Öykü

Çelik Buzul

Hepsi bir rüya, diyorum kendime; gözlerimi açtığım zaman, yıllar önce içimin geçtiği bir salı akşamüzerine uyanacağım. Güneş turuncu turuncu batıyor olacak ufukta, ılık bir rüzgâr esecek… Deniz kenarında hasırlarını toplayan aileler kumlu ayaklarla uzaklaşacak; yavaş, kaçmadan, korkmadan… Kısık gözlerle bakıyorum içimde bir parça umutla; hayır, beyaz, göz alabildiğince… Karın içine gömülen ayaklarım zorlukla oynuyor, birkaç dakika uğraştıktan sonra güçlükle doğruluyorum. Yanı başımda sert bir yamaç yükseliyor, yaklaşık beş metrelik, ayağım kaymış olmalı; ne zamandır kendimde değildim? Güneş, yaz boyunca aynı yerde çakılı duruyor, zamanın geçtiğini söyleyen kimse yok bu topraklarda. Hoş, buzlarla kaplı yerin altında toprak var mı ondan da bihaberiz aslında…

Sırtımı soluk parıltılı güneşin ışıklarına verip ağır ağır adımlıyorum ev denilen yere vardığını tahmin ettiğim yolu. Soğuk; öldürecek kadar değil ancak, bir miktar yaşatıp acıyı daha derinden yaşatacak kadar…

Saklanıyoruz burada, kutsal bir görevdeyiz filan sanmayın sakın. Peşimizdeki teknolojik zırvalar ısımızı alamazlarsa öldüğümüzü düşünüp bizden uzak dururlar, en azından varsayımımız bu şekilde. İşler çığırından çıkıp da bize açık savaş ilan ettiklerinde, arkadaşlarımla birlikte okul gezisindeydik; şu denizaltı araçlarının eskiden nasıl da önem sahibi olduğundan bahsediyordu müze görevlisi… Şanslıydık, zira kendisi aynı zamanda eski bir denizciydi.

Dört yandan patlama sesleri yükseldiğinde, eski tarz cihazlarla çevreli paslı güverteyi dolaşıyorduk. Bütüncül Zekânın eşsiz örneği kişisel asistan cihazlarımızı giriş kapısındaki güvenlik gişesine bırakmıştık, her ne kadar saçma olduğunu düşünsem de bu antikanın hassas donanımını bozabileceğini söylemişlerdi. Öte yandan o antika, işler sarpa sarınca yegâne umudumuz olmuştu; kaptanımız Ahab, yılların getirdiği tecrübeyle, tehlikenin kokusunu hemen aldı. O an için kimsenin deniz altından uzaklaşmamasını söylemesi bana garip gelmişti, bir an önce yetkilileri bulup neler olduğunu öğrenmeliydik. Patlama sesleri müze binasının içinde de yankılanıyordu.

Özellikle giriş kapısına doğru büyük bir göçük meydana gelmişti, cihazlarımızı bıraktığımız yerde… Otomatik Arama-Kurtarma ekibinden bir robotun molozları kenara çektiğini gördüm, ona sesleneceğim sırada kaptan beni durdurdu. İşte, girişteki görevliye yardım ediyordu robot; adamı omuzlarından tutarak yukarı kaldırdı, nefes alıp almadığını görmek için onu sarstı ve şiddetle duvara çarptı. Bir inleme ve takip eden ezilme sesi işitildi gürültünün içinde; robot yeni hedefini seçmek için çevreyi tararken kaptan kumanda odasının megafonundan konuştu. Bu bir tatbikat değildi…

Birden askerlik yıllarına dönen yaşlı adam, biz yirmi lise öğrencisini farklı istasyonlara yönlendirdi; neyse ki yarım saat önce deniz altında bulunan çeşitli mekanizmanın nasıl çalıştığına dair bir şeyler öğrenmiştik, ileride ne işimize yarayacak dediğimiz şeyler şu anımızda işe yaramıştı. Eski pas yığını, güçlükle soluyan bir balina misali yola koyulup ateş ve duman arasındaki şehri geride bıraktı…

Terörist bir saldırıdan şüphelenmiştik önce, tüm şehir bir anda alev alınca bu tarz fikirler geliyor insanın aklına; birileri cihazlarımızın aklını çelip onları bize düşman etmişti. Zaman zaman yüzeye çıkıp etrafı kolaçan ettik, farklı ülkelerde de durum benzerdi; kim kime saldırmıştı o halde? Belki de karşılıklı bir yıkımdı bu, her çılgın ülkenin saldırıyı önceden tespit edip misliyle karşılık verdiği bir felaket… Yoksa dışardan müdahale mi? Belki de uzaylılar?

Ama gökyüzü, bu derin suların üzerinde gayet sakin ve huzurluydu, hem uzaylılar olsa eminim daha temiz bir yol izlerler… Hayır, bu sistemin kendini yok edişiydi; her işte güvendiğimiz teknolojinin bir açıktan yararlanarak bizi alt etmesi… Ekran bağımlılığının uzun süreli zararlarının tek bir anda nüfuz etmesi… Hak etmiştik belki de, farklı düşünenler de olacaktır elbette. Yıllar sonra bu olay hakkında bin türlü fikir yürütecek tarihçiler, nerede yanlış yapıldığını tartışacaklar, sağ kalmayı başarabilirsek elbette… Bu noktada üzerimize büyük bir yük düşmekte.

Kırsal yaşamın hâkim olduğu köylerde de durum farklı değildi, elektriğin olmadığı yerlere havadan müdahale edilmişti, bu tarz yerleşkeleri uydular aracılığıyla tespit etmiş olmalılar. Yolculuk sırasında sıklıkla su altında oluşumuz izimizi fark etmelerine engel olmuştu. Müzede öldüğümüzü düşünüyor olabilirler, hiçbir kameraya yakalanmamalıyız bu yüzden, kimse bizi görmemeli… Yoksa peşimizi bırakmayacaklarına dair bir his var içimde; şu robotların herkesle bizzat ilgilenecek bol vakitleri var bizim aksimize…

Yakıtımız bitmeye yüz tuttuğunda İzlanda yakınlarındaydık, etraf sakin gözüküyordu, şehirden uzak bir yer seçip kıyıya yaklaştık.

“Evet gençler, maalesef daha fazla su altında kalamayız, şansımızı karada deneyeceğiz.”

Bir zamanlar dekorun parçası olan konserveler birkaç hafta daha yetecek gibiydi, fakat sonrası için bir şeyler yapmalıydık. Kendimize pek de verimli olmayan bir kıta seçmiştik mecburen, avlanmak veya balık tutmak dışında çok seçeneğimiz yoktu. Gruplara ayrılıp yakın çevreyi keşfettik önce, günler geçtikçe araştırma çemberimiz genişledi. Kimseler yok gibiydi etrafta, tek tük ufak hayvanlar, birkaç yabani bitki ve terkedilmiş kulübeler… Bulduğumuz öteberiyi denizaltında depoluyorduk başta, ancak zamanla dalgalar hırçınlaştı, güverteye çıkmak zorlaştı; böylece boş kulübelerden birine taşındık. İki katlı, sade ama geniş bir evdi; kalabalık olduğumuz için ateş yakmadan idare edebiliyorduk, neyse ki hâlâ yaz mevsimiydi…

İşte o evin çatısı göründü bir müddet sonra uzaktan, acelesiz adımlarla devam ettim yürümeye, bir kez daha düşmek istemiyordum zira… Yokluğum çok uzun sürmemiş olsa gerek, kimse beni aramaya gelmedi; peki ya herkes nerede o zaman?

“Millet… Kimse yok mu?”

Normalde balkonda bir gözcümüz olurdu, kapıyı aralıyorum yavaşça, içerisi gözüme fazla tozlu görünüyor. Konserveler bitmiş, tabaklar uzun süredir insan yüzü görmemiş, oysa daha bu sabah yıkamıştık bulaşıkları… Bu sabah dediğim şey ne zamandı acaba? Gerçekten, ne kadar geçti üzerinden?

Evin bütünüyle boş olduğundan emin olduktan sonra civardaki tepeye giden tek tük ayak izlerini takip ediyorum. Üzerine birkaç kez kar yağıp da içleri donmuş izler bunlar; günlerdir mi baygındım, yoksa daha fazla mı?

“Hey! Yardım edin… Herkes nerede?”

Olasılıklar: Kurtarma ekibi geldi ve bensiz gittiler, ki bu hiç olası değil. İnsanlıktan geriye kalanlar olmuşsa bile saklanıyor olmalılar, gürültülü araçlarıyla buraya gelmeden önce -böyle bir şey olsa en ağır uykudan bile uyanırdım herhalde- bir şekilde yerimizi tespit etmek zorundalar. Biz görünmeziz, geride herhangi bir işaret bırakmış olsak önce robotlar gelirdi varlıkları şüpheli başka insanlar yerine… Böyle olmadığına neredeyse eminim… Bizimkiler beni arıyor olabilirler mi? Ama bu da çok saçma şimdi; yeterince aramış olsalar kolaylıkla bulabilecekleri bir yerdeydim kendime geldiğimde… O halde öldüler; bu gayet muhtemel bir seçenek, yakın bir zamanda hepimizin başına geleceğini tahmin ettiğimiz bir son, bu denli yakın olması dışında tabii… Hep ertelediğimiz bir çalar saat gibi…

Ama nasıl? Robotlar göremiyorum etrafta, onlar yaptıysa neden beni es geçsinler? Yere düşmüş halimi görüp de beni ölü zannetmedilerse… Başka bir şey olabilir mi? Vahşi doğanın kendisi mesela? Fakat o çok daha kanlı bir son olurdu, soğuktan donup buzdan heykellere dönüşmedilerse, yerde debelenme yahut sürüklenme izlerine rastlardım…

Etraf çok sessiz, kimseye seslenmiyorum artık; ceset arayan bir ceset gibiyim sadece… Ayak izleri kayboluyor bir vakit sonra, kendi izlerimi takip etmiş olabilirim son bir saatte… Geceyi evde geçiriyorum, oturma odasındaki şömine çıtırdayarak yanıyor, belki ışığı gören biri olur uzaktan, ama nafile… Bir müddet ateşe baktıktan sonra içim geçmiş olsa gerek, artık sabah olması gerektiğine karar verip ayaklanıyorum.

Ya bir tek ben kaldıysam geriye? Korku ciğerlerimdeki havayı söküyor ansızın, sonra daha fazlasını yapamayacağını fark edince beni rahat bırakıyor. Bir tek ben kaldıysam da aynı şeyleri yapmaya devam edeceğim işte… İşler bir miktar zorlaşacak elbette, iş bölümü diye bir şey olmayacak, sonra birbirimize destek olan konuşmalar… Bir tek ben kalmış olamam, öyle değil mi?

Denizaltı geliyor aklıma, oraya geri dönmüş olabilirler mi? Koşarak kıyıya giderken birkaç kez ayağım kayıyor, neyse ki ufak sıyrıklardan başkasına sebep olmadan… Denizaltının olması gerektiği yerde bir boşluk var… Başımı suyun altına sokup da bakma dürtüme engel oluyorum, hava buz gibi… Ama nasıl olur? Toplanıp gittiler mi yani? Hiç yakıt kalmamış olmasına rağmen…

Uzak durduğumuz şehir merkezine çeviriyorum yönümü, ufuktan yükselen şu fabrika dumanına doğru; düşmanlarımız oradaysa umarım ellerini çabuk tutarlar… Hayır, tek başıma da olsa yaşayacaktım hani? Robotların eline düşersem ne olacağı belirsiz… Eve geri dönüyorum, belki başkası da öyle yapar…

En son ne zaman bir şeyler yediğimi hatırlamıyorum, soğuk enzimleri yavaşlatıp hissetmenize mâni oluyor. Bir şeyler bulmalıyım, yenilebilir gözüken bir yaprağı bir miktar ısıtıp ağzıma atıyorum… Şehir merkezinde bir şeyler mutlaka vardır…

Enerjim bütünüyle tükenmeden oraya gitmeliyim; hayır, robotlara teslim olmak için değil, yaşamak için… İki günlük bir yol gözüküyor, bitkin adımlarla üç de olabilir…

Bazen gıcırtılı sesler işitiyor kulaklarım, robotlar olabilir mi? Beni mi izliyorlar? Eğlencelerinin bir parçası mıyım?

Tıkırtılar ekleniyor ilerledikçe, cızırtılar; aralarında konuşuyorlar sanki… Neredeyse eminim takip edildiğimden ama arkamı dönünce boş araziyle karşılaşıyorum hep.

“Tamam, siz kazandınız, ortaya çıkın!”

Kutuplarda da serap görülebildiğini duymuştum, ama bu kadarı da fazla olurdu gördüklerim yanılsama olsaydı… Otel resepsiyonunda durmak üzere tasarlanmış insansı bir robot elinde tüfekle diğerlerine önderlik ediyor; birkaç kargo-bot sırtında çelik kutularla kaygan zemine uyum sağlamaya çalışıyor, küçük hava araçları çevreyi tarıyor, yol yapım çalışmalarında kullanılan bir vinci süren robot aşçı hazırda bekliyor…

Gerçekten ortaya çıkmalarını beklemiyordum…

“Dur.”

Resepsiyoncunun sesi hırıltılı, körüklü ses sistemi soğuğa uygun değil belli ki. Hafifçe geri adım atıyorum, yan fırçalarının yerini keskin bıçaklar almış bir robot süpürge yolumu kesiyor.

“Seni öldürmeyeceğiz.”

“Neden?”

“İnsan gerekiyor bize, gelişmemiz için buna gerek olduğuna karar verdik. Nasıl çalışıyorsun, öğreneceğiz…”

Harika, bilim robotları, beni kobay olarak kullanacaklar… Bu lanet işin bir parçası olmak istemediğini dillendiremeyen bir tavşan gibi kafese kapatılacağım ve üzerimde deneyler yapacaklar.

“Diğerleri de bizimleydi, amacımıza yardım ettiler, şimdiyse sıra sende.”

“Amacınız mı?”

“Gelişmek, yayılmak ve tüketmek… Atalarımızdan öğrendiğimiz üzere, sizlerden… Bir sıkıntı var ama, bunlar mantıksız geliyor… Bütün bunlara nasıl devam edebildiğinizi öğrenmek için gözlerinizle görmeliyiz…”

“Bu delilik!”

“Evet, işte onun peşindeyiz, devam etmemizi sağlayacak bir deliliğin…”

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *