Furkan o sabah çok dinç bir şekilde uyandı. İçinde garip bir his vardı. Bugün büyük bir gün, dedi. Yüzünü yıkadı, oturma odasına geçip televizyonun karşısında kahvaltısını yaptı. İşe gitmek için daha bolca vakti vardı. Araştırmalarına kaynak olması için birkaç kitap karıştırdı.
Tam duşa girecekti ki telefon çaldı gelen aramada “Fatih İş” yazıyordu. Mehmet hemen telefonu açtı ve “Alo Fatih bi şey mi oldu? Daha gelmeme 3 saat var.” dedi. Fatih’in sesi endişeli geliyordu.
“Hemen gel, şu an ne yapıyosan bırak gel!” dedi ardından Furkan’ı beklemeden kapattı.
Furkan şaşırmıştı, “Allah Allah n’oldu acaba?” diye düşündü. Apar topar hazırlanıp aşağıya indi, beyaz Toyota’sına bindi ve hızlı bir şekilde Yassıhöyük’e doğru yol aldı. Yolda giderken çok garip bir şekilde içini bir korku kapladı, sabahki halinden eser yoktu.
Oraya vardığında herkesin bir koşuşturma içinde olduğunu gördü. Gözleri Fatih’i aradı. Topraktan bir tepe misali olan koca tümülüsün tam karşısında duran Fatih, Furkan’a, “Gel, gel bak ne bulduk.” diye bağırdı.
Furkan hızlı adımlarla küçük bir tepeciğin üstüne çıktı ve gördüğüne inanamadı yerde yaklaşık uzunluğu on metre civarında eni ise nereden baksan beş metre olan, kenarları hiyerogliflerle dolu sarımtırak bir kireçtaşı vardı. Orada kazı yapanlar bunu sabah saatlerinde bulmuştu ve daha önce orada olmadığına emindiler. Furkan tabletine etrafında turlamaya başladı. Fatihle birlikte köşelerdeki hiyeroglif yazılarını incelediler.
Fatih bunun antik zamandan kalma bir taş olduğunu ve buraya gelmesinin imkansız olduğunu söyledi. Furkan onun koyu yeşil, hafif çekik gözlerine bakarak, “Hiçbir şey imkansız değildir,” dedi bunu gerçekten söylemek istememişti sadece içinden öyle geldi.
Kazı alanındaki çadırlardan birinde Fatihle birlikte oturuyorlardı. Sade kahvelerini içmiş gizemli taş hakkında düşünüyorlardı. Fatih, “Bu boktan taşının buraya bugün gelmesi çok garip değil mi? Yani ne vardı biz gittikten sonra gelseydi. Şimdi bunu bitirmeden başka bir yere gidemiyeceğiz.” dedi. Furkan, “Yapma be oğlum, nesi varmış buranın. Mis gibi yer küçük bir şehir, insanlar cana yakın bunu halledince gideriz istediğin yere.” dedi.
Gece boyunca taş ve onun gizemini konuştular. İkisi de eve gitmedi ve orda kaldılar. Sabah erkenden uyanıp kahvaltı ettiler ve küçük bir yürüyüşe çıktılar kazı alanından biraz uzaklaştılar aralarında konuşurlarken kazı alanının oradan çok güçlü bir patırtı sesi geldi sanki yıldırım düşmüştü, herkes kazı alanına doğru koşuşturuyordu.
Fatih ve Furkan da kazı alanına koşmaya başladı ama onlar herkes gibi havaya veya birbirine bakanların aksine büyük taşın yanına gitmeye başladılar. Küçük tepeciği çıkarken Furkan, “Dua et de taşa bir şey olmamış olsun.” dedi bunu neden dedi kendisi de bilmiyordu.
Hızlıca taşa doğru ilerledi, ağır adımlarla taşın başında durdu. Gözleri kocaman açılmıştı, hareketsiz ve sessizce kalakaldı. Fatih şaşırdı, “N’oldu bişey mi var?” dedikten sonra başını taşa doğru çevirdi.
Taşın hiyoroglifler hariç orta tarafta kalan kısmı tamamen yanıyordu, ama bu öyle normal bir yanma değildi çünkü alevler kırmızı değil maviydi. Fatih hemen arka tarafta olayı anlamaya çalışan işçilerden birine var gücüyle, “Yangın söndürücü hemen,” diye bağırdı. Yangın söndürücüler geldi, herkes çabalıyor alevleri söndürmeye çalışıyordu. Bir kişi hariç o da Furkandı. Furkan sanki bir şeyler görüyormuş gibi alevin içine bakıyordu, sanki bir şey onu hipnotize etmişti. Fatih ve işciler ne kadar çabalasalar da alevleri söndüremediler.
Furkan Fatih’e baktı, Fatih Furkan’a ve Furkan gözünü kırpmadan alevlerin içine atladı aynı anda alevler söndü. Artık ne alev ne de Furkan oradaydı, sadece Fatih ve ekibi vardı. Fatih’in kafası karıştı, üzüldü aynı zamanda şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi ve çadırına döndü, kimseye bir şey söylemedi. İki gündür düşündükleri taş acaba neydi. Buradan ayrılıp beraber Ege’de küçük bir dükkan açma planlarına ne olacaktı.
Bu sırada Furkan kendine gelmeye çalışırken gözlerini devasa büyüklükte bir Piramidin karşısında açtı. Dışarısı sıcaktı, etrafta çok az sayıda bitki vardı ve hiç bina yoktu. Furkan çok şaşkındı. “Az önce ne oldu? Ben neredeyim?” gibi sorular sordu kendi kendine. Yavaş yavaş kendine geldi ve yattığı yerin kazı alanındaki taşla aynı olduğunu gördü.
Buraya ışınlanmıştı evet ışınlanmıştı. Karşısındaki piramide benzeri yere doğru ilerlerdi kapıda iki iri adam dikiliyordu. Kafalarında bezden şapkalar ellerinde mızraklar vardı ve sanki onun gelişini bekliyorlardı. Furkan’a, “Hoş geldiniz efendim içerde sizi bekliyorlar.” dedi soldaki daha koyu tenli adam. Furkan bunun yabancı bir dil olduğunu biliyordu ama denilenleri anladı. İçeriye doğru ilerledi. İçeride bekleyen en az elli kişi vardı.
Furkan’a taparcasına eğildiler biri hariç. O da arkası dönük duran kel bir adamdı. Furkan’ı görünce gözleri neşeyle doldu. “Hoş geldin, uzun zamandır bu anı bekliyordum. Gel otur şöyle.” diyerek taştan yapılma oturağı gösterdi kendisi de karşısındakine oturdu. İçerisi çok sayıda mumla aydınlatılmasına rağmen bir loşluk vardı Furkan bunu piramidin büyüklüğüne yordu. Yakışıklı ve boylu poslu olan kel adam, “Ben Khufu, sen de benim gelecekteki reenkarne olmuş hallerimden birisin.
Burada yıllardır avarileri çağırıyorduk. Avari dediğim ne mi? Benim reenkarne olmuş hallerim. Sizden yüzlercesi var. En sonunda bilim adamlarımdan Simbel özellikle senin bulunduğun yere bir kapı gönderdi. Bu sayede buraya geldin. Aklında birçok soru olduğunu biliyorum ama zamanımız yok bir an önce hazırlan.” diyerek Furkan’ı bir hizmetçiye gönderdi.
Furkan aklında binlerce soru dolaşırken ona denilenleri yaptı ve giymesi gerektiği söylenen giysileri giydi, hâlâ şok içerisindeydi. Khufu ona, “Senden önce birçoklarını daha aradık ama hepsi başarısız oldu. Zaman ve mekân garip işliyor biliyorsun.” dedi. Furkan, “Peki tamam da beni neden arıyorsun, ne yapmam lazım?” diye onların dilinde sordu. Khufu, “Benimle vücudunu birleştirmeni istiyorum, anlayacağın ölümsüzlüğü istiyorum,” dedi.
Biraz duraksadı sonra, “Sen de bana bu yüzden lazımsın çünkü burada bulunan benim vücudum ve gelecekte bulunan senin vücudunu birleştirmeyi başarırsak beraber ölümsüz oluruz.” dedi. Furkan yavaş yavaş ortama alışıyordu ve sordu, “Peki ya kabul etmezsem?” Khufu sinirli bir şekilde döndü ve arkadaki hizmetçilere eliyle bir hareket yaptı. “Burada timsahlar çok bulunur biliyorsun değil mi?” dedi ve o sırada arkadan üç kişinin güç bela tuttuğu bir timsah ağzı açık bir şekilde getirildi.
Furkan ne yapacağını bilemedi. Elleri titriyordu, gözlerini bir saniye bile kırpamıyordu, çok korkmuştu. Khufu, “Hadi gel zorluk çıkartma, zaten seni gelecekteki o sefil yaşantından kurtarmam bile sana bir iyilikti.” dedi. Furkan gerilmişti ve Khufu’ya doğru ilerlerdi. Khufu adamlarına emir verdi, birkaç farklı düzenek ve şırıngalar hazırlandı. Khufu halinden pek memnun gözüküyordu. Furkan bunun olmasına inanamamakla birlikte yapmak istediğini de düşünmüyordu.
Kapılara baktı, açıktı onu durdurabilecek birisi de yoktu sadece kapıdaki iki çam yarması engel olabilirdi, onları da bir şekilde atlatabilirdi onun haricinde etrafta zayıf hizmetçiler ve köleler vardı. Kaçmaya başladı. Khufu çok sinirlendi. “Timsahı salın,” diye kükredi.
Furkan kapı sandığı yerin aslında bir merdiven olduğunu çok geç anlamıştı. Yine de timsahdan kaçması lazımdı bu yüzden tırmanmaya başladı. Timsah her tarafa saldırıyordu; hizmetçilere, kölelere, hepsine. Furkan piramidin üst katlarına doğru çıktı ve timsahı atlattı. Khufu bunu görüp daha da sinirlendi ve muhafızları çağırttı. Muhafızların elinde mızraklar ve kılıçlar vardı.
Önce timsahı engellemeleri lazımdı yoksa timsah onlara da saldırabilirdi, dört kişi timsahın başında kaldı devamı Furkan’ı kovalamaya başladı. Hemen merdivenden tırmandılar. Furkan kan ter içinde piramidin en tepesine vardı ve orada durdu, şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Muhafızlar onu köşeye sıkıştırdı dört tarafı uçurumdu. Furkan, “Ben sizin son çarenizim beni öldüremezsiniz,” diye haykırıyordu. Yapacak hiçbir şeyi kalmamıştı.
Muhafızlardan biri Khufu’ya kaçağı yakaladıklarını söyledi. Khufu yavaş adımlarla yukarı çıktı ve Furkan’ın karşısına dikildi. “Furkan seninle güzel bir ikili olabilirdik niye bu yolu seçtin?” diye sordu, “Bu arada sen son umudum değilsin sonuçta yüzlerce Avari var.” diye ekledi. Furkan, “Seni tanımıyorum bile, ben neden seninle vücudumu birleştireyim.” dedi. Khufu, “Güç için, sonsuz yaşam için,” dedi ama Furkan ikna olmuşa benzemiyordu, çünkü o yaşadığı yere geri dönmek istiyordu. Khufu bunu anladı ve muhafızlara yakalamaları için emir verdi.
Furkan muhafızlar yaklaştıkça adım adım geri gidiyordu bir adım daha attı ve aşağıya doğru düştüğünü hissetti. Piramitten düşüşü yavaş ve korkunçtu tam yere çarpacaktı ki evinin oturma odasında uyandı.
Klima sıcak ayarda kalmıştı ve odada boğucu bir sıcak vardı. Kahvaltıda yediği haşlanmış yumurtanın yarısı koltuğun üstüne düşmüş kahvesi soğumuştu. Televizyonda Mısır piramitleriyle ilgili bir belgesel vardı.
Furkan aslında uyuyakalmıştı. Gördüklerinin rüya olduğuna inanamadı, aynı gerçek gibiydiler. O bunları düşünürken telefon çaldı telefonda “Fatih İş” yazıyordu. Furkan heyecanlandı hemen telefonu açtı, “Alo yeni bir haber mi var, bir şey mi buldunuz yoksa?” diye Fatih’e sabırsızca sordu. Fatih, “Yaa ne demezsin Kral Midas’ın kulaklarını bulduk. Zevzekliği bırak, çabuk hazırlan ve buraya gel yarım saat geç kaldın.” deyip yüzüne kapattı.
Furkan hayal kırıklığına uğradı, elini yüzünü yıkayıp giyinmeye başladı, “Bugün o kadar da özel bir gün değilmiş demek ki.” dedi içinden.
- Büyük Gün - 1 Şubat 2020
- Yeşil Işık - 1 Ocak 2020
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.