştı. Kadınların hepsi ağlıyor sayıları daha az olan erkekler ise ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Yüzünde hüzün değil öfke taşıyan tek kişi ufak koltuğu oturmuş dimdik bir şekilde müdürü süzen muhtardı.
“Köyümüz derebeyi atanabilecek kadar büyüktür,” demişti. Köyünün muhtarından çok derebeyi gibi oturuyordu karşısında.
“Kimse!” dedi sertçe, titreyen sesini sıktığı yumruklarıyla bastırarak. “Kimse sesimizi duymadı. Kimse bize yardımcı olmadı. O koca köyden bir avuç insan anca çıktı, onlarda bu soğukta kış kıyametten saklanacak yer alıyorlar. Sığınabilecek akrabası olanlar yola düştü. Bizler ise öksüz yetimleriz. Kimsemiz yok, yardım etmek isteyen kimse de yok. Kralmış, hükümdarmış, danışmanlarıymış hiçbirinde zerre onur ve şeref kalmamıştır. Soysuz köpeklerden hallicedir bizim gözümüzde.
Lehan iri elini havaya kaldırıp durması için muhtara işaret etti, başını hafifçe yana devirdi. “Yapma muhtar, bu sözlerin ihanete girer, seni idama götür!”
“Al o zaman kellemi!” diye haykırdı acılı adam. Gözyaşları ağır süzülse de gözlerinden öfke saçıyor dümdüz dudakları acıyla değil içinde biriken öfkeyi boşaltacak gücü olmadığı gerçeğiyle titriyor, dişleri birbirlerine düşman gibi vuruyordu. “Ailem gitmiş, yerim yurdum gitmiş, sevdiklerim, anılarım, hayatım gitmiş bitmiş… Al hepsi senin olsun gladyatör çek kılıcın doğra bizi! Senden korkarsak, direnirsek hayasız, soysuz insanlarız demektir. Ama köyde hâlâ insanlar var, yardıma muhtaç insanlar, her geçen zaman şansı tükenen insanlar. Buraya yaman savaşçılar var dediler. En iyileri, bu yüzden kapına geldik. Ya bize yardım et ya da al kellemizi ama unutma ki ihanet kralı eleştirmek ya da ona sövmek, onun dalkavuklar ordusundan iğrenmek değildir. Halkı göz göre göre öldürmektir ihanet. Yardım çığlıklarına kulakları tıkamaktır ihanet. Yardıma muhtaç insanları görmezden gelip herkese mutluluk yalanları söylemek idam cezası gerektirir. Bizim sayemizde sefa sürüp bize el uzatmamanın cezasıdır idam.”
Adam haklı, diye düşündü Lehan. Söylediği her şeye katılıyordu. Ne yazık ki kralın katılacağını düşünmese de burada krala hizmet eden biri yoktu. Olsa da henüz onun arenasından herhangi birini alacak kadar çıldırmış olamazlar diye düşündü.
Muhtar ve ahalisi Akıntıdere köyünden geliyorlardı. Köyde yakın zamanda dev bir yer yılanı ortaya çıkmıştı. Boyları ve cüsseleri devasa boyutlarda olan bu yaratıklar yerin altından seyahat eder, avın kokusunu aldığında yüzeye çıkar ve önüne geçen her şeyi yıkıp geçerdi. Yer altında hareket ederken bile yer üstünde çok kuvvetli sarsıntılara sebep olabilirlerdi. Sözde kraliyet avcıları tüm yerleşim bölgelerine yakın yerlerdeki yaratıkları temizlemiş ve bir devletin aslı görevlerinden biri olan vatandaşının huzurlu ve sağlıklı yaşam hakkını gözetmek için gerekeni yapmıştı.
Görünen o ki bu da söylenen binlerce, belki de on binlerce yalandan sadece biriymiş. Gecenin bir yarısı sıcak evlerinden kaçıp dondurucu soğuğa sığınan halk onları yönetenlere güvenmişti. Kendilerine yardım eli uzatacaklarına, başlarını sokacak sıcak bir yer bulacakların ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayacaklarına inanmıştı. Köy halkının bin bir zorlukla ulaştığı herkes yardım sözü vermiş, en kısa sürede görevlilerin olay yerine gideceklerini söylemişler ama kimse gerçekte oralı olmamıştı. Hiç kimse yardıma gitmemişti.
“Merak etmeyin,” dedi eski gladyatör acılı insanların gözlerine bakarak. “Biz size yardım edeceğiz. Arenayı kapatacağız, sizler burada kalacaksanız, arenadaki görevliler sizlere yardımcı olacak. Bu sırada bende gidip diğer gladyatörlerle konuşacağım, kimlerin bize katılmak istediğini öğreneceğim. Sonra yanınıza dönerim ve tekrar konuşuruz.”
Yaşlı adam bir şeyler söylemek istese de başaramadı. Onun yerine gladyatöre sarılmakla yetindi. Koca şehirde acısını anlayabilen tek insana sıkı sıkı sarıldı.
Lehan hiçbir zaman iyi bir konuşmacı olmamıştı. Zaten hayatta kalması için konuşması değil dövüşmesi ve kazanması gerekiyordu. Basit bir şekilde insanların yaşadığı sıkıntıları ve zorlukları açıkça anlatıp nasıl yüzüstü bırakıldıklarını anlattı. Onlara yardım etmek istediğini ve gönüllü aradığını söyledi. Gelmek isteyenlerin isimlerin listeye yazdırmasının yeteceğini ve kimsenin bu kadar tehlikeli bir göreve gelip kendi canını tehlikeye atmak zorunda olmadığını da ekledi. Akşama kadar bekleyeceğini söyleyerek odasına döndü.
Masasına daha yeni oturmuştu ki görevlilerden biri içeri girip kendisini selamladı ve listeyi masaya uzattı. Sadece gladyatörler değil, arenadaki çalışanların bile tamamı ismini yazdırmıştı. Görmezden gelinen, umursanmayan ve sadece kullanılıp atılacak mallar gibi görünen bir güruh olarak zavallı insanların ne yaşadığını en iyi onlar biliyor bu yüzden hepsi elini tereddüt etmeden elini taşın altına koyuyordu.
Gözyaşı akıtabilecek kadar mutluydu. Arasının pek iyi olmadığı yaratıcı bunu fark etmiş olmalıydı ki sevincini kursağında bırakması için kralın elçisini göndermişti kendisi. İğrenerek konuşan herif kralın derhal kendisini görmek istediğini söylediğinde başını sallayarak cevap vermekle yetindi. Tek bir el hareketiyle adamı odasından kovar gibi gönderip derin bir nefes aldı.
Kral çok şaşalı altın tahtında oturmuş etrafını saran dalkavuk sürüsüyle açılan kapıdan beliren Lehan’ı izliyordu. Göt herif ağzını bile açmaya tenezzül etmeden eliyle Lehan’ın yürümesine izin verince aradaki mesafeden görmemiş olacağını düşünebilen dalkavuk ordusu uyumsuz bir koro gibi hep birlikte tekrarladılar el hareketini. Lehan kapıdan içeri girerken hepsi aşağılayan gülüşlerini sergiliyor, birbirleriyle sohbet ediyor, şakalaşıyor, gülüyor, hatta bir şeyler tıkınıyorlardı. Lehan’ın hemen arkasından gladyatörleri içeri girmeye başlayınca gülümsemeleri soldu, sesleri kesildi ve kahkahaları söndü. Artık Lehan saklama zahmetine girmeden koca bir sırıtmayla yürüyordu.
“Sadece arena müdürünü getirecektiniz!” diye bağırdı dalkavuklardan biri. “Durdurun onları almayın içeri, kral onları huzurunda istemiyor…” diye haykırsa da kimse onları durdurabilecek cesareti gösterip ortaya çıkmadı.
Müdürün hemen arkasında onu takip eden otuz kadar gladyatör zırhlarına bürünmüş ellerinde silahlarıyla ilerliyordu.
“Durdurun onları!” diye atıldı başka bir dalkavuk. Tek bir asker kararsız bir şekilde öne çıkma cesareti gösterse de gladyatörlerin sert bakışları yaptığı hareketten hemen pişman olmasına sebep oldu.
Kral artık o kadar huzurlu değildi. Yanındaki vasıfsızlar ordusuna bağırıp çağırıyor, askerleri harekete geçirmeye çalışıyor, bazen ufacık bir çocuk gibi çığlık atıyor ama hiçbir şey değişmiyordu. Lehan kimse onları durdurmaya cesaret edemen otuz savaşçısıyla kralın karşısına dikildi.
“Majesteleri bizi görmek istediğinizi söylediler. Kalabalık geldik çünkü tam da uzun bir yola çıkmak üzereydik. Siz çağırınca hem kutsal buyruğunuzu duymak hem de sizi bilgilendirmek ve vedalaşmak için geldik.”
“Ben kralım!” diye haykırdı korkak kral etrafındaki dalkavuk ordusundan destek bekleyerek. Ne olursa olsun burası onun sarayıydı ve üstünlük onda olduğu için yersiz bir özgüven ile rahatça konuşmaya devam etti. “Ben izin vermeden bir yere gidemezsin… ben izin vermeden nefes bile alamazsınız. Kralınız olarak size şehirden ayrılmamayı, dövüşleri olağan akışında devam ettirmeyi ve bir daha asla benim iznim olmadan kimseye yardım sözü vermemeyi unutma. Yoksa seninle bizzat hesaplaşırım.”
Lehan ileri yaşını aşan bir çeviklikle belindeki kılıçlardan birini kınından kurtarıp kralının ayaklarının dibine attı. Yerden sallanan kralın şakırtısı kralı ve etrafındakilerin neredeyse çığlık atmasına sebep olacak kadar korkuttu. Askerler mızraklı ileri uzatıp kalkanlarını kardırdılar ama gladyatörler onlardan çok daha hızlıydı. Otuz adamın tamamı savaş pozisyonu almış ve yarım daire çizerek liderlerini koruma altında almışlardı. Kendilerinden emin ve sert duruşları bile askerlerin tereddüt etmesi için yeterli oluyordu. “Aldığımız hiçbir nefesi sana borçlu değiliz,” dedi Lehan. “Bizler özgürlüğünü kuma akıttığımız kanımızla kazanmış kişileriz. Bizim aramızda hesaplaşmanın yolu ve yordamı bellidir. Benimle hesaplaşmak istiyorsanız kılıcı elinize alın karşıma çıkın. Hemen şimdi, tam burada hesaplaşabiliriz. Aksi halde sizden izin almamız gerektiğinizi gayet iyi bilirsiniz. Tüm halkı kendi kulunuz olarak görebilirsiniz ama bizi öyle görmek, hatta görmeye çalışmak bile tehlikelidir. Yapmayın. Ben ve kardeşlerim bugün, sarayınızı terk eder etmez yola çıkıyoruz. Zor durumda olan insanlara yardım edeceğiz. Biz işimizi bitirdikten sonra olay yerine intikal etmiş olması gereken yardımların oraya varacağını sağlayacağınızdan hiç şüphem yok. Aksi halde buraya tekrar gelmek zorunda kalacağız ve bu sefer istemediğimiz türde bir konuşma yapacağız.”
“Saygısızlık,” diye atıldı başka bir dalkavuk. “Kimse kralımızı tehdit edemez. Böyle bir saygısızlığa göz yumamayız.” Destek bekleyerek etrafındakileri süzdü. “Yummamalıyız!” diye haykırdı.
Lehan kibarca gülümseyip, ellerini hafifçe yukarı kaldırdı. “Hayır, beni yanlış anladınız.” Havadaki ellerini birbirine yapıştırıp özür diliyormuş gibi adamlara baktı. “Sadece kraldan bahsetmiyorum, yardımlar gelmediği takdir de her birinizi ziyaret edeceğim. O yüzden kıymetli kralınız endişelenmeniz gereken son şey olmalı.”
Kral ve dalkavuk ordusu koro halinde seslice yutkununca ortaya ilginç bir ses çıktı. Lehan’ı başıyla alaycı bir selam verip döndü ve gladyatörleri de hemen peşinden ilerledi.”
* * *
Üç günlük tempolu bir yürüyüş sonrasında köy görünmüştü. Dural, ekibin en hızlısı ve en genci olarak en önden ilerliyordu. Köyü ilk görende o olmuştu. Üstünde yürüdükleri dağın yamacında meydana gelmiş kayalık bir tepe ileri doğru uzanmış ve aşağıdaki tüm ovayı gözler önüne seriyordu. Dural tepeden vadiyi izlerken tamamı enkaz altındaki köyü görünce boğazının düğümlendiğini hissetti. Manzara beklediğinden çok daha kötü durumdaydı.
Köy gördükleri arasında en büyüklerindendi. Geniş bir araziye yayılmıştı ve iki dağ arasında akan akarsuyun kenarına inşa edilmişti. Yere çöküp etrafı incelerken biraz sonra yanına Lehan geldi. Yaşlı gladyatör ilerlemiş yaşına rağmen en gençlerine taş çıkaracak kadar dinç duruyordu.
“Durum çok kötü kaptan,” dedi Dural. Eski bir korsandı. Köle olarak arenaya gelmiş ve Lehan sayesinde iyi bir savaşçı olmuş, özgürlüğünü kazanmıştı. Bu yüzden saygı duyduğu insanlara kaptan olarak hitap ederdi. Lehan’dan daha fazla saygı duyduğu kimse de yoktu zaten. “Çok fazla insana ihtiyaç var, enkazda hâlâ yaşayanlar olabilir.”
“Bir hafta olmuş Dural.”
“Olabilir kaptan. Krastavol zelzelesini yaşamış biriyim ben. O sırada şehre demirlemiştik. Kaptanımız insaflı bir adamdı herkes kaçarken şehirde kalıp insanlara yardım ettik. On bir gün sonra sağ kurtarılan insanlar olduğunu biliyorum.”
“Dural doğru diyor, efendim,” dedi Ervan. Eskiden bir öğretmenken korkunç olaylar sonuncunda elinde kılıçla savaşan özgür bir gladyatöre dönüşmüştü. “Tarihte böyle gerçekler mevcut.”
Lehan eliyle vadiyi işaret etti, köyün yakınındaki toprak hızla dibe çöktü ve sonra dışarı doğru fırladı, fırlayan kumla beraber devasa bir toprak yılanının pullu gövdesi yüzeye süzüldü, koca bedeninin tüm delikten çıkması bir dakikayı buldu. Dev yaratık köyün etrafında dönüp durdu, bazı enkazların başında dikildi, dilini çıkarıp tısladı ve hatta bazılarını yemeye çalıştı. “Tarihteki gerçekler olay yerlerinde dev bir yılandan söz ediyor mu Ervan.”
“Hatırladığım kadarıyla hayır efendim.”
“Enkaz yiyen yılan, “dedi Dural. “Her şeyin bir ilki varmış demek ki…”
“Her şeyin bir sonu da var. Bu yaratığın sonunu da biz getireceğiz. Belki hepimiz can verebiliriz. Ama yaratığı ortadan kaldırırsak belki yardımlar buraya ulaşabilir. Daha fazla can kurtarabiliriz.”
“Atlarımız olsaydı iyi olurdu,” dedi Morshan. Lehan’dan sonra en deneyimli gladyatör kendisiydi. Çok büyük savaşlar görmüş, çok çetin düşmanlar alt etmiş, çok büyük ordulara hükmetmişti, bu yüzden diğerleri ona general derdi. Sakallarını sıvazlayarak yaratığı süzdü. Bölge bu kadar engebeli olmasa atları getirirdik. Böyle bir düşmana karşı hız büyük bir koz olurdu.”
“Böyle bir düşmana karşı herhangi bir şeyin kozumuz olacağın sanmıyorum general.” Ervan yılanın sürekli aynı enkazı tırtıklamasını kısa bir süre daha izledi. Sonra hep birlikte yollarına devam ettiler.
* * *
Sonunda vadiye indiklerinde dinlenmeye karar verdiler. Yaratık köyün etrafından hiç ayrılmadığı için riske girerek köye biraz daha yaklaştılar. Lehan herkesi ateşin etrafında toplayıp savaş planlarını tartışmaya başladı. Daha önce hiçbiri bir dev yılanla savaşmamıştı. Hatta tarihte birilerinin bu denediğini bile düşünmediğini söyledi.
“Denememişler,” dedi Ervan. “Hatta geçmişte bir ara onlarla ittifak bile kurmuşuz. Dev yılanlara binen komutanlardan bahseden kitaplar var.”
“Kitapları sarhoşken mi okuyorsun?” diye sordu Gurval. Gladyatörler arasında en çok konuşaydı. Arenada bile nadiren susardı. “İstersen bu yılana binmeyi dene. Eminim çok kısa süren bir macera olacaktır.”
“Ben binemem. Ama Mutsire, deneyebilir.” Ervan Gurval’ın iki yanındaki sessizce duran adamı işaret etti. Diğer gladyatörlerin aksine vücudunun hiçbir yerinde metal veya çelik bir zırh yoktu, omuzluğundan belindeki kemere, göğüs zırhından çizmelerine kadar her şey kömür karası deriden yapılmıştı. Onu farklı kılan sadece deri zırhı değil aynı zamanda konuşmuyor olmasıydı. İlk günden beri tek kelime etmediği için kimileri onunla dilsiz diyerek dalga geçmek gibi bir hata yapmışlardı ve bazılarının arenada gördüğü son yüz kendisinin ki olmuştu. Diğer yandan arena da en çok düşmanı yenmesine rağmen en fazlasını affeden de kendisiydi. Hatta öldürdüğü düşmanlar iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olmasına rağmen kimsenin yeteneğinden ya da ne kadar tehlikeli bir rakip olduğundan şüphe edemeyeceği biriydi. “Yaratığa saldırmak için birileri onun dikkatini çekmeli ve bence bu ekibe sen liderlik etmelisin.”
Mutsire parmaklarını önünde kenetleyip başını eğerek görevi saygıyla kabul etti. Sonra el işaretleriyle bir ekibe ihtiyacı olmadığını yaratığın dikkatini tek başına çekeceğini söyledi. Saldıran ekibin elindeki herkesi kullanması gerektiği konusundaki fikrini de herkes onaylayınca tek başına kalması kararlaştırıldı.
“Beyler size yalan söylemek istemiyorum. Aramızda daha önce böyle bir şeyle savaşmış birileri yok. Bildiğim tek şey derilerinin gerçekten çok sert olduğu ve onu aşmanın bizi zorlayacağı, bilmediğimiz bir arazide bilmediğimiz çok güçlü bir düşmana karşıyız. Planımız belli ki savaş sırasında kendi kendine meydana gelecektir. Yaratığı öldüremeyebiliriz ama yaralayıp buradan uzaklaştırırsak bile bu bizler için bir zafer demektir. Umuyorum, başaracağız.”
* * *
Mutsire hızlı adımlar köye yaklaştı. Yaratık köyün güney ucundaki bir enkazı eşelemekle meşguldü. Bir şekilde önüne geçmeli ve dikkatini çekmeliydi. Gladyatörler üç gruba ayrılmıştı. İlk grup hemen arkasından ilerledi; güvenli bir mesafeden takip ederek enkazların, kayaların, ağaçların arkasına saklandılar. İkinci ve üçüncü gruplar köyün iki yanındaki dağın eteklerindeki sık ağaçlık alanların içlerine doğru ilerlediler. Onlar yandan saldıracaktı. Yılan oradan da geçmiş olduğu için ağaçlar yer yer devrik ve bölge bölge açıklıklar olduğu için sorun yaşıyor, ağır ve dikkatli bir şekilde ilerlemek zorunda kalıyorlardı.
Sessiz gladyatör derin bir nefes aldı ve ortaya çıktı, en yakındaki enkazdan aldığı bir taş parçasını yılanın kafasına fırlattı. Koca cüsseli yaratık dikilerek çok daha uzun göründü. Kuyruğunu hızlıca çevirerek döndü. Mutsire kuyruktan kaçınmak için üç insan boyunda havaya sıçrayıp geriye doğru takla attı.
“Piçe bak, büyü kullanıyor, biliyordum bu yüzden onu yenemedim…” diye söylendi Gurval. Yanı başındaki Morshal’ın koca eli tek hamlede ağzını ve burnunu kapatarak çocuğun sesini ve bir süre nefesini kesti.
Mutsire uzun ince kılıcını çekti ve yaratığın etrafında koşmaya başladı, yılan ise ağzındaki en kaz parçalarını tükürerek kendisin taş yağmuruna tuttu. Hatasız bir şekilde ve inanılmaz reflekslerle tüm taşlardan kurtulan Mutsire sonunda yaratığın arkasına geçmiş ve dikkatini kendisine yöneltip ilk grubu saldırıya hazır hale getirmişti.
Yılan tekrar tısladı, kuyruğunu sağa sola hafifçe salladı ve ağzından basınçlı bir suyu gibi fışkıran yeşil bir sıvı fırlattı. Mutsire kendisini solundaki büyük kayanın arkasını son anda atmayı başardı.
Kaya saniyeler içinde çürüyüp dumanlar çıkarak eridi.
“Zehir fırlatıyor!” diye bağırdı Ervah saklandığı yerden ileri fırladı.
Mutsire zor durumda olduğu için tek yol saldırıya geçip yaratığa daha fazla hedef vermekti. “Saldırın!” diye haykırdı Lehan. İlk grup savaş çığlıkları atarak siperlerinden fırlayıp hücuma geçtiler. Aynı anda ormanlık alanlardan fırlayan mızraklar yaratığın pullu derisine isabet etti ama ufak çizikler açmaktan öteye gidemediler.
Kılıçlar, mızraklar, baltalar, gürzler, hançerler ve daha nice silahlar arka arkaya hücum etti yaratığın kalın pullu derisine. Öfkeyle ve var güçleriyle saldırdılar ama kalın derisinde ufak tefek çizikler açmaktan başka hasar veremediler; sadece Lehan ve Morshal yaratığın derisine silahlarını saplamayı başarmışlardı. Yılan öfkeyle kuyruğunu savururken herkes geri kaçtı, kimileri yere uzanıp kuyruğun altına girdi. İkinci ve üçüncü birlikler dağın eteklerinden sel gibi akıp enkaz halindeki köye ulaşıp hücuma katıldıklarında yılan etrafına zehir tükürmekle meşguldü. Zehri açıkta gördüğü düşmanlara nişan alıyordu. Özellikle enkazlarından uzak tutmaya çalışıyor, enkazların arkasına saklananlar da bu yüzden kendilerini güvene alabiliyorlardı.
Sayıca kalabalık olan gladyatörler ellerindeki kalın halatlarla hayvanı sarmaya çalışırken Mutsire kancasını hayvanın burun deliklerinden birine saplamayı başarmış ve üstüne tırmanmaya başlamıştı. Çevik hareketleri ve ustaca kullandığı vücuduyla yaratığın üstünde rahatça dik durabiliyor ve her fırsat bulduğunda daha da yukarı tırmanıyor, yaratık sallanmaya başladığında da kılıcını kullanarak yaratığın vücuduna yapışmaya çalışıyordu. Tepesinde gezinen gladyatör dikkatini dağıttığı için diğerleriyle yeteri kadar ilgilenemiyordu yılan. Onlar da bu durumu kullanarak yılanı sarmış ve devirmek için var güçleriyle asılmaya başlamışlardı.
“Çekin, asılın!”
Yılan öfkeyle tepinmeye çalışıyor ama köy merkezinde olduğu için olsa gerek çevresindeki enkaz hareket etmesine engel oluyordu. Bir sebepten fazlaca çekingen savaşan yaratık Lehan’ı şüphelendirse de sorularına cevap bulabilmek için yaratığın sağ değil ölü olmasını tercih ediyordu. Böylece sorunlardan biri ortadan kalkmış olacaktı. Bir grup yılanı çekiyor, Mutsire tırmanıyor, diğerleri ise var güçleriyle pulları yıkmaya çalışıyordu.
“Dayanın!” diye kükredi Lehan. “Onu devireceğiz, biraz daha dayanın!” Morshal yaratığın kalın pullardan birinin parçalamayı başarınca tüm öfkesini çıplak kalan deriye yönelti. Baltası generallik yıllarından kalan bir zulümle inip kalkmaya başladı. Mutsire yılanın kafasına vardı, kılıcını havaya kaldırdı, gözüne nişan aldı, nefesini tuttu…
Ama kılıcını indiremedi; tam o sırada yarısı göçük, yarısı ayakta duran evlerden birinin yamuk duran kapısı açıldı ve içinde ufak bir çocuk belirdi. Tepesindeki güvensiz yapı dövüşün etkisiyle sarsılıyordu. Her an düşmek üzereydi.
“Çocuk!” diye haykırdı Mutsire kılıcıyla evin olduğu yeri işaret ederek.
Ervan ve birkaç gladyatör Mutsire’yi duymuş ve işaret ettiği yeri görmüştü.
Yılan da tepesindeki gladyatörün sesini ve sesindeki korkuyu algılamış gözleri hemen enkazın olduğu tarafa yönelmişti. Ervan ve peşindeki birkaç adamla birlikte koşmaya başlamış bir yandan da çocuğa dışarı çıkmaları için bağırıyorlardı.
Yılan öfkeden kudurmuş gibi ani dikkat dağınıklığını kullanarak gücünü tekrar eline aldı, kendi saran iplere ve tepesindeki gladyatöre rağmen uçar gibi enkaza atıldı, Mutsire üstünden düşüp yerde taklalar atarken ipleri tutanlardan birkaçı kısa bir süre yılanla birlikte sürüklendikten sonra iplerini bırakabildiler.
Hayvan koca ağzını açıp enkaza doğru atıldı ve tam bina çökmeden çocuğu tek bir hamleden ağzına aldı ve düşen enkazı parçalayarak yoluna devam edip dar bir dönüş alarak tekrar gladyatörlere döndü.
“Çocuğu yedi!” dedi Morshal titreyen sesiyle.
Yılan ağzını açtığında çocuk oradaydı, hiçbir şey olmamış ve gayet sağlıklıydı. Yılan oradan gitmesi için çocuğa tıslasa da ufaklık minik adımlarla gladyatörlere doğru yürümeye başladı.
Gladyatörler gördüklerini anlamlandıramıyorlar, etrafındaki arkadaşlarına bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Hepsi ellerinde silahlarıyla hâlâ yılana dönük duruyor ama saldırmak ve saldırmamak arasında gidip geliyorlardı.
Küçük kız elini sallayarak önlerinde durup bir şeyler söyledi. Konuşmasını zor anlaşılması bir yana ortak lisanın bilmediği için yöre halkının zor anlaşılan dilini konuşuyordu.
Ervan dikkatlice ufaklığa yürüdü, önünde eğildi ve kendi diliyle bir şeyler konuşmaya başladı. Kız biraz sonra ağlamaya başladı. Yılanı işaret etti ve göz yaşlarını sildi. Ervah ufak kıza sarılıp başını göğsüne bastırdı. Birkaç soru daha sordu.
“Ervan!” dedi Gurval. “Artık bir şeyler söylesen de ne yapacağımıza karar versek.”
“Yapılacak bir şey yok,” dedi adam titreyen bir sesle. “Yılanlar, yılanlar hiçbir şey yapmamış. Köyü deprem vurmuş. Yılanlar depremden saatler sonra çığlıkları duydukları için gelmişler. Muhtemelen köy muhtarı ve diğerleri yılanları görünce kaçmaya başladıkları için neler olduklarını anlamaya fırsatları olmamış. Her şeyin onlardan kaynaklandığını düşünmüşler ama öyle olmamış. Yılanları insanları yememiş, enkazları yemişler ve bazı insanlarını sağ bir şekilde kurtulmuş, hepsini yakınlardan bir su kaynağı olan kulübeye bırakmışlar. Kız orada yılanlarla konuşabilen biri olduğunu söylüyor. Kendisi de oradaymış, yılanlardan biriyle buraya dönüp evinden babasının kendisine bıraktığı kitabı almak için gelmiş. Sesleri duyunca da eve saklanmış. Birkaç gün sonra köye bir grup asker ve kraliyet hizmetkarı gelmiş. Ama gelenler krallık askerleri sadece maden kaynaklarını, altın depolarını ve de köydeki ufak bankanın kasalarını kurtarıp ayrılmışlar. Kimse enkazlara dokunmamış… içeriden sesler gelmesine rağmen.
“Yılanlar da onları yemişler değil mi?” diye sordu Gurval öfkeli bir sesle.
“Hayır, yardıma geldiklerini düşündükleri için yılanlar uzaklaşmış ve kimseyi korkutmamak için burada durmamışlar. Saatler sonra hâlâ sesler geldiğini duyduklarında geri dönmüşler. Olan biteni enkaz altında bu ufak kız görmüş.”
Yer altında açılan başka bir delikle ve ardından kopan gürültüyle gladyatörler savumaya geçtiler, geriye sıçradılar ve silahlarını başlarını üzerinde tuttular. Yerden kopan toprak üzerlerine yağmur gibi yağarken başka bir yılan ortaya çıkıp etraflarını sardı.
“Tuzağa düştük!” diye bağırdı Morshal. “Düzen alın!”
“Alın!” diye bağırdı havaya kalkan tozun içinden gür bir ses. “Yılanlara, zehirlerine ve dişlerine, silahları, korkunç baltalara, dev gürzlere ve incelikle işlenmiş kılıçlara karşı düzen alın, bunu yapabilirsiniz. Peki gerçekler? Onlara karşı düzen almak ve siperlerde saklanmak mümkün mü?”
Biraz sonra toz dağıldığında ortaya çıkan yeni yılanın kafasını üzerinde oturan yaşlı, tek gözü bandajlı, karışık gür sakallı adam başındaki şapkasını çıkarıp kendilerine selamladı ve geri yerine koydu.
“Sanıyorum sen yılanlarla konuşan adamsın,” dedi Lehan.
“Evet, onlar benim arkadaşlarım. Ne ilginç öyle değil mi? Tarih boyunca anlatılan bütün masallarda onlar sinsilikle, ihanetle ve ölümle ilişkilendirildi. Ama asla bir insan kadar yetkin değiller bu becerilerde. Benim gibi mecnun bir gezgini bile arkadaş sayıp dillerini öğretip aralarına aldılar. Ne gariptir insanların çok azı bana bu merhameti bahşetti.”
“Bizden ne istiyorsun?” diye bağırdı Lehan.
“Geç kaldınız dostlar. Burada kurtarılacak can kalmadı. Kurtulanların hepsi benim kulübemde. Ama burada olmasa da hâlâ can kurtarmak mümkün. Adalet, dostlar. Burada bir suç işlendi. Halkını korumakla görevli olanlar onları koruyamadılar. Ölüme terk ettiler. Kendi mallarına ve refahlarına buradaki canlardan daha fazla kıymet verdiler. Birden fazla ve çok ahlaksızca suçlar işlendi ve o suçlar cezasını çekmeli. Birileri örnek olmalı ki başkaları ibret alsınlar. Burada halkın yaşadığı acıyı, halka reva görenler de çekmeli. Adalet ancak o zaman yerini bulabilir.”
Tüm kafalar birbirlerine dönmüş hepsi bir diğerinin tepkisini ölçüyor, diğerlerinin ne düşündüğünü merak ediyordu. Gözlerini yılan biniciden ayırmayan tek kişi vardı. “Nasıl bir adaletten bahsediyorsun?” diye sordu Lehan.
“Keskin,” dedi yılana binen adam. “Sert, unutulması mümkün olmayan, gerçekten ibret olma özelliği taşıyan bir intikam. Şehriniz ve yöneticileri kendini sahip olduğu her şeyden soyutladı. Duvarlarının arkasında saklanan hiç kimse dışardaki çığlıkları duymuyor, yaşanan zulümleri umursamıyor. Onlara dışardaki diyarı gösterelim. Çığlıkları duymalarını sağlayalım… o çığlıklar kendi çığlıkları olsa dahi!”
“Mümkün değil,” dedi Morshal. “Sana destek olmak istesek bile biz sadece otuz kişiyiz. Yanımızda olman bize avantaj sağlar elbette ama koca bir şehri ve içindeki orduyu tek bir yılanın var diye yıkıp geçemezsin.”
“Hayır,” dedi binici. “Tek değil…”
Toprak tekrar sallanmaya başladı; ayaklarının altında hareket eden cisimlerin varlığını hissetmeleriyle toprağın içinden gelen sesleri duymaları neredeyse bir oldu. Çevrelerinde açılan yeni deliklerin gürültüsüne içinden fırlayan koca bedenlerin sesleri karıştı, sanki bitmeyen bir zelzeleye yakalanmış gibi ayakta durmaya çalışıp birbirlerinden güç aldılar, bazıları dizlerinin üstüne çöküp bekledi.
Sarsıntılar bittiğinde etraflarında otuz tane dev yılan çevrelerini sarmış kendilerini izliyorlardı.
“Hayatta bazen öne çıkmak, sorumluluk almak ve kaderin size yüklediği görevi kabul etmeniz gerekir.” Binici elini öne uzatmış yeni yoldaşlarını gösterirken bir yandan da onlara elleriniz uzatmış tekliflerini kabul etmelerini bekliyor gibiydi.
“Kader,” dedi Erval. “Birilerinin bize dayattığı bir yazgı mı yoksa kendi seçimlerimizden…”
“Yapmayın!” diye araya girdi Gurval. Öfkeli bir şekilde ellerini havaya kaldırmış gülen bir yüzle yılanlardan birine doğru yaklaşıyordu. “Burada benim canımı alın ama kader üzerine felsefi bir tartışmaya girmeyin. Kaderin ne sikim olduğu umurumda değil. Elimizde devasa yılanlarla bilenen otuz gladyatör ve de her türlü pisliğin kaynağı haline gelmiş bir şehir ve onu yöneten dalkavuklar ordusu var. Bence cezalarını verelim. “
Gurval yılanla anlaşmaya çalışırken Mutsire çoktan birinin üstüne binmiş hayvanı okşamaya başlamıştı. Diğerleri de çekingen adımlar atmaya başlayarak bineklerine ilerlerken binici kararı verecek olan Lehan’a bakmaya devam etti.
* * *
Kral koltuğunda gevşek bir şekilde oturmuş yaşanan felaketin etkilerinin önüne geçmenin planlarını yapıyordu. Köyün kaderine terk edilmesi halkın belli bir bölümünü öfkelendirip isyanı tetikleyebilirdi; eğer birkaç kişinin sesi gür çıkmaya başlarsa bir dalga gibi yayılıp her yere ulaşması da mümkündü.
Neyse ki etrafını saran dalkavuklar ordusu çoktan harekete geçmiş ve çıkan en ufak sesi kesmek için bile en sert önlemleri almaya başlamışlardı. “Belki de fazla umursuyorum,” diye düşündü kendi kendine. Emrinde onlarca adam vardı. Her biri onun talimatıyla harekete geçen bakanları onun iradesi olmadan nefes bile alamayan sadık kullarıydı sonuçta.
Hayır, diye düşündü. Sadık değiller, hepsinin koltuğunda gözü vardı ve tek bir hata yapmasını bekliyorlardı. Belki de hepsini idam ettirmeli ve yeni isimler atamalıydı. Evet, bunu yapabilirdi ve kesin bir çözüm olurdu. “Pekâlâ,” diye fısıldadı koca odaya. “Şu konu bittikten sonra bunu yapacağım…”
Kapı o kadar hızlı açılmıştı ki kral koltuğunda sıçradı, korkuyla doğruldu ama koşan hizmetçilerden biriydi. Saygısız köpek nasıl korkutabilirdi kendisini. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!” diye haykırdı. “Kralın huzuruna böyle mi çıkılır…”
“Efendim gitmeliyiz!” diye bağırdı çocuk
Biraz sonra kalenin duvarlarını bile zangır zangır titreten korkunç bir boru üfledi. Şehir surlarının her bir noktasından acı acı yükselen çığlıklar tüm şehri kuşatmıştı. Biraz sonra insanların şehrin sınırlarını aşan ve koro halinde yükselen çığlıklarını işitti.
“Neler oluyor? Birileri mi saldırdı… kim, kim dünya lideri olan bana saldırmaya cüret edebilir?”
“Yılanlar efendim…” dedi hizmetçi. “Devasa yılanlar ve onları sürenler… gladyatörler. En az otuz taneler ve çok güçlüler surları parçaladılar ve şehri yıkıyorlar, buraya geliyorlar efendim… çok hızlı geliyorlar.”
Kral duyduklarına inanmak istemese de çığlıkları duyuyor, sarsıntıları hissediyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Hissettiği tek şey pantolonundaki ıslaktı. Sarayının devasa çatısı parçalanıp gladyatörlerin liderinin devasa bir yılanın tepesinde görünce artık hiçbir şey hissedemiyordu.
- Nükleer Serpinti - 1 Temmuz 2024
- Yüzüncü Yıl Mektubu - 23 Mayıs 2024
- Kurtarıcının Sınavı - 1 Şubat 2024
- Göz Hapsi - 1 Temmuz 2023
- Bir Avuç Gladyatör - 1 Nisan 2023
Öykünün bu kadar gerçek, bu kadar tanıdık olması “De te fabula narratur. Anlatılan senin hikayendir.” sözünü hatırlattı. Bu, bizim hikayemiz. Duyulmayan, bizim çığlıklarımız. Kral, dalkavuklar, gladyatör, dev yılanlar yerli yerince kullanılmış imgelerdi. Yüzyılları aşıp gelen masallar gibi ancak çok yakın zamanda yaşadığımız, hatta hâlâ içinde olduğumuz durumu da bütün büyülü gerçekçiliğiyle aktardı.
Uzun olmasına rağmen akıcılığını bir an olsun kaybetmeyen öykünün mutlu -ya da mutlu demeyeyim de- olması gereken sonla bitmesi, umudumu tazeledi. Altı çizilesi cümleler de vardı öyküde. Ara sıra dönüp gelip tekrar okuyabileceğim bir öykü. On numara beş yıldız. Yüreğinize sağlık.
Öncelikle yorumunuzu çok geç gördüm kusura bakmayın. Güzel yorumunuz beni inanılmaz mutlu etti. Çok teşekkür ederim. Dürüst olmak gerekirse uzun olduğu için çok fazla okunmasını bile beklemiyordum. Hem güzel sözleriniz, hem de yaptığınız çıkarımlar benim için çok kıymetli. Tüm bunların yanında bir nebze bile olsa umutlanmanızı sağladıysam ne mutlu bana. Tekrardan çok teşekkür ederim. Nice öykülerde görüşmek dileğiyle.