Kalb’i Konstantiniyye’nin daima karanlık göğüyle dans eden dar ve karanlık sokaklarını bilir misiniz? bu sokakları aydınlatan üç tane ışık vardır, yerküremizin ikiz ayları Silica ile Maaris Moor bu ışıklardan doğal olanlarıdır, Beyt’ül Şehrazat Sarayı ise yapay olanı, halk bu saraya kısaca tüm ihtişamıyla Beyt’ül Şehrazat derken, içinde oturan ve davetler veren soylular ona kısaca Şehrazat derler.
Şehrazat gerçi yönetimin merkezi değildir, bu onur Yenisaray’a aittir, öyleyse önemi nedir Şehrazat’ın? Şöyle bir örnek vereyim: Farsîa’dan elçiler geldiğinde, bu kimselerle Yenisaray’da antlaşmalar imzalanmadan önce Şehrazat’a götürülür ve orada ziyafet çektirilmezse, o zaman devlet istediği amaçlara nadiren ulaşır.
Elbette, Şehrazat’ın görevleri sadece dış ilişkilerimiz adına elçileri yatıştırmakla kalmaz, tam tersine en mühim görevi iç ilişkilerimiz adına aristokrasiyi eğlendirmektir, aristokrasiyi eğlendirmek demek Devled’i Cedid’in dört bir yanından ve kolonilerden gelen insanların bir arada olması ve herkesin olan biteni öğrenmesi demektir ki devlet bu öğrenmenin kendi gözlerinin önünde olmasına her zaman için daha sıcak bakmıştır.
İşte böylece Şehrazat, Konstantiniyye’nin eğlence hayatının merkezindedir daima, Güneşli Diyarlarda yaşayan akranlarım bunu anlamakta daima zorluk çekiyorlar ancak böyle bir eğlence, günün her saati karanlık olan bir şehre gereklidir, Sadrazam’ın ve Nazırların keyiflerince düzenledikleri bir yığın eğlence, davet ve balonun yanı sıra bir de yıllık olan bazı etkinlikler de vardır, bunlardan en önemlisi ise Dönoktası Balosudur, on iki kasımda, atalarımızın bu topraklara ayak basışını kutlamak için yapılır ve diğer etkinliklerden farklı olarak, bu balo maskelidir.
İşte bu baloya gitmek amacıyla o gün, Beyazid’teki evimden başıma geleceklerden bihaber çıktım, at arabasına bindim ve sürücüye beni Şehrazat’a götürmesini buyurdum. Karakuru adam başıyla onayladıktan sonra atlara kamçıyı indirecekti ki, bir bayan koşarak arabanın yanına geldi, “Affedersiniz beyfendi, acaba Şehrazatül Beyt’e mi gidiyorsunuz?”
Kafamı evet anlamında sallarken bir yandan kadına baktım, ürkütücü duran yarasa maskesini şimdiden yüzüne geçirmişti, üzerindeki elbise başkentte gördüklerime kıyasla rahattı, ancak bu gerçek, elbisenin ona yakışmasını engellemiyordu, saçları kıvırcıktı, teni ise açık, aksanına bakılırsa Güneşli Diyarlardan – kolonilerden – geliyor olmalıydı.
Kadın sürücünün kapıyı açmasına fırsat vermeden arabaya bindi ve kapıyı arkasından çat diye kapattıktan sonra bana dönüp ismimi sordu, “Levent” dedim, “Sizin isminiz nedir hanımefendi?” kısaca güldükten sonra gözlerini bana çevirdi ve ruhuma bakarmışçasına süzdü beni ve konuştu “Efendim, acaba maskeli baloların amacı tam olarak bunu gizlemek değil midir?” bu sözlerine itiraz ederek, “Oysa siz bana adımı sorarak bir cevap almışken bu yaptığınız doğru mudur?” dedim, bir kere daha güldü ve “Ah beyfendi, oysa siz daha maske takmıyordunuz, ancak madem öyle, aramızda bir kırgınlık olmasın, bana Afitab diyebilirsiniz.” bir kez daha itiraz ettim: “Ancak hanımefendi, ve yanılıyorsam lütfen bağışlayın, siz Güneşli Diyarlardan geliyorsunuz sanırım?” gülümsedi “Aksanım belli mi bu kadar gerçekten efendim?” kafamı salladım “Öyleyse bir aile isminiz olmalı? Novasibirsk Devleti’nden bu devrimi aldığınızı biliyorum kesinlikle.” “Ah” dedi kadın “Kesinlikle doğru efendim, ancak Devled’i Cedid’in anakarasında, sizin bir aile isminiz yok iken, benimkinin olması acaba eşitlik midir?” kadının kim olduğunu merak ediyordum, ancak daha fazla zorlamak saygısızlık olacaktı, bunun üzerine bir başka soru sordum, “Devled’i Cedid’i nasıl buldunuz, şüphesiz güneşi özlediniz?” “Ah, güneşi görmeyeli bir hafta kadar oldu, kırk birinci paralelden sonra güneş yok, sadece aylar var, Silica’nın bu kadar büyük olmasına alışkın değilim. Doğrusu… size imreniyorum.” Şaşırdım, Güneşli Diyarlardan gelenler burayı pek sevmezlerdi, “Neden acaba?” diye sordum “Ayışığının kendine özgü bir güzelliği yok mu sizce de?” dedi gözleri parıldayarak “Evet, gerçekten de var.”
Yolun kalan bir on dakikası onun sorularıyla geçti ve sonra, Şehrazat’ın demir kapılarına vardık, kapılar ardına kadar açılırken, ben ahtapot maskemi taktım ve beraber arabadan indik, bahçede dolaşmaya başladık. Her yerde aristokrasinin güçlü üyeleri vardı, hatta bu sefer normalde daha yüksek kimselerin yanı sıra burada olan düşük seviye aristokratların yerine savaş kahramanları, generaller ve kimi önemli taktikçiler vardı, bu beni şaşırtmıştı; Ladin ağaçlarının, fıskiyelerin, her renkten çiçeklerden oluşan tarhların etrafında konuşuyorlar kim bilir hangi anıları yad ediyorlardı. Afitab “Bu ağaçlarda ne böyle?” deyince kafamı gösterdiği yana çevirdim ve pembe yapraklarıyla bir Sakura’ya bakakaldım. “Bu bir Sakura… bu dünyada yok.” “Öyleyse nas–” “Sözlerinize dikkat edin hanımefendiciğim.” Etrafı kolaçan ettim, “Bazı kimseler Sadrazam’ımızın… Eskidünya ile iletişimi olduğunu söylerler… Bu rivayetlere irtibat etmekse… tehlikelidir, yerin kulağı vardır.” İma’m yerine ulaştı, Afitab konuyu değiştirdi ve bir süre havadan sudan bahsettik. Sonra birkaç tane Farsîac delegesi geçti yanımızdan, bunun üzerine Afitab bana sordu, “Acaba Devled’i Cedid bu sefer nasıl bir anlaşmanın peşinde?” “Bilemem.” dedim “Aristokrasiyi hükümet işlerinden uzak tutmayı tercih ederler.” gözleri birdenbire gerginlikle parıldadı, bakışlarını takip ettim ve Hariciye Nazırını gördüm, “İyi misiniz Afitab Hanım?” dedim, bana bakarken kendini toparladı ve “Elbette” dedi, sonra gülümsedi ve “Dans etmek ister misin Levent?” dedi, “Evet elbette” demem üzerine sarayın içine geçtik.
Şehrazat’ın içi, altınla kaplıydı, pencereler içeriye olabildiğince fazla ışığın girmesini sağlıyor, şüphesiz, sonsuz alacakaranlığın hüküm sürdüğü bu diyarda asıl ışığı sağlayan şey pencereler değil, tavadan sarkan devasa kristal avizelerdi. Afitab’la beraber vals yapan aristokrasinin arasında vals yapmaya başlamışken kendimi tutamayıp sordum: “Hanımefendi, neden bu kadar korkunç bir yaratığın yüzünü giydiniz sorabilir miyim? Elbette güzelliğinize gölge düşürmesi imkânsız, lakin…” güldü “Korkunç görecelidir efendim, yarasalar aslen son derece işe yarar hayvanlardır… Kimse yarasalara dikkat etmez.” Konuşmayı sürdürecektim ki, Şehrazat’ın kapısı büyük bir gürültüyle açıldı ve içeriye beyaz bir at üstünde kıyafetleri oldukça yırtılmasına karşın diplomatların giydiği ve askeri üniformaya benzeyen kıyafetler giyen, otuzlu yaşlarında bir adam girdi.
Sadrazam kükredi, “Bu ne cüret!” adam atından inerken yanına muhafızlar koşturuyordu ki, adam Sadrazam’ın önünde yerlere eğildi boylu boyunca ve konuştu: “Sadrazam’ım! lütfen dinleyin beni, ben Güneşli Diyarlar’dan geliyorum. Sizden Novasibirsk’e karşı yardım istemeye gelen bir konvoyun parçasıydım, ancak hain bir takım Farsîac ajanları bizi pusuya düşürdüler, başelçimiz öldürüldü. Sadrazam’ım, barış içinde olduğumuz sözde devletler bize karşı bir komplo kurdular! Bize yardım ediniz!”
Farsîac elçileri şaşaladılar ve sinirle kendi dillerinde konuşmaya başladılar, bir uğultu salonu alıp götürüyordu, sonra Sadrazam ağır bastonunu yere vurarak herkesi susturdu, oturduğu yerden ağır ağır kalktı ve ağır adımlarla adama doğru yürüdü, adamın önünde gelince durdu, uzun bir adamdı, herkesin tersine bir baloya uygun değildi kıyafeti, devlet kıyafetiydi. Adama yan gözle baktıktan sonra konuştu: “Demek saldırıya uğradınız… ha?” “Evet…” dedi adam nefes nefese, “Elçi öldü… ha?” “Evet efendim.” ellerini arkasında kavuşturup yürümeye başladı Sadrazam, sonra durdu ve “Eh, Dilara Hanım, ölmüşsünüz denmekte?”
Afitab önce çıktı ve yarasa maskesini çekip attı ince hatlara sahip bir yüzü, ince bir burnu, adeta sanatsal kaşları olan bir kadındı, Hariciye Nazırı ufak bir şaşkınlık edası koyunca ona döndü ve “Özür dilerim beyefendi, ancak hain bir planı ortaya çıkarmak adına kimliğimin sizden bile gizli tutulması elzem idi, şüphesiz babamı tanırdınız ve beni büyürken görmüş biri olarak, bir maske yetmezdi sizi kandırmaya…” dedi, bundan sonra içeri giren adama döndü ve “Eh, ben Dilara Yeşmhan, Diyar’ı Şems’in, avamî ismi ile Güneşli Diyarlar ‘kolonisinin’, Devled’i Cedid’e elçisiyim, sizin de bildiğiniz gibi buraya Novasibirsk’e karşı değil, Boyuneğmez Topraklara karşı yardım istemeye geldim… Devled’i Cedid’i burada bir savaşa sokma denemenizden anladığım üzere, siz de Boyuneğmez bir kimsesiniz? Açıklamanın lüzumu yok beyefendi, Sadrazam’ımıza benden önce gönderilen bir ajan tarafından geleceğim söylenmişti, nitekim bu yüzdendir ki bu baloya sadece üst düzey görevliler çağrıldı, Hariciye, Dahiliye, Bahriye, Harbiye… ve Kalb’i Konstantiniyye’nin aristokrasisi, bizi desteklerler umuduyla, en yetkin generallerimiz, kaptanlarımız!”
Sadrazam muhafızlara adamı götürmesini işaret ettikten sonra, “Dilara Hanım gayet iyi konuşuyor, lütfen açıklamaya devam edin.” Dilara başını salladı: “Hanımlar, Beyfendiler! Karşımızdaki düşman, şu ana kadar savaştığımız her güçten daha güçlüdür, Güneşli Diyarlar’da durumumuz ciddidir, biz konuşurken dahi düşmanlarımız Uzv’u Konstantiniyye’ye doğru harekete geçmişlerdir, Eski Dünya’da yüzyıllık bir yıkıma sahip olan bir güçtürler… Bir kez Diyar’i Şems düşsün, yerlerinde durmayacaklardır! Novasibirsk, Devled’i Cedid, Farsîa, Özgür Topraklar hatta belki de Kudüs!”
Kalabalıktan bir ses yükseldi: “Bu düşmanların bir adı yok mudur?”
“Vardır” dedi Dilara, “Olmaz olur mu… Eski Dünya’ya ait yazıtları okuyanlar şüphesiz isimlerini duymuşlardır, çünkü bu kana susamış savaşçılar… Vikinglerdir.”
Her ne kadar temayı pek yaratıcı kullanmamış olsanız da, sondaki “Vikingler”e yaptığınız göndermeyi oldukça başarılı buldum. Yüzüme küçük bir tebessüm kondu.
Çok farklı bir dünya yaratmışsınız, ve bu dünyayı tanıtmaktan ziyade sanki orada yaşıyormuşuz gibi gereksiz bilgileri eklememişsiniz. Oldukça şık durmuş anlatım.
Görüme bir nokta takıldı sadece. Elçi, nasıl oldu da Kahramanın baloya gittiğini tahmin etti diye. Elbette adamı arabaya binerken elinde maskeyle görmüş, vs… olabilir. Belki Kahraman maskeyi takmış olsa diye aklımdan geçmedi değil.
Eliniz sağlık, diğer seçkilerde görüşmek dileğiyle…