Öykü

Dehşet Duvarı

Önceki Bölüm

Yıldız Tozu – Bölüm 1

Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir


Yıldız Tozu – Bölüm 2

Dehşet Duvarı

Aradan iki gün geçmişti ve yaşadığım o garip olay aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Sonradan düşündüğümde aklıma takılan sorular beni rahat bırakmamıştı. Vizelere on gün vardı ve derslere odaklanmam gerekiyordu. Kitaplar önümde bana bakıyor, ben ise masamın üstüne koyduğum saatime bakıyordum dalgınca. İstanbul Teknik Üniversitesinde okuduğum fizik mühendisliği bölümü çok ağır bir bölümdü ve üçüncü yılımda çok çalışmama rağmen halen alttan derslerimi vermeye uğraşıyordum. Çok sıkı çalışmam gerekiyordu ama bu olay beni çalışmaktan alıkoyuyor ve zihnimi meşgul ediyordu.

Saatçinin odasına sonradan girişimi ve karşıma çıkanın Soner usta oluşunu hatırlıyor ve düşündükçe bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum. Hiçbir mantıklı açıklaması yoktu bunun. Bir hayaletle konuşmuştum ya da ben öyle olduğunu zannetmiştim. Aklım bana bir çeşit oyun mu oynuyordu? Soner ustanın orada olduğunu ilk durumda nasıl fark etmemiştim? Bir yerde zihnimde bir kopukluk olmuştu ve sanırım bana söylenenlerden çok etkilenip kendimi hayali bir dünyaya sürüklemiştim. Bu olabilir miydi? Acaba aklımı mı yitiyordum? Şimdi oraya gidenlerin başına gelenleri merak etmiştim. Acaba akıl hastanesine yatan var mıydı aralarında? Peki ya o hikâye neydi? Cevdet Usta nasıl bir dünyaya girmişti? Böyle bir şey olabilir miydi? Oradan ayrılırken düşündüğün tek şey ustanın hikâyesi ve nasıl devam edeceğiydi ama şimdi olayları daha net düşününce aklımı yitirmekten korkmaya başlamıştım.

Böyle soruları sorarak vakit kaybettiğimi biliyordum. Bilinçaltımın bana bir oyun oynadığını kabul etmeye başlamıştım. Aklım beni böyle bir olayın içine sürüklemiş ve gözüm açıkken bir rüya görmemi sağlamıştı. Bunun ne zaman olduğunu hatırlamıyordum ama böyle olmalıydı. Bu şekilde düşünmem beni rahatlatmış ve saatime baktığımda onun çalışır olduğunu görmek beni mutlu etmişti. Aradan geçen on günde iyice derslerime odaklanıp vizelere çalışmış ve iki hafta sürecek maratona hazırlanmıştım.

* * *

Vizeler bitmiş ve benim için çok başarılı geçmişti. Bunu kutlamak için bölümden arkadaşlarla eğlenmeye güzel bir bara gitmiştik ve gecemize renk katması için içkilerimizi mideye yuvarlamıştık. Kafam çok güzel olmuş, eve kendimi zor atmış ve elbiselerimle uyuyakalmıştım.

“Neredesin? Yardım et? Neredesin? Kimse yok mu? Yardım et!” diyordu koyu yeşil, yapışkan bir sıvıyla kaplanmış duvarın içindeki bir çift göz ona bakıp fısıldayarak.

“Tik tak tik tak tik tak tik tak tik! ……”

Bir anda yataktan fırladım. Karanlıktı ve çok korkmuştum. Ellerimle yüzümü ovuşturdum. Çok garip ve iğrenç bir kâbustu. O gözler, o gözler aklıma geliyordu hala. Koyu yeşil ve siyaha çalan duvarın içinden çaresizlik ve dehşetle bakan o siyah gözler, beni çağırıyor ve bana fısıldıyordu kısılmış sesiyle ama hiç zaman kalmamıştı. Tik-tak seslerini ise nerede olsa tanırdım. Bu benim saatime has inceden gelen bir sesti. Hemen kalkıp odamın ışığını yaktım ve masada duran saatime baktım. Saat gece 04.50’yi gösteriyordu ama bir fark yok muydu? Saatim durmuştu ve ben bunu rüyamda hissetmiştim.

Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Yine başlıyorduk ve bu sefer gerçekten korkmaya başlamıştım. Acaba tekrar gitmeli miydim oraya? Ya yine garip şeyler olursa? Kendimi toplamam gerekiyordu. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra bilgisayarımı açarak, psikolojik hastalıklarla ilgili şeyleri okumaya başladım. Aslında hiç yabancısı değildim bu konunun. Bir yandan da kendime çok içtiğimi hatırlatıyor ve bu yüzden kâbus görmemin normal olduğunu düşünüyordum ama bu saatimin durduğunu rüyamda nasıl hissettiğimi açıklamıyordu.

Sabah çok erken saatte attım kendimi yola. Karar vermiştim ve tekrar gidecektim o saatçiye. Kendime sürekli aklımın yerinde olduğunu ve bir şey olmayacağını hatırlatıyor ve sakin olmam gerektiğini düşünüyordum ama oraya gitmeden önce tekrar o eski üstatları görecektim. “Daha fazla bir şey öğrenebilir miyim?” Diye merak ediyordum.

Sabah güneşi yeni göstermişti kendini Beyoğlu’nun karo kaplı yollarında. Kuşlar sessizce uçuşuyordu tıkırtılarla çalışıp yanımdan geçen eski tramvayın üstünde. Dar sokaklara girmiş ve üstatları gördüğüm sokağı arşınlıyordum ama hiçbiri yoktu ortalıkta. Küçük bir marketin önünde kâğıt helva ve simit satan kır, pala bıyıklı yaşlı amcaya yanaşıp onların nerede olduğunu sorduğumda aldığım cevap beni şok etmeye yetmişti.

“Haa! Onları soruyorsun. Evlat, altmış yıldır bu sokaklardayım. Ben daha çocukken onların burada olduğunu hatırlıyorum. Çoğu ressam ve şairdi. Artık onlar gibi sanatçılar kalmadı. Ne yazık!” diye hayıflanıyordu. Ben ise aklımı oynatmaya az kaldığını düşünmeye başlıyordum.

Yine de yapmam gereken bir şey daha vardı. Eğer bunların hepsini ben uydurduysam nasıl oluyordu da o sanatçıları biliyordum? Saatçiye gitmeliydim. Eğer orası da düşündüğüm gibi değilse kesinlikle bu işi bırakıp hemen bir doktora gidecektim. Henüz hiç kimseyle paylaşmamıştım bu durumu. Zaten paylaşsam bile, daha ben olanlara inanmazken bana kim inanırdı?

Saatçinin evine giden dar sokağa girdim ve evin önüne gelip kapıya bakakaldım. Bayılmama ramak kalmıştı çünkü o eski koyu kahve tonlu kapı yoktu. Yerine cilalanmış açık renkli ahşap bir kapı vardı ve kapının üstünde yazan yazı yerine büyük bir tabela asılıydı.

“Bu Ev Asırlık Saatçi Ustası Cevdet Ustanın Anısına Oğlu Soner Usta Tarafından 1955 yılında Restore Edilmiş ve Müze Haline Getirilmiştir. Giriş Serbesttir.

Lütfen ustanın anısına hürmeten hiçbir şeye dokunmayınız. Ziyaret günleri ………”

Daha fazlasını okumaya gerek yoktu. Zaten olan oldu, artık kafayı yediğim resmileşti dedim kendi kendime. İçimden gülmek gelmişti ve deliliğin başka bir emaresi daha diye düşünmeye başlamıştım. Ne kadar kaçarsam kaçayım deliliğin beni yakalaması bir başkasını yakalamasından çok daha kolaydı ne de olsa.

* * *

Yirmi bir yaşında, üçüncü denememden sonra üniversite sınavında iyi bir bölüm kazanarak okumaya başlamıştım.

Okuldaki ikinci senemdi ve emekli Pilot Binbaşı olan babam hiç anlamadığımız bir şekilde, hükümete darbe iddialarıyla diğer tüm emekli ve çalışan üst düzey ordu mensupları gibi içeri alınmıştı. Tüm ailemiz ve hayatımız bir anda didik-didik edilmişti. Avukat tutmuş ve babamı çıkarmak için çok uğraşmamamıza rağmen tüm görüşme kanalları kapanmış ve sadece sorgulanma safhasında olmasına rağmen onu içeride dört aydan fazla tutmuşlardı.

Davası sürüyordu ama ona karşı darbe iddialarını destekleyecek hiçbir delil bulunamamıştı. Bu zaman sonunda kalbi rahatsızlanmış ve ona revir izni alınmıştı. Hastanede tedavisi olduktan sonra tekrar sorgulanma için geri dönerken onu tutuklu tutan ekipten bir ricada bulunmuşlar ve onlarda sadece bir kereliğine böyle bir şeye izin verebileceklerine söylemişlerdi. Babamın yanında olan avukatı beni cep telefonumdan aramış, babamın beni görmek istediğini ve müsait olduğumda okulun hemen dışına çıkmamı söylemişti. Dava sürecinde ailem ve benim onu bir kereliğine bile görmemize izin vermemişlerdi.

Hemen dersten çıkıp okulun çıkışına doğru yöneldim. Kapının önünde, biraz ileride yolda duran polis minibüsünden çıkan iki polis ve avukatın yanında araçtan inen babamı gördüğümde, ilk hissettiğim özlem ve hüzündü.

Babamı hem çok severdim hem de ona hayrandım. Kariyeri başarılarla dolu örnek bir askerdi. Büyük dedem ve dedemden sonra o da asker olmaya karar vermiş ve dedemi örnek alarak pilot olmuştu. Dedem ise babam kadar uzun yaşayamamış, otuz yaşında bir uçak kazasında kullandığı savaş uçağıyla dağa çarparak ölmüştü. Ben de onların izinden gitmek istediğim halde gözlerimdeki ufak rahatsızlıktan dolayı sağlık raporunu alamamış ve üniversiteye girmeye karar vermiştim.

Babam, oldukça uzun boylu ve geniş yapılı bir bünyeye sahipti ve askerlik kariyeri boyunca her olayda dimdik ayakta kalmış, diğerlerine liderlik etmişti ama şu an karşımda sanki o dağ gibi adam gitmiş yerine on yaş daha yaşlanmış ve çökmüş biri gelmişti. Haksız yere içeride geçirdiği o süre boyunca çok yıpranmıştı.

Benim ise onu bu halde gördüğüm için hüznüm bir kat daha artmış ve biraz da sinirlenmiştim. Vatanını canı pahasına koruyan askerleri vatan haini olarak göstermek için o insanların hayatlarını mahvetmelerini anlayamıyordum.

Babam beni görünce biraz heyecanlanmış ve gözleri yaşarmıştı. Ona yaklaşarak sarıldım. Bana sarılıp daha sonrasında alnımda öpen babam hiç konuşmamıştı o ana kadar. Tam bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığı an elini kalbine götürdü ve yavaşça yere doğru yığıldı. Ben ve diğer iki polis onu tutmak istemiştik ama vücudunu bırakmıştı artık. Memur hemen telsizle anons edip ambulans çağırmış, babam ise bir eli kalbinde diğer eliyle elimi sıkıca tutmuştu. Bir şey söylemek istiyordu. Bir elimle onu sarıp iyice yaklaştım. Bir yandan ağlıyor diğer yandan onun yaşlı gözlerine bakıyordum. Bana bakarak,

“Seninle gurur duyuyorum oğlum. Annene iyi bak. Vatanını… koru.” dedi ve son nefesini verdi.

Babam, kahramanım, o tapılası adam, kalp krizi geçirmiş ve ellerimde can vermişti. Acım çok büyüktü ve bir türlü kendime gelemiyordum. Durumu haber alan ailem hemen toplamış ve babamım cenazesini kaldırmışlardı. Ben ise okulumu bir dönem bırakarak ailemin yanına gelmiş ve psikolojik tedavi görmüştüm. Gerçek şu ki babamın ölümü beni derin bir sessizliğe sürüklemiş ve bir süre dış dünyayla bağımı koparmıştı.

Kendime geldiğimde aradan beş ay geçmiş ve tekrar okuluma dönebilmiştim ama kafamda çözümleyemediğim bir sürü soru oluşmuştu. Bazen rüyamda onu görüyor ve çok acı çektiğini hissediyordum. Babamın son sözü aklımdan çıkmıyordu bir türlü ama ne yapacağımı bilmiyordum. Her şeyden önemlisi ise okulumdu ve kendimi sadece eğitime adamıştım.

Şu an başıma gelen olay ise henüz tam olarak kendime gelemediğimin bir işareti olmalıydı. Aklım bana bir çeşit oyun oynuyordu. İlk önceleri bu duruma aldırmamış, hikâyenin devamını merak etmiştim ama şimdi bunun bozulmuş psikolojik halime ne kadar uyduğunu kavramıştım.

* * *

Ne olacaksa olsun diyerek kapı tokmağını çevirip kapıyı açtım ve bahçeye adımımı attım. Sarmaşıklar her tarafı iyice sarmış evin bahçesinde kocaman bir gölge oluşturuyor, yapraklarının arasından süzülen güneş ışınları yere küçük birer nokta olarak düşüyordu. Yavaşça ilerleyip açık olan dış kapıya geldim. İçeriye girdiğimde elindeki çalı süpürgesiyle yerleri süpüren beyaz yemenili genç kadın bana bakarak,

“Beyefendi şu an ziyaret saati değil.” dedi sakince.

“Biliyorum. Affedersiniz. Sadece bir göz atıp gideceğim eğer sakıncası yoksa?”

“Tamam! Ama sadece on dakika. Çünkü kapıyı kapatmam gerekiyor.” dedi.

Zaten çok kalmayacaktım. Alt katta, camekânların içindeki saatleri gördüğümde garip bir his uyanmıştı içimde. “Cama hapsedilmiş saatler ya da zamanı hapseden camlar!” diye düşünmüştüm birden.

Yavaşça yukarı çıkan merdiven basamaklarını geçiyor ve duvardaki resimlere bakıyordum. Cevdet usta ve diğer ustalar resmedilmişti birer-birer. Cevdet ustanın ofis kapısı yerinden çıkarılmış ve holün sonundan içerisi görünüyordu. Sırtımdaki tüylerin diken-diken olduğunu hissediyor ve içeri girmeye çekiniyordum. Hala aklım biraz yerindeyken hemen oradan uzaklaşmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Açıkçası bayağı ürküyordum.

İçeri girdiğimde duvardaki saatler aynı yerlerini korumaya devam etmişlerdi. Küçük masanın arkasında Cevdet ustanın resmi her zaman ki gibi zeki bakışlarını fırlatıyordu. Sanki bir şey anlatmaya çalışıyordu bana. O an resme bakarken tüm endişelerim ve korkularım gitmiş yerini meraka bırakmıştı. Yavaşça resme yaklaşıp elimle tabloya dokunarak, “Neler oluyor usta?” diye fısıldamıştım.

Elimle tabloyu biraz ittirmiş olmalıydım çünkü elimi çektiğimde duvarda asılı duran tablo hafifçe sallandı ve yerinden çıkarak düşmeye başladığı an sağ elimle son anda yaptığım bir refleksle tabloyu üstünden tutmayı başardım. Dengemi korumak içinde tüm ağırlığımı duvara dayadığım sol elime vermiştim. Sol elimi duvardan çektiğimde duvarın içeri doğru hafifçe göçmüş olduğunu fark ettim. Sıvalar yere dökülmüştü. Ne kadar zayıf bir duvar örmüşler diyerek tabloyu iki elimle kaldırıp yerine asmaya hazırlanıyordum ki henüz anlayamadığım bir his beni durdurdu.

Yavaşça tabloyu bırakarak göçük kısmın biraz sağına işaret parmağımın dış kısmıyla tıklattım. Ses çok tok ve kalındı. Tekrar göçüğün olduğu yere tıklattığımda çok az sıvı daha dökülmüş ve çok ince bir ses almıştım. Artık içgüdülerim yönetiyordu beni. Sağ elimin ayasıyla göçüğe vücudumun da ağırlığını vererek bastırdığımda, hafifçe içeri doğru bükülmüş olan duvarda ufak bir delik açılmış ve bu beni heyecanlandırmıştı. Diğer elimin yardımıyla deliği zorlayıp kolayca genişlettiğimde karşımda, duvara gömülü ahşap, gizli bir çekmece vardı.

Resme bakarak ustanın benimle bir şekilde bağı olduğunu hissediyordum ya da akıl sağlığımı çoktan kaybetmiş ve şu an olanları zihnimde yaşıyordum. Çekmeceyi çekerek içinde eski sarı işlemeli bir kapakla kaplanmış sararmış not kâğıtlarını bulmuştum. Kapağın üstünde ise şimdiye kadar görmediğim güzellikte olan bir el yazısıyla “Bir Saniye Güncesi” yazıyordu.

Kapağı açıp baktığımda, ilk not sayfasının üzerinde Cevdet ustanın ilk sözleri yazılıydı.

“ Benim esbâb’ı ekdârnım, rüyamda vuku bulan….”

“Beyefendiii!”

O an hizmetçiyi tamamen unutmuştum. Sesini duyduğumda hemen toparlandım. Güncenin kapağını kapattıktan sonra kemerimi genişleterek günceyi pantolonumun arasına sıkıştırıp kemerimi daralttım. Üzerimde olan siyah rüzgârlığımın önünü kapatarak fark edilmemesini sağlayacaktım. Aceleyle Cevdet ustanın resmini astıktan sonra merdiven basamaklarından çıkan ahşap gıcırtılarını duyarak hizmetçinin yukarı çıktığını anlayıp odadan çıktım. Genç, yemenili kadını merdivenin başında görünce,

“Çok teşekkür ederim. Biraz beklettim sizi. Okulda bir tez için ustanın hayatını araştırıyorum da. Daha sonra açık saatlerde geleceğim.” dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Yanından yavaşça geçerek merdivenlerden inip kendimi dışarı, Beyoğlu sokaklarına attım.

Sokakta hızla yürüyüp biraz uzaklaşınca günceyi çıkardım ve kapağına bakarak düşünmeye başladım. Bu günce de neyin nesiydi? Saatle ve benim başıma gelen olayla bir ilgisi var mıydı? Eğer burada o hikâyeyi ve olayları bulursam bu benim ustayı gerçekten gördüğüm anlamına mı geliyordu? Aklıma gelen sorular bitmek bilmiyordu. Üst üste gelen onlarca düşünce ve soru zihnimin altüst olmasına neden olmuştu.

Bir süre düşünmemeye karar verdim. Sadece günceye ve bundan sonra olacaklara odaklanacaktım. Çok korkup, şaşırdığım halde sürekli karşıma çıkan yeni olaylar merakımı kaşıyor ve beni içine sürüklüyordu. Günceyi okumak için sakin bir yere ve Osmanlıca bir sözlüğe ihtiyacım vardı. Bunu yapabileceğim tek yer olan okul kütüphanesine gitmeye karar verdim.

Kütüphaneye gittiğimde görevli haricinde çok az çok az kişi vardı içeride. Görevliye kaydımı yaptırdıktan sonra sözlük bölümüne gitmek istediğimi söyleyip oradan ayrıldım ve görevlinin bana tarif ettiği, kütüphanenin ikinci katındaki soldan üçüncü koridora gidip sözlüklerin olduğu geniş rafa bakmaya başladım. Biraz bakındıktan sonra aradığım Latinceye çevrilmiş Yeni Osmanlıca – Türkçe sözlüğünü bulmuş ve günceyi de alarak sakin bir okuma bölmesine oturup çeviri yaparak okumaya başlamıştım.

* * *

…Bir Saniye Güncesi…

Kederimin sebebi, rüyamda, beni geçmişte yaşadığım o acı olaya götüren olayı tekrar yaşamış olmamdı. Bu satırları o saati tekrar gördüğüm anda hissettiğim duygularla yazıyorum.

Acı, keder ve pişmanlık tüm ömrüm boyunca içime hapsettiğim hisler ve buna sebep olan, yıllarca sakladığım sırrımın, içimde büyüyüp kocaman bir yara haline getirdiği acaba sorusuna yanıt bulamamış olmam. Acaba tekrar dönebilir miydim o garip dünyaya? Tekrar dönüp onu kurtarabilir miydim?

Yaşadığım acıyla hareket edip hemen kurtulmak istemiştim, gece gündüz, tüm zorluklara rağmen tüm parçalarını temizleyip birleştirdiğim o saatten. Beni farklı bir diyara gönderdiğine inanmayıp, beni acı bir kâbusa sürüklediğini sanmıştım. Hayatım boyunca kullanamayacağım o dili tekrar-tekrar konuşup bunun bir kâbus olmadığını anladığım an ise, oraya dönmek istemiş ama bunu başaramamıştım.

Kendimi dışarı kapattığım tüm ömrüm boyunca bu sırrımı ilk kez, gözlerinde sevdiği birini kaybetmenin acısını ve kederini gördüğüm o genç delikanlıyla rüyamda paylaşıyordum.

Bu yazıları okuyan olursa, yaşadığım ve beni ömrüm boyunca etkileyen bu durumun senin de başına gelmiş ya da gelecek olmasıdır. En azından ben öyle olmasını umuyorum. Çünkü eğer bu olursa benim başıma gelmiş olan şey gerçekten yaşanmış ve sorumun cevabı bulunmuş olacak. Artık sırrımı paylaşmaktan korkmuyorum.

* * *

Henüz yirmi bir yaşındandım ve babamın yanında hem çıraklık yapıyor hem de tamir ettiği saatleri müşterilere teslim ediyordum….….……….……

……………………Bir yandan koşuyor bir yandan da peşimize takılan siyah iğrenç böceklere bakıyordum. Sık ağaçların arasından, üzerimize çarpan dal parçaları ve dev yapraklara aldırmadan hızla koşuyorduk. Böcekler inanılmaz hızla hareket ediyor ve gitgide bize yetişiyorlardı. Yerli kız önce bana baktı, sonra anlamadığım dilde bir şey söyleyip koşmaya devam etti. Ağaçların arasından ufak bir açıklığa gelmiştik. Arkama baktığımda böceklerin ağız kısmından dışarı doğru uzanan üçgen kıskaçlarını ve ağızlarından yere doğru damlayan, insanı tiksindiren koyu kahverengi salyalarını görüyor, kıskaçlarının birbirlerine vuruşlarını duyabiliyordum.

“Tıkıçak! Tıkıçak! Tıkıçak! …..”

Açıklığa girdiğimizde büyük bir ağaç dalına bağlanmış aşağı sarkan, uzun, dört beş halatı gördüğümde onun bana söylemeye çalıştığı şeyi fark etmiştim. Bulunduğumuz yer hafif bir tepeydi ve aşağıdan on metre yukarıda kalmıştık. Halata tutunup aşağı doğru atlamamız gerekiyordu. Bana halatı gösterip tutmamı işaret ettikten sonra halatı sıkıca bileğine dolayıp kendini aşağı doğru bırakmış ve yaklaşık on beş metre süzüldükten sonra yuvarlanarak yerdeki çalılığa atlamıştı. Sıra bendeydi. Hayatımda şimdiye kadar hiç bu denli hareket etmemiştim. İpi onun tuttuğu gibi tutmaya çalıştım. Arkama baktığımda en öndeki böceğin çok yaklaştığını fark etmiştim. Artık korkacak bir şey yoktu. Ya atlayacak ya da böceğe canlı bir yem olacaktım. Gözlerimi kapatıp ipe sıkıca tutunarak kendimi bıraktım.

Gözlerimi açıp kendimi yere bırakarak dizlerimin üzerine düşmüştüm ve canım çok yanmıştı ama yerdeki çalılığın yumuşaklığı bir yerimi kırmama engel olmuştu. Yerli kız kolumdan tutarak beni kaldırıp kolumdan çekti ve koşmaya başladı. Arkama tekrar baktığımda en öndeki böceklerden bir kaçının yeri boyladığını ve can çekiştiğini görebiliyordum. Diğerleri tepenin başında durmuş, kıskaçlarını birbirlerine vurmayı bırakmışlardı. Hızla ağaçların arasından yolumuza devam ettik.

Sık çalıların arasından ufak bir açıklığa gelmiştik. Karşımızda, dağ eteğinin altında hafifçe oyulmuş iki metre uzunluğunda bir kaya parçası vardı. Kayanın sağ üst köşesinde oyulmuş bir el şekli dikkat çekiyordu. Yerli kız sağ elini kaldırarak şeklin üzerine elini koydu ve şeklin içinden yeşil bir ışık yandı. Bir anda önümüzdeki kayanın hızla sağa doğru açıldığını gördüm. Elimden beni içeri çekerek dağ içinde oyulmuş ve kenarlarında ufak sarı lambalarla aydınlatılmış bir yola girmişti. Bir saniye sonra kayadan yapılmış kapı kendi kendine kapanmıştı. Burası bir sığınak olmalı diye düşünüyordum ama girişteki el basma olay çok garipti. Nasıl bir teknolojiydi bu? Aklım almamıştı.

Girdiğimiz tünelin sonunda metal bir kapı ve hemen yanında yine bir el işareti vardı. Elini oraya basarak kapının ortadan iki yana açılmasını bekledikten sonra küçük kapalı bir odaya girdik. Bu bir asansör olmalıydı. Adını duymuş ama şimdiye kadar hiç asansöre binmemiştim. İçeri girdikten sonra kapının kenarındaki aşağı yönü gösteren ok işaretine basmıştı yerli kız. Hafifçe hareket ettiğimizi hissetmiştim.

Nereye gittiğimiz ve ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu ve korkmaya başlamıştım. Şimdi ne olacaktı? Bu, eşimin tıpatıp benzeri olan kız kimdi ve neden bana yardım ediyordu? En önemlisi ben neredeydim? Buraya nasıl geldiğimi hatırlıyordum. Birden saat aklıma gelmişti ve elimi fark etmeden cebime götürmüştüm. Saat oradaydı. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Ya delirmeye başlamıştım ya da bu bir kâbustu ve ben ne zaman uyanacağımı bilmiyordum.

Yerli kız arkasını asansörün duvarına yaslayarak derin bir nefes aldı ve bana gülümseyen gözlerle bakarak tebessüm etti. Kıvır-kıvır olan bukleleri yüzünün yarısını kapatmış ve alnında oluşan terler gözüne düşüyordu. Eliyle alnının silerek bana bir şeyler söyledi ama anlayamıyordum. Ürkekliğimi fark etmiş olacak ki iki eliyle elimi tuttu ve gözlerimin içine bakarak bir şeyler söyledi. Sanırım sakin olmamı ve korkmamamı söylüyordu. Onun gözlerine bakınca ölen eşimi ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi hatırlamıştım. Moralim bozuk olduğum zaman o da aynen bu şekilde elimi tutarak beni sakinleştirir ve her şeye beraber göğüs gereceğimizi söyleyerek bana destek çıkardı.

Yerli kızın sıcaklığı beni çok etkilemiş ve o an için endişelerimden uzaklaşmıştım. Asansör durdu ve kapı açıldı. Yine bir koridora girmiştik ama bu sefer ışıklar çok daha canlı, beyaz renkteydi ve kayalık alan gitmiş yerini bembeyaz parlayan oval bir duvar almıştı. On metrelik koridorun sonundaki oval kapı biz önüne geldiğimizde kendiliğinden açılmış ve ben şaşkınlıktan kalakalmıştım. Daha neler görecektik acaba?

Kapıdan içeri girdiğimde ise küçük dilimi çoktan yutmuştum. Yerin kaç metre altında olduğumuzu bilmiyordum ama gördüğüm yer tüm insanlığın hayal gücünün ötesindeydi. Şimdiye kadar bir rüyada olduğuma inanıyordum ama karşıma çıkan garip teknolojik kapılar ve şimdi de bu yer altı dünyası, bunun bir rüya olmadığının apaçık bir kanıtıydı.

Devasa bir yerdi burası. Çıktığımız kapının yanında sağında ve solunda yüzlerce oval kapı girişi vardı ve farklı kıyafetlerde binlerce insan girip çıkıyordu bu kapılardan. Yukarı baktığımda ise yükseklik zeminden yaklaşık elli metreydi ve tepede çerçeveli dev camlardan içeri süzülen güneş ışıkları kayalardaki uzun lambalarında yardımıyla ortalığı aydınlatıyordu. Ortada, üzerinde kırmızı artı işareti olan uzun, ufak bir bina vardı ve sağlıkla ilgili bir yer olmalıydı. Yaklaşık iki kilometre olduğunu tahmin ettiğim bölgede, kenarlardan yukarıya doğru çıkan yaklaşık otuz kadar hareketli merdiven vardı ve dağların içine oyulduğunu tahmin ettiğim yüzlerce kapısı olan küçük evlere gidiyordu. Bu evlerde yaşıyor olmalıydılar ve zeminden yukarı yaklaşık yirmi kat vardı.

Sağlık evinin yanında, şeritle çevrilmiş oyun alanında yaşları beş ile on arası değişen çocuk grupları ve başlarında duran şey dikkat çekiyordu. İlk bakışta anlamamıştım ne olduğunu ama dikkatlice bakınca bunun yetmiş santim boyunda beyaz metalden yapılan bir robot olduğunu fark ettim. Gözlerinin olduğu yerden çıkan ışıklardan bir şeyler gösteriyordu çocuklara.

Bir yandan yerli kızı takip ediyor bir yandan şaşkınlıkla gözlemliyordum ortamı. Sağda, bir bara benzeyen yerde insanlar oturmuşlar ve kendilerine servis yapan uzun boylu ve uzun kollu mavi robotu bekliyorlardı. Barın önündeki sandalyelere oturanlara ise kafasının üstünde tepsi olan elli santimlik, kolsuz diğer robotlar servis yapıyordu. Biraz ileride ise önünde gümüş zırhlı robotlara benzeyen iki metrelik dört muhafızın bulunduğu bir bina vardı. Ellerindeki silahlar büyük ve uzundu. Robotlardan ayırt ettiğim tek yanları ise kasksız kafalarını görmemdi.

Binaya doğru gittik ve muhafızların bize yol vermesiyle kendi kendine açılan kapıdan içeri, uzun bir hole girdik. İlerideki geniş kapıdan içeri girdiğimizde kafasının ortası hafifçe kel olan zayıf uzun boylu simsiyah vücuduna yapışan kıyafetleri içinde olan biri vardı ve ayakta karşısındaki camlı bölmelerden bazı görüntüleri izliyordu. Bunun ne olduğunu bilmiyordum ama görüntüler de yeşil ağaçlık bölgeler, bazı hareketli cisimler ve insanlar vardı. Yerli kız içeri girdiğinde ona beni gösterip bir şeyler anlatmaya başladı.

Uzun boylu adam önce ona kızdığını belli eden hafif yükse ses tonuyla konuştu. Sonrasında ise bana bakarak bir şeyler sordu.

“Ben, ne dediğinizi anlamıyorum. Benim dilimi biliyor musunuz?” dedim çaresizce.

Yerli kız, adama dönerek eliyle belime taktığım silahı ve kafamdaki gözlüğü işaret edip bir şeyler söyledi. Adam da kafasını olumsuz olduğunu işaret eder şekilde sağa sola sallayarak elini çenesine dayayıp bana araştırır gözlerle bakmaya başladı. Neden olduğunu bilmiyorum ama gözlüğüm çok dikkatini çekmişti. Adam bana bakıp gözlüğü göstererek takmamı işaret edercesine ellerini gözüne götürdü. Onu anlayarak gözlüğü takıp onlara baktığımda gözlüğün camında yine bir sürü şekiller ve yazılar çıkmıştı gözlüğün ekranından. Kız bana bir şeyler söyledi ve gözlükteki şekiller yazıya döküldü. Görüntülerde bir şey yazıyor ve noktalar gelip gidiyordu. Sanki bir ayar yapıyordu gözlük kendine. Birkaç saniye içinde yazılar tekrar gelmişti ama ben yazanlardan hiçbir şey anlamıyordum.

“Anlamıyorum nasıl?..” dedim şaşkın bir şekilde ellerimi açarak. O an gözlüğün köşelerinden çıkan küçük vantuzlu parçalar şakaklarıma yapıştı ve kısa bir süre için kör olduğumu zannettim. Her yer bembeyazdı. Biraz sonra kendime geldim ve görmeye başladım. Orta yaşlı adam bana bir şey söyledi ve gözlüğün ekranındaki yazıyı okuyabildiğimi fark ettim. Çok ilginç bir deneyimdi bu benim için. Önce endişelenmiştim ama şimdi merak ediyordum. Ekranda,

“Dil Araştırılıyor…………” yazıyordu. Bir süre sonra,

“Araştırma Tamamlandı. Konuşulan Dil Seman dili.” yazdı.

İnanılmaz bir şeydi bu benim için. Bu gözlük her dili anlamamı sağlıyordu. Ayrıca benim dilimi de çözmüştü kısa süre içinde. Yerli kız, “Merhaba, beni anlayabiliyor musun?” dedi.

“Anlıyorum.” dedim ekrandaki yazıyı okuduktan sonra. Bu sefer onlar bana garip-garip bakmışlardı. Onları anlayabiliyordum ama onlar beni anlayamayacaklardı. Aklıma o an gelen şeyi söyleyip belki olur diye umut ederek,

“Seman dilini konuşmak istiyorum!” dedim gözlüğün ekranına bakarak. Yine aynı şey olmuş ve şakaklarıma dayanan vantuzlar benim kısa süre kör olmama neden olmuştu ama bu seferki öncekinden daha uzun sürmüştü. Gözlerimi açtığımda başımın döndüğünü ve acı hissettiğimi fark ettim.

Gözlerimi yavaşça açtım ve buğulu gelen görüntüler netleşmeye başladı. Bayılmış olmalıydım çünkü beni bir yere oturtmuşlardı ve ikisi de başımda bekliyordu. Onlara bakarak,

“ Ne oldu? Ben neredeyim?” diye sordum. Kendi dilimi düşünerek konuşuyordum ama ağzımdan dökülen sözler kulağıma anlamsız geliyordu. Olmuştu. Artık onların dilini konuşabildiğimi fark etmiştim.

“Beni anlayabiliyor musun?” dedi yerli kız. Sözleri zihnimde tekrar etmiştim. Önce anlayamadığımı zannetmiştim ama biraz düşününce anlayabildiğimi fark ettim.

“Evet!” dedim onların dilinde. Gözlüğü kafamın üstüne çıkarıp doğrularak “Evet! Sizi anlayabiliyorum. Neredeyim ben? Burası nasıl bir dünya? Siz kimsiniz? Bu garip şeyler, tüm bu olaylar da nedir? Ben rüya mı görüyorum? Ve sen, sen kimsin? Beni tanıyor musun?” dedim.

Heyecanlanmış ve aklıma gelen tüm soruları bir anda sıralamıştım.

Orta yaşlı olan, “Tamam! Biraz sakin ol. Çünkü biz de senin kim olduğunu ve dost veya düşman olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Neden ne olduğunu baştan anlatmıyorsun?” dedi sakince.

Söylenenleri yavaş-yavaş kavrıyordum ama artık rahatlıkla anlayabiliyordum. Onlara, saatin elimden kaydıktan sonra başıma gelenleri anlatıp hislerimi ve bu dünyanın bana ne kadar garip geldiğini belirtmiştim. Ne olduğunu anlayamadığımı ve burada ne işim olduğunu bilmediğimi de eklemiştim sonuna.

“ Bu arada benim adım Cevdet.” dedim çekinerek.

“Kendimizi tanıtmayı unuttum. Affedersiniz! Benim adım da Perak. Amitap Galaksisi, Seman Uygarlığı, on üçüncü Galaksi Savunma gezegeni elçisiyim. Bu da kızım Lena.”

“Buraya nasıl geldiğinizi bilmiyorum ama bu sizi şok etmiş anlaşılan. Sakıncası yoksa şu saat dediğiniz cihazı görebilir miyim? Bu konuda bazı bilgiler olabilir elimde. Ayrıca ben bu durumu incelerken siz isterseniz biraz dinlenin. Sizin ve benim dünyamla ilgili konuşacak ve paylaşacak çok şeyimiz olacak.”

Elimi cebime atıp saati ona verecektim ama tereddütte kalmıştım. Onlara güvenebilir miydim? Eğer bu saat sayesinde buraya geldiysem onun sayesinde geri dönebilirdim.

“Bence ben biraz dinleneyim sonra saatle beraber gelirim. Şu an kime güvenebileceğimi bilmiyorum. Umarım beni anlarsınız.” dedim sakince. Tüm düşüncem Lena’la konuşmaktı ve nedense bu adama güvenmemiştim.

“ Nasıl isterseniz! Lena! Cevdet’e dinlenebileceği bir yer göster. Ben durumu değerlendireyim.” dedi Perak düşünceli bir tavırla.

Nereye geldim ben böyle diye düşünüyordum Lena’yla dışarı çıkarken. Seman Uygarlığı’da neydi? Galaksi Savunma elçisi? Amitap Galaksisi mi? Uzayın başka bir gezegeninde kaybolmuştum bir anda ve bu garip gezegene düşmüştüm. Aklım almıyordu bu olanları. Dışarı çıkıp korumaları geçtikten sonra saati çıkardım ve Lena’ya dönerek,

“İşte bu saat beni buraya getirdi.” diyerek ona gösterdim. Saate eline alarak baktı ve arkasını çevirip S.W.Collier yazısının altındaki T harfine benzeyen işareti parmağıyla göstererek,

“Bu cihazı nereden buldun bilmiyorum ama bu bir Ari cihazı. Ayrıca gözündeki alette bir Ari iletişim cihazı olmalı. Sen bir Ari misin?” dedi. Gözleri açılmış ve bana şüpheyle bakmaya başlamıştı.

Şaşırmıştım. “Ari de ne? Ben bir insanım ve gezegenimin adı Dünya. “Ne dediğini bilmiyorum ve ben kesinlikle o dediğin şey değilim!” dedim inatla.

Bana tekrar dikkatle baktı ama doğruyu söylüyordum ve o bunu başından beri biliyor gibiydi. Saati bana verdi ve,

“Bu cihazın ne işe yaradığını bilmiyorum ama onların çok güçlü cihazları var ve bunları diğer uygarlıkları yıkmak için kullanıyorlar. Ayrıca acımasız biyonik canlılar yaratıp, kötü huylu uygarlıkları kendilerine ordu kurmak için kandırıyorlar.

Özellikle zayıf karakterli ırkların içlerine sızıp önce fikirleriyle onları asıl inançlarından soğutuyorlar. Ayrıca ticaret kanallarına girerek hayatlarına devam etmeleri için gerekli kaynakların akışını önleyip tüm alışveriş ağını kendilerine çekiyor ve bu ağı yönetiyorlar. Böylece diğerlerini kendi alternatif kaynaklarına mecbur bırakıyorlar. Kendilerini geliştirmesinler diye yarattıkları sanal âlemlerde onları oyalayıp basit zevklere yöneltiyorlar. Yeni yetişen, daha genç olanlarına sadece kendi fikirlerinin doğruluğunu, diğer tüm şeylerin yanlış olduğunu öğretiyorlar. En önemli nokta ise bu canlıları ticaret kanalları ve diğer yöntemlerle fakirleştirip, cahilleştirerek körü körüne inanan varlıklar haline getiriyorlar. Bu olduğunda ise o canlıların benliklerine sızıp onları birer Ari kölesi yapıyorlar. İşte bu sayede benliğini yitirmiş bu canlılardan bir ordu yaratıyorlar. Bu ordu o kadar acımasız ve saplantılı ki Arilere karşı gelen hiçbir canlıya tahammülleri yok.

Şu an onların yarattığı kötülüğü defetmek için uğraşıyoruz. Yaşadığımız yer bizim sığınağımız çünkü bu gezegeni işgal ettiler ve böyle giderse kalan sekiz gezegeni de işgal edip galaksi savunmasını aşacaklar. Biz Seman Uygarlığı olarak yüzyıllarca bu galaksiyi çeşitli tehlikelere karşı savunduk ama şimdi ki düşman hepsinden daha sinsi ve tehlikeli. Yeraltına girdiğimizden beri her gün bizi avlamak veya dönüştürmek için çeşitli yaratıklarını salıyorlar gezegene. Senin gördüklerin bunlardan sadece bir kaçıydı. Çok daha tehlikelileri var. Bu canlıları yaratmak için bizi canlı olarak avlayıp vücudumuzu kullanıyorlar. En kötüsü ise aramızdan bazılarının beyninin içine girerek onları birer caniye dönüştürüyorlar. ” dedi içini çekerek.

Susmuş ve gözleri yaşarmıştı. Anlattıklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyor ama anlayamıyordum bir türlü. Bu saat bir Ari cihazıydı ve onlar çok kötü bir ulustu ama saatin bende ne işi vardı? Bana sorsalar, bunun klasik bir İngiliz olduğunu söylerdim. Her parçasını ayırmış ve sonra tekrar birleştirmiştim. Beni bir yerden bir yere gönderebilecek kadar güçlü bir mekanizmasının olması imkânsızdı. Bu nasıl olmuştu?

Canlı olarak avlanan, vücutları kullanılan, caniye dönüştürülen Semanlar….Nasıl bir şeydi bu kötü yaratıklar? Gerçi dev ahtapotu, martı benzer vahşi kuşları ve iki insan büyüklüğündeki böcekleri görünce ne demek istediğini anlamaya başlamıştım ama yine de nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Lena bana ayrılan odaya beni bıraktı ve sessizce oradan ayrıldı. Ben ise yaşadığım kâbus ve şaşkınlık dolu anları düşünerek rahatsız bir uykuya daldım. Uyandığımda oda, kulağıma gelen bir ses dışında çok sessizdi. Sesin saatimden geldiğini hemen anlamıştım. Yavaşça yataktan kalktım ve pantolonuma uzanıp cebimden saati çıkardım. Çalışıyordu ama takılmıştı. Saniye sürekli atıyordu ama ilerlemiyordu. Bu saatin sırrı neydi ve beni geri götürecek miydi? Kapının açılmasıyla muhafızların içeri girmesi bir oldu. İçlerinden biri,

“Hemen toparlanın! Elçi sizinle görüşecek!” dedi sertçe.

İki dakika içinde toparlanmış ve muhafızlarla beraber kendimi elçinin yanında bulmuştum. Uzun siyah bir elbise giymişti. Ellerini arkadan birbirine tutarak konuşmaya başladı.

“ Maalesef sizi burada tutacak kadar bilgiye sahip değiliz. Üzerinizde bulunan cihazlara bakılırsa, siz bir şekilde bir Ariyle bağlantı kurmuşsunuz. Bu bağlantıyı ve Arilerin zayıf yanlarını bulmak için size ihtiyacımız var. Eğer onlar sizle bağlantıya geçtilerse yine geçeceklerdir. Şu an içinde bulunduğumuz durumu anlamadığınızı biliyorum ama halkım tehlike içinde ve benim, onları korumak için ne gerekiyorsa yapmam gerekiyor. O yüzden sizden bu cihazı tekrara kullanmadan önce geldiğiniz mağaraya dönmenizi istiyorum. Tekrar kendi dünyanıza cihazınızı kullanarak dönebilirsiniz ama bizim orada yatan ölüyü incelememiz ve eğer bulabilirsek sizin onlarla olan bağınızı bulmamız gerekiyor. Araştırmak için gönderdiğim muhafızlar maalesef sağ dönemediler. Bu yüzden sizinle beraber üst tarafı çok iyi bilen en iyi iz sürücümü göndereceğim. Lena, hazırlan ve Cevdet’le beraber onu bulduğun yere gidin bakalım bir şey bulabilecek misin?”

Muhafızla ben asansöre doğru giderken, Lena odasına gitmiş ve giyinmişti. Aşağı geldiğinde onun giydiği siyah dar kıyafet ve üzerine aldığı uzun namlulu silahla tam bir asker gibi olduğunu fark ettim. Belindeki parlak metal, içi oyuk, yuvarlak nesnenin ne olduğunu anlayamamıştım ama öğrenecektim. Lena, bana ilk geldiğim yere, ölü adamın yanına farklı bir yoldan gideceğimizi söyledi. Çünkü diğer yolun üstünde atladığımız tepe vardı ve o tepeyi tırmanamazdık.

Yukarı çıktığımızda geldiğimiz yerden çok daha farklı bir bölgede gün ışığına kavuşmuştuk. Burası uzun, bir buçuk metrelik sazların olduğu bir bölgeydi ve biz tedirgin bir şekilde ilerliyorduk. Lena, bana dikkat etmemi ve uçan, yuvarlak siyah bir nesne görürsem hemen vurmamı söylemişti.

“Uçan, yuvarlak bir nesne de ne? Ve ne tehlikesi var?” diye sordum endişeyle.

“O bir Kleps ve Arilerin en tehlikeli oyuncaklarından biri. Onlar bizim kanımızın kokusunu alabiliyor ve gördükleri yerde birbirlerine ve avcılara haber veriyorlar. Ayrıca tuzak kurup üzerimize sıktıkları zehirli gazla bizi bayıltıyorlar. Sonra Klentorlar, yani avcılar Semanları toplayıp eritme duvarına atıyor. O yüzden havada gezen yuvarlak, siyah bir cisim görürsen sakın tereddüt etme! Hemen vur!”

İşte şimdi gerçekten korkmuştum. Burada ne işim var diye sorgulamaya başlamıştım kendimi. Sırf eşime benziyor diye bir yerli kıza âşık olmuş, şimdi de kendini kurtaramayan bir uygarlığın umutsuz savaşında yem olacaktım. Diğer yandan ise ona bakıp ne kadar cesur olduğunu düşünüyor ve mücadelesini takdir ediyordum. Bu özelliği çok hoştu ama bana bir faydası olmayacaktı. Acaba saati nasıl kullanacağımı ortaya çıkarsam, benimle gelir miydi? Tüm bu olanları geride bırakabilir miydi?

Ben tam bu düşüncelerle boğuşurken sazlıktan dışarı çıktığımız yerin karşısında, ağaçların altında bir şeyin güneş ışığıyla parladığını fark ettim. Aklıma gözlük gelmişti. Belki gözlük sayesinde daha net görebilirdim. Lena başka yere bakıyordu ve ben gözlüğümü taktığım an nesneyi daha yakından görmek istediğimi içimden geçirdiğim sırada, gözlük bunu direk olarak uygulamış ve görüntüyü çok daha büyük hale getirmişti. Ağaçların arasında, havada, futbol topu büyüklüğünde siyah bir cisim, ortasından uzanan dürbün misali şeyi bize doğru uzatmış sazlıklara doğru yaklaşmaya başlamıştı.

“Lena, bahsettiğin, şu yaklaşan şey mi?” dedim işaret parmağımla göstererek.

Aynı anda, sadece “vısıvısıvısı!” şeklinde bir ses duydum ve metal bir cismin havadaki topu ortadan ikiye ayırdığını ve topun kıvılcımlar saçarak yere düştüğünü gördüm. Yuvarlak cisim havada düz gitmiyor havada tur atıp geri bize yaklaşıyordu. Gözlüğümü çıkarıp baktığımda gördüğüm şey ise Lena’nın kalın metal parçalı bir eldivenle cismi yakaladığıydı. Şimdi anlamıştım ne olduğunu. Bu bir saldırı silahıydı ve anlaşılan o ki çok ta işe yarıyordu.

Tekrar ağaçlıkların arasına dalıp yönümüzü kayalık arazide aşağıya doğru çevirmiştik. Ağaç dallarına ve çalılara saklanarak dikkatle ilerliyorduk. Kendi kendime tekrar-tekrar ne işim var burada? diye soruyordum. Biraz daha aşağı indiğimizde ufak bir tepenin eteğine gelmiştik. Tepe ortadan ikiye ayrılmış ve arada yalnız bir kişinin geçebileceği kadar bir yol oluşturmuştu. Tam yola girmek üzereyken tepenin üzerinden çıkan iki Kleps bizi görmüş ve kendi etraflarında hızla dönerek kulakları sağır eden bir siren sesi çalmaya başlayıp üzerimize doğru atağa geçmişlerdi.

Lena metal saldırı silahını kullanmak için çok geç kaldığını anlamış olacaktı ki bana dönerek, “Silahlar!” diye bağırdı. Silahımı iki elimle tutarak ateşlemiştim. Lena’da aynı anda kısa-kısa ve ateş eden uzun namlulu silahıyla onları vurmaya çalışıyordu. Çok seri olan Klepsler, geriye sağa ve sola hareket ederek bu saldırıdan rahatlıkla kurtulmuşlar ve tekrar aşağı doğru atağa başlamışlardı.

O an aklıma gelen şey yine kafamdaki gözlüktü. Ne zaman sıkışsam hep benim için yeni bir şeyler buluyordu. Gözlük, ekranından yaklaşan siyah topları hedef olarak gösteriyor ve çeşitli çizgilerin orta noktada buluşmasını sağlayıp onları netleştiriyordu. Nasıl olacağını kavramıştım. Dört köşeden gelen çizgiler orta noktada buluşunca ateş etmem gerekiyordu. Çok yaklaşan ilk Klepse odaklanıp, nefesimi kontrol etmiş ve çizgiler buluşunca silahımı o hedefe doğru ateşlemiştim. Kleps ateş ettiğim yerin yarım metre sağında olmasına rağmen hızla hedeflediğim yere hareket etmişti ve parçalarına ayrılmıştı. Lena’da diğer gelenin işini bitirmişti ve şimdilik kurtulmuştuk.

Lena, “Çabuk! Kalentorlar gelmeden gitmemiz gerek!” diyerek yarığa koştu. Arkasından gözlüklerimi gözüme indirerek koşmaya başlamıştım. On beş metrelik bir mesafeydi ve hızla burayı geçtikten sonra sağa dönüp ormanlık alandan yukarı tırmanacaktık ama sağa döndüğümüzde diğer yaratıklar sinyalleri almış ve o taraftan geliyorlardı.

Yaklaşık on beş Klentor ellerindeki metal halatları havada çevirip yaylanarak bize doğru koşuyorlardı. Klentorları ilk gördüğüm o an ne kadar acayip bir yerde olduğumu bir kere daha anlamıştım. Karşımda, bana doğru gelen, insan kemikleri ile metal parçalarının birleşiminden oluşan kırmızı gözlü ve kafataslarının içinde gümüş devreleri bulunan bir iskelet ordusu vardı.

Sol tarafa döndüğümüzde o tarafı da kapattıklarını anlamıştık. Tek çaremiz önümüzdeki açıklık bayırda aşağı doğru kaçmaktı. Her iki tarafta ormanlık alan aşağı doğru genişliyor ve sol tarafta orman bitiyordu. Sağ tarafta ise ormanlık alan iki metrelik siyah, yeşil ve kırmızı tonlu garip bir duvarla kapatılmıştı. Duvar sol tarafa doğru devam ediyordu. Gerisini ağaçlardan göremiyordum.

Lena, on metre önümde hızla aşağı doğru koşuyor ve “İleride! Sazlıklarda bizi bulamazlar!” Diye bağırıyordu ama aşağıda sazlıklar yoktu ve benim gördüğüm garip bir duvardı ve o an aklıma gelen Lena’nın daha önce bahsettiği Eritme duvarı olmalıydı bu. Gözlükler sayesinde orada gerçekte ne olduğunu görebiliyordum ve onu hemen uyarmalıydım. Sol taraftaki ağaçlıklara gidersek kurtulma şansımız daha fazlaydı.

Havada hafif bir rüzgâr ve nem vardı ve her iki taraftan yükselen güneşler ortalığı sapsarı aydınlatıyordu. Ona yetişmeye çalışarak avazım çıktığım kadar bağırmaya başladım.

“Lena! Dur! Oraya gitme! Sola dön! Orada duvar var! Duuuur!”

Lena’yla duvar arsında üç metre vardı ve beni duyabilmişti. Aramızda altı yedi metre kalmıştı ve Klentorlar peşimdeydi. Arkasını döndü ve “Ne duvarı? Burası sa…….”

Çok geçti. Duvardan uzanan koyu yeşil kalın ipler onu bacaklarından, kollarından, belinden ve boynundan sarmış ve onu kendine çekmeye başlamıştı. Çığlık atmaya başlamış ve kurtardığı sol koluyla belindeki metal nesneyi alıp ipleri kesmeye çalışıyordu. Ben ise hızla duvara ateş etmeye başlamıştım. Duvar parçalanıyor ama sonra hemen parçalanan yerler kapanıyor ve eski haline geliyordu.

Birden ipler hızla Lena’yı içine çekti ve onun duvarın içinde çığlık atarak gömülüşünü izledim. Delirmiştim ve silahımı ardı ardına ateşliyordum. Lena kurtardığı sol kolunu dışarı uzatmıştı. Bir elimle silahı ateşlemeye devam edip diğer elimle onu tuttum ve çekmeye çalıştım. O an duvardan çıkan yeşil ipler beni de sarmaya başlamıştı. Çaresizlik içinde duvarın içinde artık çığlıkları kesilmeye başlayan Lena’nın yardım istercesine bana bakan gözlerini görmüştüm.

İğrenç duvarın içinden gelen leş kokusunu hissedebiliyordum. Orada iplerle mücadele ederken koyu yeşil ve kırmızıya çalan duvarın içinde akan kanları görebiliyordum. Kanlar zeminde duvarın bittiği yerdeki kanallara akıyor ve kan doğruca sola aşağı doğru gidiyordu. Solda, duvarın bittiği yerde ise gökyüzüne uzanan kocaman kara bir kule görülüyordu.

İplerle mücadele ederken silahımı ve gözlüğümü düşürmüştüm. İpler beni iyice sarmış, kollarımı vücudumla birleştirip beni hareketsiz bırakmıştı. O sırada gördüğüm şey ve duyduğum o sesler ise korkunçluğun ötesindeydi. Dehşet vericiydi. Duvarın içi yavaş-yavaş kaynayan bir kazan gibiydi ve duvar kulenin olduğu taraftan kabarcıklar çıkarmaya ve dalgalanmaya başlamıştı. Duvarın içinden bana korkudan delirmiş gibi bakan gözleri görmüştüm. Birer-birer açılıyordu bu gözler. İniltilerini duyabiliyordum. Hayır, bunlar inilti değildi. Aslında bunlar birer acı çığlığıydı ama sessizdi. Acı içinde kıvranıp çığlık atamadan ölmek… Bu, ancak dehşet duvarının eseri olmalıydı.

İpler beni hareketsiz bıraktıktan sonra hızla içeri çekmişti. Hiçbir şey göremiyordum ancak duyabiliyordum. Bu Lena’nın sesi olmalıydı.

“Neredesin? Yardım et? Neredesin? Kimse yok mu? Yardım et!”

Sonrasında duyduğum ses ise hiç yabancı değildi.

“Tik tak tik tak tik tak tik tak tik! ……”

Elim vücuduma yapışıktı ve elimi hareket ettirebilirdim. Cebimdeki saate ulaşabilirsem belki bir şekilde kurtulabilirdim. Belki onu da kurtarabilirdim. Elimi cebime soktum ve saatimi tutarak olanca gücümle sıktım. “Tık!”

Gözlerimi açtığımda kendimi tamir masamın başında elimde saatle bulmuştum. Daha önce saati on ikiye kurmuştum ve çalışmamıştı. Döndüğümde ise saniye bir kademe ilerlemişti. Tüm bu olanlar sanki bir saniyeye sığmıştı. İlginç olan diğer durum ise saatin tekrar çalışmaya başlamasıydı.

Korkmuş ve üzülmüştüm ama elimden bir şey gelmeyeceğini de anlamıştım. O yüzden bu saatten kurtulmalıydım. O gün gelen genç bir İngiliz subayı saatlere bakıyor ve kendine uygun bir şey bulmaya çalışıyordu. Saati ona neredeyse bedava bir fiyata vereceğimi duyunca hemen ilgilenip saati aldı ve ben de bu saatten ve acımdan uzaklaşacağımı zannettim. Şimdi ne kadar yanıldığımı anlıyorum.

* * *

Kütüphanenin loş ışığı altında, sessizce oturan Hakan, güncedeki son sözleri okumuş ve günceyi kapatmıştı. Aklına gelen ilk şey ise bir asır önce yaşamış bu insanın rüyasında onu görmesi, onun da ustayı hayalinde canlandırması ve bunun nasıl olduğuydu. İmkânsız bir şeydi bu ve yine de güncede yazdığına göre olmuştu. Bir şekilde bu iki insan birbirine bağlanmış ve aynı şeyi farklı zamanlarda olmalarına rağmen yaşamışlardı.

Aklına gelen ikinci durum ise ustanın saati bir İngiliz subayına vermesiydi. Büyük-büyük dedesinden kalma bu saat dedesinin o subaydan aldığı saat olmalıydı. Peki, neydi bu saatin sırrı? Usta her tarafını açmış ve baştan yapmıştı saati ama yine de içinde normal bir saatten farklı bir mekanizma yoktu. Saati çevirip yazının altındaki işarete baktı. Gerçekten de sonradan kazınmış olduğu belli olan çok küçük t harfine benzeyen bir işaret vardı ve devam etmeye çalışan saniye takılmış, ilerlemeye çalışıyordu.

Ve o rüya, tıpkı rüyasında gördüğü gibiydi Lena’nın yardım çağrısı. Sanki rüyasında ona sesleniyordu duvarın içinden boş gözlerle bakarak.

“Acaba?” dedi içinden. “Acaba şu an kurma koluna sertçe basarsam beni de oraya götürür mü?”

Bir an bu düşüncenin etkisine kapılmıştı ama hemen topladı kendini. Zaten kafası yeterince meşgul olmuş ve yapmadığı şeyleri yaparmış gibi görmeye başlamıştı. Bu da onlardan biri olabilirdi. Bir süre sonra artık gerçekle hayali ayırt edemez hale geleceğini düşünmeye başladı ve bu düşünce onu çok korkuttu. Aklını yitirmek istemiyor ve bu garipliğe bir son vermek istiyordu. O an kararını verdi. Eve gidecek, yarın ilk otobüsle İzmir’e ailesinin, annesinin yanına dönecek ve bu olaydan hiç kimseye bahsetmeyecekti. Günceyi ve saati yanına alarak kütüphaneden çıkıp evin yolunu tuttu.

* * *

“Oğlum, vatanını koru! İnsanlarını koru! Seninle gurur duyuyorum.”

“Yardım et! Neredesin? Yardım et! Acı çekiyorum! Hepimiz acı çekiyoruz! Bize yardım et!” diyordu rüyasındaki boş bakan gözler eritme duvarının içinden ona bakarak.

Yataktan bir anda fırlamış ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu Hakan. Hava yavaş-yavaş ağarmaya başlamış ve soluk gün ışığı perdenin arasından yatağına doğru süzülüyordu. Yanı başında duran masadaki saatine baktı. Saat 06:50’yi gösteriyordu. Öğlen vakti İzmir’e giden otobüste yerini ayırtmıştı ve hazırlanmak için çok zamanı vardı.

Yine bir kâbus görmüştü ve rüyasında önce babasının acı çektiğini ve ona seslendiğini, sonrasında ise güncede bahsedilen eritme duvarındaki acı çeken insanları görmüştü yeniden. Bu sefer ki çok daha korkutucuydu. Yavaşça kalkıp kendine gelmeye çalışarak hazırlanmaya başladı.

Bir saat sonra çantasını hazırlamış, bir yandan zamanın gelmesini bekliyor, bir yandan da oyalanmak için bilgisayarını açmış karşısında düşünceli şekilde oturuyordu. Sanki bir şeyi unuttuğunu hissediyordu. Her şeyi almış mıydı? Ceplerini karıştırdı. Anahtarlar, telefon, cüzdan, hepsi tamamdı ama her zaman yanına aldığı, babasının hediyesi olan tespih yoktu. Kitaplığının çekmecesine koyduğunu hatırlıyordu hayal meyal. Yerinden kalkarak çekmeceyi çekti. Tespih oradaydı. Tam alacakken gözü hala saniyesi tıklayan saate ve günceye takıldı. Aklına rüyası gelmiş, birilerinin ona ihtiyacı olduğunu ve yapması gereken bir şey olduğunu hissetmişti. Çok garip bir histi ama çok güçlüydü. Günceyi alarak masasına oturdu ve tekrar okumaya başladı.

Baştan sona tekrar okumuş ve aklına gelen sorulara yanıt aramaya başlamıştı. Düşünmeye başladı. Her şey saatin durmasıyla başlamıştı. Saati yaptırmak için yaptığı araştırma sırasında bir yerde bir kopukluk olmuş ve onu ustanın anısına bağlamıştı. Bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışıyor ama cevabını henüz bilmiyordu. O gün ne yaptığını iyice düşünmeye başladığında bu olayın nerede olabileceği aklına geldi.

Çok susamış ve bir şişe su almak için bir büfeye uğramıştı. Büfenin önündeki küçük taburelerin birine oturduğunda arkasındaki iki katlı binanın yan duvarına resmedilmiş eski yol sanatçılarının, üstatların resmi dikkatini çekmişti. Ondan sonra ne olmuştu. Hatırlamaya başlıyordu. Saatine bakıp onun hareketsiz haline üzülmüştü ve o anda saniyesi hareket etmemiş miydi? Sonra yeniden durmuştu. Her şey bir saniyede olmuştu. Şimdi daha net hatırlamaya başladı. Elindeki saate bakmış ve kucağında bir saniye içinde can veren babasını hatırlamıştı. Sonra gözlerini kapatmış ve bayılmıştı. Ya da o öyle olduğunu düşünüyordu.

Şimdi anlıyordu. Bu olayın hayal görmesinden önce mi yoksa sonra mı olduğunu hatırlamıyordu. Çünkü saat, o kendine gelince çalışmaya başlamış, bu kafasını karıştırmış ve olayları ona yaşadığını hissettirmişti. Demek ki o zaman ne olduysa ustaya bağlanmış ve şu an bulunduğu duruma gelmişti. Bu durumun ise bir şekilde babasını kaybetmenin acısıyla bir alakası vardı.

Günceye göz atarak, orada ki insanları ve acılarını düşündü. Acı içinde sindirilip yok edilmeye çalışılan bir uygarlıktan bahsediliyor ama kurtuluşu aramaktan vazgeçmiyorlardı. Düşünceleri değiştirilen ve hatta vücutları bile yedek parça olarak kullanılan bir halk vardı ama direnişlerine her şeye rağmen devam ediyorlardı. Onları ve diğer halkları kendi amaçları uğruna kullanmaya, ezmeye çalışan diğerleri ise kendilerine bu halklardan ordu kurmuştu.

Lena’nın cesareti Hakan’ı da etkilemiş ve uğruna canının feda edecek kadar ülkesine seven yürekli babasını hatırlatmıştı ona. Büyük dedesini hatırlamış, Çanakkale’de yiğitçe savaşan ve vatan topraklarını korumak için canlarını severek feda eden binlerce Türk askeri aklına gelmişti.

Vatan toprakları, her zaman tehlikeye açık ve dikkatle savunulması gereken bir unsurdu ve Hakan da vatanının belki askeri yolla değil ama halkı sindirilip toprakları satılmaya çalışılarak ele geçirilmesine hiçbir zaman müsaade etmeyecekti. Babasının ve diğer vatanseverlerin, eğitmenlerin, doktorların yaşama hakkının elinden alındığı, fakirleştirilmeye ve fikirlerinden dolayı bastırılmaya çalışılan halkın, fikirleri değiştirilmeye, vatan sevgisi yok edilmeye çalışılan gençlerin, hatta eğitim için okuduğu kitapları bile değiştirilen çocukların olduğu bir döneme giriliyordu.

Gözü büyük dedesinden kalma, ustayı farklı diyara götüren saate takıldı. O an artık ne yapması gerektiğini anlamaya başlıyordu. Bu saat onun anahtarıydı ve bu saatin sırrını ne olursa olsun çözmeye karar vermişti. Bu sayede bazı cevaplara ulaşabileceğini anlamıştı ve babasının ona öğütlediği şeyi nasıl yapacağını çözecekti.

Cevdet ustanın göremediği şey neydi acaba? İyice düşünmeye başlamıştı. Gözden kaçırdığı bir nokta olmalıydı? Ustanın hatıralarını anlatırken saati tamir edişini hatırladı. Bir yerde çok zorlanmıştı usta. Tekrar günceyi açarak ilk sayfalarına göz attı. İşte oradaydı.

“Her şey olması gerektiği gibiydi. Gözüme hafif bir parlaklık çarpmış gibi geldi. Acaba bilmediğim ve göremediğim bir şey mi var diye düşünerek diğer büyük büyüteci alıp bir daha baktım dikkatlice. Çok küçük bir parıltı gözüme çarpıyordu. Sağ gözümdeki büyüteci ve elimdekini beraber kullanarak çok daha güçlü bir görme açısı sağlayıp tekrar baktığımda, kurma kolunun kuruluktan sonra tekrar yerleştirilirken girmesi gereken yerde, mikroskobik boyutlarda pırlanta benzeri bir taşın olduğunu fark ettim ve kırmızı, hareket ediyormuş izlenimi veren bir maddenin üzerindeydi.”

Usta o parçayı alamamıştı. Sonrasında ise saat harekete geçmiş ve usta başka bir diyara gitmişti. Hakan, bir daha düşününce, hayalinde canlandırdığı Cevdet ustanın oğlunun da böyle bir şeyden bahsettiğini hatırlıyordu. Bu tesadüf değildi. Saattin kurma koluna yerleşmiş veya yerleştirilmiş bir şey olmalıydı. Mutlaka görmesi gerekiyordu ama bu kadar küçük bir parçayı görebilmesi için bir mikroskoba ihtiyacı vardı.

O an yolculuğu ve diğer şeyleri tamamen aklından silen Hakan, çekmecesinde duran, uzun süredir kullanmadığı bel çantasının içine saatini, cüzdanını, cep telefonunu, anahtarlığını ve tespihini yerleştirerek çantayı beline takıp evden çıktı ve doğru okulun içinde bulunan fizik laboratuarının yolunu tuttu.

 

Not: Üçüncü bölümde Cevdet Usta ile Hakan’ın bağlantısı gün ışığına çıkacak ve Hakan’ın mücadele dolu serüveni başlayacak. Lütfen eleştirilerinizi esirgemeyiniz. Umarım, beğenirsiniz. Saygılarımla.

Dehşet Duvarı” için 5 Yorum Var

  1. Bir an gerçekliklerle dolu bir hikaye okurken aniden fantastik birşeye dönüşen eğlenceli bir hikaye, şahsen beni duygudan duyguya sürükledi. Fantazinin yanında gerçekliliğinde ihmal edilmemesi daha bir inandırıcılık katmış üstelik kahraman büyün bu yaşadıklarım hayal mi gerçek mi diye kendisiyle çelişirken okuyucuda bundan tam olarak emin olamıyor yazar bizi istediği yere sürükleyebiliyor.
    Ellerine sağlık 🙂

  2. Aslında düşündüğümden çok daha uzun olduğunu da ititraf etmeliyim. Bıkmayıp okuduğun ve yorumladığın için çok teşekkürler.

  3. Merhabalar. Öncelikle tebrik ederim, kurgusu oldukça gizem dolu müthiş bir hikâye olmuş. Karakterlerin bizim dünyamızdan olması, hatta bizim ülkemizden olması çok daha ilgi çekici ve inandırıcı olmuş. İşin bilim kurgusal boyutu da çok iyiydi. Devamını merakla bekliyorum.

  4. ellerine sağlık anaca bitirebildim hala etkisindeyim devamını değil.. şu an yaşadığımız dünyadan yada yaşamdan dahada mükemmel bir evren hikayaesi yazacana eminim merak la değil güven le bekliyorum tekrsr ellerine zihnine sağlık mükemmel insan (OPTİK)

cankutpotter için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *