On yıllık yolculuğumuzun sonuna yaklaşırken gemimiz bize uyku saatinin bittiğini söyleyen alarmları çalıyordu, kırmızı ışıklar yatak odamı birkaç saniyeliğine aydınlatıp tekrar karanlığa boğarken giysilerimi giyip zaman kaybetmeden odamın köşesindeki lavaboya gittim, hızlıca yüzümü yıkadıktan sonra odamdan çıkıp geminin kontrol kısmına gittim. Kontrol kısmına girer girmez reflekse dönüşmüş hareketlerle rotaları en ince ayrıntılarına kadar kontrol etmeye başladım. Son altı yıldır olduğu gibi gemi hedefine doğru hızla ilerliyordu ve rotada herhangi bir sorun yoktu, varış noktasına varmalarına sadece kırk sekiz saat kalmıştı. İçimden heyecanla karışık bir ürperti geçerken kontrol odasından çıkıp ortak alana doğru yürümeye başladım.
Geminin borularla kaplı koridorlarından geçip ortak alana vardığımda herkes kahvaltısını bitirmişti, birbirinden farklı üç figür yuvarlak demir masada kahvelerini yudumluyordu. Bilgisayar sistemlerinden sorumlu cılız bir adam olan Jack ince yüzünü bana çevirdi ve şakacı bir tonla konuşmaya başladı. “Her seferinde rotayı kontrol etmene gerek yok bunu biliyorsun değil mi? Artık bu işi bilgisayarlar yapıyor.” Jack’in sözünü karşısında oturan gözlüklü ve siyah saçlı bir kız olan Helen devam ettirdi. “Ve bu işi bize kıyasla çok daha güvenilir bir şekilde yapıyorlar, hem hep geç kalarak kahvaltını tehlikeye atıyorsun,” deyip iri yarı bir adam olan Marco’ya doğru bir bakış attı. Hep birlikte gülüştüler. Omuz silktim. “Bilgisayarlara bir türlü güvenemiyorum, kendi işimi kendim yapınca içim daha rahat ediyor.” Ortak alanın köşesine gidip kendime bir tabak domates soslu mısır lapası alıp masaya oturdum, karşımdaki iri yarı figüre doğru, “Motorların durumu nasıl Marco?” diye sordum. “Hiçbir sorun yok kaptan, bu gidişle kırk sekiz saatten kısa bir sürede orada olacağız.” Bu sözler masaya ani bir sessizlik çökmesine sebep olmuştu, kırk sekiz saat, diye düşündüm kendi kendime. Altı yıl önce birinci ticaret yolunda bir sürü kargo gemisinin kaybolmasıyla başlayan bu yolculuk artık son bulacaktı. Orada ne olduğunu öğrenip bunu üstlerine bildirecekler ve sonunda geri dönüş yolculuğuna başlayabileceklerdi. Geri dönüş, masadaki sessizlik devam ederken herkesin bu iki sözcükle ilgili hayal kurduğunun farkındaydım. Marco’yu evinde biri kız biri erkek olmak üzere iki çocuk ve onun deyimiyle, “uzayda görebileceğin her şeyden daha güzel” olan karısı bekliyordu. Helen, göreve gemideki herkese asistanlık yapmak ve yeni başlayan astronotluk kariyerinde hızlı bir terfi almak için katılmıştı. Görevin süresi onu korkutmamıştı, ne de olsa bolca zamanı vardı ama kızcağızın bu metaldan devin içinde yaşamaktan sıkıldığı gözlerinden belli oluyordu. Jack ise bana buraya yeni bir şeyler görmek için geldiğini, dünyada onu bekleyen herhangi bir şey olmadığını söylemişti. Yemeğimi yerken Jack ve Helen’e hızlı bir bakış attım. İkisi birbirleriyle şakalaşıp duruyor, mürettebatta başka kimsenin sahip olmadığı bir samimiyetle konuşuyorlardı. Artık seni de dünyada bekleyen bir şey var galiba Jack diye düşünüp mısır püremi yemeye devam ettim. Zihnimde yıldırım hızıyla yabancı bir ses belirdi. “Peki ya sen?” Bu soru beni o kadar hazırlıksız yakaladı ki ağzımdaki mısır lapası direkt olarak boğazıma kaçtı. Öksürüklerimi kontrol altına almaya çalışırken, özür dileyip zihnimi işgal eden eski düşüncelerle birlikte egzersiz aletlerine gittim.
Koşu bandında hızlandıkça hızlanıyor, tempoya ne zaman bir şeyi düşünebilecek kadar ayak uydursam bandın hızını daha çok artırıyordum. “Peki ya sen?” diye soruyu tekrarladım kendi kendime. Sorunun aniliği dışında beni bu kadar şaşırtan şey zihnimdeki sesin tonu olmuştu, sanki kendi sesi gümbürdeyen kayaların ve fısıldayan insanların sesiyle birleşmişti. O şey bana dünyaya geri dönmek için bir sebebim olup olmadığını mı sormuştu? Tabii ki de bir sebebim vardı, görevimi yapmalı ve edindiğim bilgileri üstlerime ulaştırmalıydım. “Tek sebebin bu mu?” Sesimin çarpık yansıması yine zihnimi işgal ederken umutsuzlukla makinenin hızını artırdım ama artık hızlanmak bir işe yaramıyor, tam tersine, nefes alış verişlerim artıp oksijensiz kalan vücudum bitkin düştükçe eski anıların hayaletleri beni buluyor, soğuk yüzlerini bana gösteriyorlardı. “Baba, niye yıldızlar sadece gece vakti gözükür?” diye sormuştu kızı ona bir gece vakti, altın rengi bukleleri ve masmavi gözleri kızın annesine çekmiş olduğunu gösteriyordu.“Çünkü güneş yorulup dinlenmeye gidince bizi karanlıktan korumak onlara kalır, başlarında ay ile birlikte ışıktan ağlar kurup gecenin üstümüze çökmesini engellerler,” diye bir hikâye uydurmuştu o da. Büyüdüğünde ona bunun gerçek sebebini anlatabilir, onu peri masallarından uyandırırdı ama şimdilik küçük kızın o masallara ihtiyacı vardı. Asla büyüyemeyecek olması ne kadar da üzücü. Bu düşünce zihnime son darbeyi indirdi ve etrafım deliler gibi dönerken dünyam karanlığa boğuldu.
Yüzüme hızlıca inen bir şey beni karanlık düşlerimden kurtardı. “Kaptan, beni duyuyor musun?” Helen’in sesi. İkinci bir tokat yanağıma indi ve yaşadığım acı dalgası tüm duyularımın açılmasını sağladı. Gözlerimi ovuştururken, “Evet Helen, seni duyuyorum,” dedim. Etrafı inceleme şansını bulunca revirde olduğumu fark ettim, Marco ve Jack bir duvara yaslanmış beni endişeli bakışlarla süzüyordu. Helen ise yatağımın yanındaki bir sandalyeye oturmuştu, gözleri şişmişti ve yanakları kıpkırmızıydı. “Hepimiz senin için çok endişelendik,” diye konuşmaya başladı Marco, ardından bir şeyi ima edercesine göz kırptı ve sözlerine, “Özellikle de Helen,” diye ekleme yaptı. Bunu duyan Helen’in suratı kıpkırmızı kesildi. Jack sadece başıyla onaylamakla yetindi, gözleri hızla Helen’e kaydı ve aynı hızla tekrar yere bakmaya devam ettiler. “Sorun yok, galiba biraz yorgun düşmüşüm,” diye yalan söyledim ve başarısız bir şekilde Helen’den uzaklaşmaya çalıştım. Benim yaşımdaki bir adam Jack’in bakışlarının nasıl duygular barındırdığını hemen anlayabilirdi, bu duyguları bir arkadaşıma hissettirmek içime küçük bir suçluluk duygusu yerleştirdi. Kalkmaya çalışınca omzumda beliren ağrı hareketlerimi durdurmama sebep oldu, tekrar hareket etmeye başladığımda daha temkinli davrandım ve sonunda yataktan kalkabildim.
“Saat kaç?”
“Dünya saatiyle öğlen bir,” diye cevap verdi Helen boğuk bir sesle. Olabildiğince dinç görünmeye çalışarak, “O zaman herkes işinin başına,” dedikten sonra kontrol odasına doğru yola koyuldum.
Kontrol odasındaki bilgisayarlardan geminin dört bir yanındaki yıldızlara bakarken, “Tek sebebin bu mu?”diye sordum kendime, aklıma uzun süredir düşünmediğim anılar doluşmaya başladı. Sanki sorular ve anılarla dolu bir bataklığa batıyordum. Onları ne kadar düşünmemeye, bastırmaya çalışsam beni daha çok içlerine çekiyorlar, nefes almaya çalıştığımda burnum ve ağzımdan içeri giriyorlardı. Geçmişin anıları yıllardır aklına musallat olmazken geri dönmek için neden bu anı seçmişlerdi? Rotaya bakarken gözüme önceden işaretlediğim bir şey takıldı, varış noktalarından iki yüz kilometre ötede yanıp sönen bir nokta. Noktaya tıklayınca bilgisayarda bir isim belirdi, R-83, ticaret yoluna güvenli bir uzaklıkta bulunan kara deliğin ismiydi bu. Nostaljik duygular zihnimi işgal edip merakımı körüklerken aniden ortaya çıkan suçluluk duygusu içimde yanmaya hazırlanan ateşi söndürdü. Noktadan uzaklaştım ve tekrar rotamıza bakmaya başladım. Kendimi bu duygulara kaptıramaz, eski hatalarımı tekrar edemezdim, hedefimize vardığımız zaman küçük bir uyduyla kara delikten görüntü almayı deneyebilirdim ama öncelik görevdeydi. Bu sırada aklıma göreve gitmeden önce üstlerimizin bize söylediği bir şey takıldı, buraya gelen insansız araçların hepsi sapasağlam geri dönmüştü ama insanları taşıyan her araç kayıplara karışmıştı. Tek sebebin bu mu? Soru tekrar zihnimde yankılandı.
O gece uzun bir süreden sonra ilk defa kâbus gördüm. Kâbusta simsiyah bir gölge benimle tartışıyor, etrafında boğucu bir hava var ve yanında durduğum her saniye ruhum onun içine doğru çekiliyormuş gibi hissediyorum.“Buraya ne için geldin?” gölgenin sesi boğuk ama güçlü, konuştuğunda yaydığı titreşimler vücudumda dolaşıyor, saçlarımı köklerine kadar hissetmeme sebep oluyor. “Çünkü burayı araştırmak için seçildim,” diye yalan söylüyorum ona. Bu sözlerimi bir takım görüntüler takip ediyor. Yedi yaşındaki kızım bana bakıyor. Kısa bir süre sonra baktığı kişinin ben olmadığımı, arkamda siyah saçları ve sakalıyla başka bir adamın bulunduğunu fark ediyorum. Arkamdaki adam yüzünü kitaplara gömmüş, takıntısı olan kara deliklerin özelliklerini araştıraduruyor. Bugünün hangi gün olduğunu hatırlayınca acıyla inliyorum. “Hayır, seçilmedin, sen özellikle gitmek istedin, peki neden?” Yine o ses, bu sefer tüylerimi diken diken eden fısıltılar eşliğinde konuşuyor. Ruhum onun içine çekilmeye devam ediyor. Soruya doğru cevap vermezsem neye tanıklık edeceğimi biliyorum. “Çünkü düşüncelerimden ve pişmanlıklarımdan kaçmak istedim, yaptığım hatayı düşünemeyecek kadar meşgul olmak istedim,” diyorum umutsuzlukla. Görüntüler tekrar etrafımı sarıyor, genç ben ve kızım evde yalnızlar, anneleri işe gitmiş ama birkaç saate dönecek. Kızı ona bir şeyler söylüyor ama onun aklı kara deliklerde. Acaba içlerinde ne var? “Baba, saklambaç oynayalım mı?” “Tamam kızım.”otomatik bir cevaba dönüşmüş, robotik bir ses. Kendime bağırmaya, onun dikkatini çekmeye çalışıyorum ama bir işe yaramıyor, görüntüler akmaya devam ediyor.
“Ebe sensin, otuzdan geriye doğru saymaya başla.”
“Tamam, kızım.”
Bağırışlarıma aldırmayan küçük kız mutfağa koşup buzdolabının kapağını açıyor ve babasının onu bulunca kendisinine kadar öveceğini düşünüyor, ne kadar da yaratıcı bir saklanma yeri bulmuş ne de olsa! Bilmediği şey babasının onu aramak için yerinden bile kıpırdamadığı. Boğazım yırtılana kadar bağırmaya devam ediyorum ama nafile, dakikalar geçiyor, küçük kız rahat nefes alamadığını fark edip üşümeye başlayınca buzdolabını açmaya çalışıyor ama küçük kolları, sıkıca kapanmış metal kapağı oynatamıyor bile. Her saniye daha da çok panikleyen kız elleri kanayana kadar kapıya vuruyor, bağırıyor, ağlıyor. Babasının aklında ise tek bir şey, Kara deliklerin içinde ne var? Sonunda kızın kapağa vuruşları azalıyor, ağlamaları kesiliyor ve kendini ölüme teslim ediyor. Babası ise bunun farkına çocuğunun annesi yemek yapmak için buzdolabını açınca varıyor. Görüntüler sona eriyor, ses tekrar soruyor.
“Şimdi niye gitmek istediğini söyleyecek misin?”
“Hayır.” Sesim zar zor çıkarken hıçkırıklarla sarsılıyorum, vücudumda en küçük bir enerji kırıntısı bile yok. Gölge bıkkın bir sesle söyleniyor. “Ne kadar da acınası, ne zaman rol yapmayı kesip soruma cevap vereceksin?” Bunu söylemek istemiyorum, gerçeği söylersem bir daha aynı insan olabileceğimi sanmıyorum ama gerçeği biliyorum ve bir şekilde o da biliyor. Ruhum gölgeye doğru çekildikçe bunu itiraf etmem kolaylaşıyor. İlk olarak karım bana deliler gibi bağırırken ardından hastanede ve cenaze töreninde tekrar tekrar fark ettiğim gerçek. “Çünkü araştırmana geri dönmek istiyordun seni pislik,” diyor ve yuvarlanan kayalara benzer sesler çıkarıyor. Güldüğünü fark ediyorum, ruhum gölgeye doğru çekildikçe yüreğimdeki acı azalıyor ve zihnimin ne kadar da basit çalıştığını düşünerek onun kahkahalarına katılıyorum.
Alarmlar çoktan uyanmış olan bana günün başladığını söylüyor ve odam tanıdık kırmızı rengine bürünüp tekrar gölgelere karışıyordu. Hazırlanıp odamdan çıktığım an ortak alana gittim. Helen ve Jack aynı yerlere oturmuşlardı ama bu sefer ellerinde kahveyle dolu kupalar yerine kahvaltıları bulunuyordu. Marco daha gelmemişti. Kimse benim erkenden gelmiş olduğumu fark etmemiş gibi duruyordu. Jack, utangaç kişiliğine hiç uymayan bir şekilde Helen’e daha yakın davranıyor, sadece şakalarla yetinmeyip bir yandan Helen’e iltifatlar yağdırıyordu “Bugün de kabloları düzenlememde bana yardım eder misin? Yanımda senin gibi becerikli birinin olması işimi çok kolaylaştırıyor.” “Nasıl istersen.” Helen’in sesinin soğuklu dikkatimi çekiyor, sanki hep içinde tuttuğu bıkkınlık dışarı çıkmış da onu kontrol ediyor. “Teşekkürler sana güvenebileceğimi biliyordum,” diyor Jack Helen’in buz gibi ses tonunu hiç fark etmemişçesine. Acaba onlar da aynı şeyleri yaşadılar mı? Kendi tabağıma çırpılmış yumurta koyarken kırlaşmaya başlamış uzun sarı saçları ve kaslı vücuduyla Alex içeri giriyor ve beni görür görmez donup kalıyor. “Tanrım… Sonunda bilgisayarlara güvenip bize katılmaya karar verdin demek!” diyor mutlulukla ve bana sarıldıktan sonra benim şaşkın bakışlarım eşliğinde tabağına çırpılmış yumurta doldurmaya başlıyor. Alex birkaç kez bir konu açmaya çabalasa da benim ve Helen’in boş bakışlarımız sonunda pes edip yemeğini dönmesine sebep oluyor.
Mikrofona uzanıp varış noktalarına uyuma saatlerinde varacaklarını, bu yüzden herkesin erkenden odalarına dönüp dinlenmeleri gerektiğini söyledim. Kameralar aracılığıyla herkesin odasında olduğundan emin olduktan sonra birkaç değişiklik yapmak için haritayı açtım.
Kontrol odasındaki koltuğuma oturmuş bir varış noktamıza bir de R-83 ün bulunduğu yanıp sönen noktaya bakıyordum. Heyecan ve merak duyguları zihnime yayılırken bu sefer onları frenleyen suçluluk duygusunun orada olmadığının farkındaydım. Bilincimin bir kısmı gittikçe zayıflayan bir sesle beni uyarmaya, eski benliğimi tekrar hayata döndürmeye çalışıyordu. Merakın gideremeyeceksin, kara deliğin içine girer girmez öleceksin. “Bir saniye bile yeter,” diye avuttum kendimi. Ellerim geminin konsoluna gidip varış koordinatlarını değiştirmeye başladı. Ses giderek boğuklaşırken çaresizce konuşmaya devam etti Gemideki diğer insanlara ne olacak peki? Tuşlara basan parmaklarım durdu ve zihnim bir anlığına korku ve kararsızlıkla doldu, sırf kendi merakımı gidermek için arkadaşlarımın hayatını hiçe sayacak kadar ileri gidebilir miydim? Ancak bu duygular ani bir soğuğa yakalanmış çiçekler gibi solmaya başladığı an parmaklarım konsol üzerinde hareket etmeye ve değişiklikleri yazmaya devam etti. Bir yandan tanıdık bir ses beni teselli ediyor, o konuştukça zihnimdeki tüm şüphe kırıntıları kayboluyordu. “Herkes kendisi için yaşar,” diye söze başladı çarpık ses, artık onu çok daha net duyabiliyordum, sanki gemi hedefe yaklaştıkça onun zihnimin üzerindeki etkisi artıyordu. “Âşıklarımızla, dostlarımızla veya düşmanlarımızla ne kadar zaman geçirirsek geçirelim öldüğümüzde elimizde kalan tek şey kendi yaptıklarımızdır, bu yüzden yapmak istediğin şeyleri başkaları için kısıtlama.” Gölge tatlı sözlerle ruhumu ele geçirmeye devam eder, beni kendine doğru çekerken bilgisayar koordinatların değiştiğini onaylayan bir bipleme sesi çıkardı. Tüy kadar hafif hissederek odama, dinlenmeye gittim.
Bu sefer rüyamda kâbus görmedim, sadece onun sesini duydum, uyaran bir ses tonuyla, “Teknisyen ve asistan eninde sonunda rotanın değiştiğini anlayacaklar,” diyor.“Peki benden ne yapmamı istiyorsun?” diye temkinli bir şekilde cevap veriyorum ona. “Onları sonsuza dek odalarında tutamazsın, sana bir fırsat vericem,” dedikten sonra başka bir soru sormama olanak tanımadan rüyamdan çıkıyor.
Aniden uykumdan uyandım, bunu nasıl bildiğimi bilmiyordum ama tüm içgüdülerim Helen’in odasına doğru gitmem gerektiğini söylüyordu. Loş beyaz ışıklarla aydınlatılmış koridorda yürürken ne kadar üşüdüğümü fark ettim ama sorunun gemide mi yoksa bende mi olduğunu anlayamadım. Helen’in kapısını açmak üzereydim kiodanın içinden gelen tanıdık bir ses duydum. “Bunca zamandır istediğin şey bu değil miydi?” diye konuşmaya başladı Jack, sesinde daha önce hiç duymadığım, delice bir tını vardı. “İşte sonunda söylüyorum sana, sevgilim ol ve araştırmamız bitince dönüş yolculuğumuzun tadını doya doya çıkaralım.” Sesindeki hayalperest ve iyimser ton tıpkı bir çocuğunki gibiydi. Helen’in sesi ise daha önce hiç duymadığım bir soğukluğa sahipti. “Jack, iyi bir insansın ve beni güldürmeyi başarıyorsun ama senden hoşlanmıyorum.” Küçük bir sessizlik. Jack’in sesi bu sefer daha kırılgandı. “Ama geçirdiğimiz onca zaman, konuştuğumuz onca şey…” Ses tonu yükselmeye başladı. “Yoksa biri aklını mı çeliyor?” Küçük bir duraksamanın ardından öfkeli bir sesle konuşmaya devam etti. “Kaptan sana benimle ilgili bir şey mi söyledi? Revirde ona nasıl baktığını gördüm, yoksa onunla aranızda bir şeyler mi var?” diyerek Helen’i soru yağmuruna tutmaya başladı. İçimdeki tehlike çanları sürekli olarak çalıyor, içeri girip onları ayırmazsam birbirlerini inciteceklerini söylüyorlardı. Elimi kapının kontrol paneline doğru uzattım, tam bu sırada gölgenin bana söylediği şey zihnimde yankılandı.“Sana bir fırsat vericem.” Yoksa fırsat derken kastettiği şey bu muydu? Koordinatları okuyabilecek iki kişi küçük bir odada kavgaya tutuşmuşlardı, bu tamamen şans eseri olabilecek bir şey değildi değil mi? Elimi geri çektim ve ikilinin giderek yükselen seslerini dinlemeye devam ettim.
Jack’in soru yağmuru bitmiş, konuşma sırası Helen’e geçmişti. “Bak, kaptanda sende umurumda değilsiniz, buraya kendimi geliştirmek ve dünyaya dönünce iyi bir hayata sahip olmak için geldim.” Metal zemine vuran ayakkabılarının yükselip alçalan sesini duydum. “Gemide geçireceğim on iki yılın kazanacaklarıma kıyasla fazla olmadığını düşündüm, bu yüzden herkese olabildiğince yardımcı olmaya ve iyi davranmaya çalıştım.” Ayakkabıların sesi kesildi, tekrar konuşunca Helen’in ses tonu komik bir şeyden bahsediyormuş gibiydi. “Ama yanılmışım, altı sene bile zar zor geçti ve görevimiz bitince beni bekleyen bir altı sene daha var, üstüne bir de seninle uğraşıyorum.” Jack, “Ama-“ diyecek oldu ama sözü Helen’in bıçak gibi sesi tarafından yarıda kesildi. “Konuşmak istediğini söyleyince seni odama kabul etmiştim ama bu saçmalıkları daha fazla dinleyemem, lütfen çık dışarı.”Ayakkabı seslerinin kapıya doğru geldiğini duyunca kapıdan uzaklaşmaya başladım ama sesler aniden kesildi. “Ne yapıyorsun? Bırak beni.” Helen’in öfkeli ama tedirgin sesini duydum. Bu sözleri bir çarpma sesi ve Helen’den çıkan bir çığlık takip etti. “Seni sürtük!” Jack’in öfkeyle çatlamış sesini duydum, ondan böyle bir ses çıkabileceğini hiç düşünmemiştim. Zihnimde tehlike çanları çalıyor, mideme bir ağırlık çöküyordu, ama bu hisler her seferinde yavaşça kayboluyor, onların yerini rahatsız edici bir soğukluk alıyordu. “Onca zaman boyunca benimle oynadın, yüzüme gülümseyip arkamdan neler düşündün kim bilir! Şimdi sana gös–” Odadaki boğuşma sesleri Jack’in dediklerini duymamı engelliyordu. “İmdat!” Helen’in sesindeki korku, ne söylediğini anlamamı zorlaştırdı. “Beni öldürecek!” Üzgünüm Helen, beklemeye devam ettim, acelem yoktu ve seslerin geminin motoruna yakın olan Marco’nun odasına gitmesi imkânsızdı. Bir kırılma ve yere düşen parçaların sesi, lavabodaki cama ait olmalılar. “Ah!” Bu sefer Jack’ten gelen acı dolu bir inleme, ama sesler kesilmiyor. Birkaç dakika sonra, “Şimdi elimdesin,” diyor Jack ve saniyeler geçerken odadan bir yastığın sayısız kere yumruklanmasına benzer sesler geliyor, bu sefer boğuşma sesleri devam etmiyor. Bitti, kapının kontrol paneline parmağımı yerleştirip kapıyı kilitledikten sonra olabildiğince endişeli bir ifade takınarak Marco’yu uyandırmaya gidiyorum.
Kapıyı açtığımız zaman bir kenara çökmüş, dizlerini başında birleştirmiş olan Jack’i ve Helen’in kanlar içindeki cesedini gördüm, kocaman açılmış gözleri tavana bakıyor, gevşemiş elleri kıpkırmızı karnının üstünde duruyordu, yanı başında ince uzun bir cam parçası duruyor. Haklıydın Helen, diye düşündüm kendi kendime, bilgisayarlar bizden daha güvenilirler. Donup kalmış olan Marco’ya doğru konuştum. “Marco, Jack’i hava kilidine kilitle.” Bu sözlerimi duyan Jack kendine geldi ve hızla konuşmaya başladı. “Hayır! Beni odasına davet eden oydu, yıllarca beni davranışlarıyla zehi-“ Marco’nun yumruğu Jack’in sözlerini yarıda kesti, sinirden deliye dönmüştü. “Kendi arkadaşına nasıl böyle bir şey yaparsın, Jack!?” sesi acı ve öfke içindeydi. Onunkine olabildiğince benzer bir ses çıkarmaya çalışarak “Götür şu pisliği,” diye tekrar ettim. Marco başını salladıktan sonra baygın bir şekilde yatan Jack’i sırtına aldı ve odadan çıktı, ben de kontrol odasına geri döndüm.
Kontrol odasındaki kameralardan Marco’nun geminin labirente benzer koridorlarından geçip hava kilidine doğru gitmesini izlerken elimi düşünceli bir şekilde hava kilidinin olduğu odayı uzaydan ayıran kapının düğmesine götürdüm. Marco artık göreve devam etmek istemeyecektir, diye düşündüm kendi kendime, hem kara delikten de etkilenmişe benzemiyor. Elim kırmızı yuvarlak butonda dans etmeye devam etti, ondan hızlıca kurtulmanın en iyi yolu Jack’i hava kilidine kilitlerken uzaya açılan kapıyı açmak ve ikisini de dışarı atmak olurdu. Marcoa artık kapının önünde duruyor, yanındaki panele parmağını yerleştiriyordu. “Hızlı olmazsan elindeki tek şansı kaybedeceksin.” Gölgenin ürpertici ve tatlı sesi kulaklarımda çınladı ama bu sefer sesindeki sakin tonda bir değişiklik vardı, şaşkınlıkla bu değişikliğin sebebinin sesindeki yeni bir duygu, korku olduğunu fark ettim. Marco’nun ondan etkilenmediğini anlamış mıydı acaba? Kendi kendime gülümsedim, Galiba evrensel bir kural bu, kontrol edemediğimiz bir şey bulunca ondan korkuyoruz. Kararımı veremeden Marco, Jack’i odaya kilitlemiş, geri dönüş yolculuğuna başlamıştı.
Marco kontrol odasına varmadan önce ortak alana gidip işimi kolaylaştıracak bir şey aldım ve tekrar kontrol odasına döndüm. Bu hareketimden birkaç dakika sonra Marco yanıma geldi, yüzü bembeyazdı ve her zamanki sevecen tavırlarından eser yoktu, hemen konuşmaya başladı. “Bu yer bizi kötü etkiliyor Alex, varış noktamızda ne var bilmiyorum ama şu son iki günde davranışlarınızın ne kadar değiştiğini gördüm, utangaç Jack katile, tatlı Helen ise yanına yaklaşılamaz bir kıza dönüştü. Sense giderek garip davranıyorsun.” Kollarını omzuma koydu, gözlerinde ciddi ama endişeli bir ifade vardı. “Burası kimseye iyi gelmiyor, herkesin davranışları değişiyor, ruhları hissizleşiyor ve kişilikleri köreliyor, vücudumun giderek soğumaya başladığını hissediyorum sanki bir şey vücut ısımı çekmeye, onu yutmaya çalışıyor, tıpkı, tıpkı bir…” Kaşlarını çatıp doğru sözcüğü bulmaya çalıştı. “Kara delik gibi,” diyerek sözünü tamamladım. Gözleri kocaman açılıp zaferle ışıldadı. “Evet! Tıpkı bir kara delik gibi!” Gözlerine yine o ciddi ifade yerleşti “Buradan gitmeliyiz Alex, üstlerimize bunu bildirsek bile yeterli olur, hem bu neden makinelerin sapasağlam geri döndüğünü ama insanları taşıyan araçların kayıplara karıştığını açıklar değil mi?” cevap beklercesine yüzüme bakmaya başladı. Demek böyle olması gerekiyormuş. Yorgun ve onaylayan bir ses tonuyla, “Haklısın, kimse daha fazla zarar görmeden buradan gidelim, canımız görevimizden çok daha önemli,” dedim ve bir yandan elimin altında gizlediğim mutfak bıçağını hazırladım. “Geminin boru hatlarını ve motorunu tekrar gözden geçirebilir misin? Jack’in Helen’e gitmeden önce delice bir şey yapıp yapmadığından emin olmak istiyorum.” Marco başıyla onaylayıp odadan çıkmak için arkasını dönünce bıçağı açığa çıkardım ve tüm gücümle beline sapladım. Şaşkın bir inleme, “Alex…” nefesi kesildiği için daha fazla konuşamadı. Hâlâ ayakta durduğunu görünce bıçağı çıkartıp tekrar sapladım. Bu sefer bacaklarında enerji kalmayan devasa adam yere düştü. Kan her yere yayılır, metalik beyaz zemini kırmızıya boyarken Marco bana inanamayan gözlerle bakıyordu. O sırada gözlerinde gördüğüm şey soğuktan kaskatı kesilmiş vücudumu bir anlığına sıcacık yaptı. Orada nefret veya öfke yoktu, o derin mavi gözler matlaşıp canlılığını yitirene kadar bana hüzün ve acıma dolu bir şekilde baktılar. Marco son anına kadar insanlığını kaybetmemiş, çocuklarını ve karısını bir daha göremeyecek olsa bile bunun için beni suçlamamıştı. Vücudum tekrar soğumaya başlarken şaşkınlıkla yanaklarımın ıslanmış olduğunu fark ettim. Neden ağlıyordum ki?
Saatler geçer, gemi hedefine giderek yaklaşırken koltuğuma yaslanmış sabırsızca bekliyordum. Jack’in kameraya doğru bakıp her beş dakikada bir bağırmasından sıkılınca hava kilidini açıp onu dışarı yolladım, ne de olsa bu özel anı hiçbir şey bozmamalıydı. Kafamdaki ses kaybolmuş, geriye sadece vücudumdaki her noktaya işleyen bir soğuk kalmıştı. Sonunda onu gördüm, gecenin utanmasına neden olacak kadar kara bir nokta, etrafı ışıktan bir halkayla kaplanmış. Motorları yavaşlatırken son bir endişe dalgası vücuduma yayıldı, bunu yaparsam bana ne olacaktı? Ama merakım yüzme bilmese bile kendini havuza atan küçük bir çocuğunki gibiydi, başınıza ne geleceğini bilmeseniz bile kendinizi durduramaz, aklınızdaki soruları yanıtlamak için ölümün ucuna gelirdiniz. Endişelerim kaybolup giderken gemi kara deliğin orbitine girmiş, ona doğru çekilmeye ve giderek sarsılmaya başlamıştı. Gemideki tüm alarmlar çalar, bilgisayarlar bir bir kapanmaya başlarken hava kilidini tekrar açtım ve Marco’nun cesedinin üstünden atlayıp kırmızı ışıklarla aydınlatılmış koridora çıktım.
Metal kapıya vardığımda sarsıntılar durmuş, sessizlik her yeri kaplamıştı. “Kara deliğin içindeyim.” diye konuştum kendi kendime, ağzımdan çıkan buharlar havada uzunca bir süre durdu. Donarak ölmeden önce onu görmeliyim. Kapının yanındaki kontrol paneline güvenlik kodunu girince metal kapının mucizevî bir şekilde hâlâ çalıştığını fark ettim. Ani bir vakum beni gemiden dışarı atar, ciğerlerimdeki havayı boşaltırken geminin ne kadar az hasar almış olduğunu gördüm. Teşekkürler. “Tadını çıkar,” diye karşılık verdi o tanıdık, rahatlatıcı ses. Artık sadece zihnimden değil her yerden konuşuyordu. Etrafıma bakınırken başta hiçbir şey göremedim, sadece gözlerimi kapatsam bile göremeyeceğim türden bir karanlık vardı. Gözlerim karanlığa alıştıkça yıldızlar, hayır, çemberler görmeye başladım. Yüzlerce farklı çemberin içinde yüzlerce yıldız ve gezegen vardı, bu yıldız ve gezegenlerin bazıları arka planda zararsızca dururken bazıları çemberlerden içeri giriyor, karanlığın içinde kayboluyordu. Bu manzarayı dehşet ve hayranlıkla izledim. Çok başlı bir yaratığın midesi gibi, demek hepsi bağlıymış. Son bir düşünce zihnimde belirdi, Bu bilgi arkadaşlarımı öldürmeme, kendi canımı feda etmeme değdi mi? Yüzüme tatmin olmuş bir gülümseme oturdu kesinlikle. Beni hayatta tutan son duygu da kaybolunca, soğuk tüm vücudumu ele geçirdi ve cesedimi kara deliğin derinliklerine doğru yolladı.
- Derinlere Doğru - 1 Kasım 2019
Öykülerimiz yan yana denk gelmiş. Ben de bu vesileyle öykünüzü okudum ve beğendim.
Merhabalar,
Öykünüzü biraz uzun bulmakla birlikte sıkmadığını belirtmek isterim. Dil kullanımı ve öykü akışı gayet başarılı. Kaleminize sağlık. Ancak öyküde ben diliyle geçmiş zaman anlatılıyor ve anlatıcı kahraman öykü sonunda ölüyor, yani öyküyü anlatan ölü birisi. Acaba öyküde tanrısal bakış açısı kullanılması daha mı iyi olurdu?
Genel itibariyle ben sizi başarılı buldum, yolunuz açık olsun. Görüşmek üzere…